- Her; popüler kültürün çok söylediği bir türküyü bir kez daha bu kez orijinal bir hikâye ile tekrarlar: Kadın erkeğin rüyasıdır ve mümkünse öyle kalmalıdır. Filmin sonunda yönetmen ilkel bir tercih yapar. Simülasyon yerine Theodore’u eski sevgilisine döndürür. Oysa bir kez daha yineleyecek olursak gerçeğin saf hali dediğimiz şey bir ‘yok’tan, ‘hiç’ten ibarettir. Arzularımızın yamulttuğu bakışlar ile anlamlandırmaya çalıştığımız eşya vardır.
Joaquin Phoenix’in muhteşem oyunculuğu, orijinal hikâyesi ve göz dolduran senaryosu, Stanley Kubrick’in Hal 9000’inden sonra sinema tarihinin belki de en iyi kurgulanmış “duygulanan makinesi”yle birlikte bir Spike Jonze filmi olan Her, son yılların en çok konuşulan filmlerinden oldu. Filme “romantik bilimkurgu” diyorlar -ne demekse!- ama öyle savaşlar, dünyayı istila eden yaratıklar, insan ırkının tehlikeye düştüğü anlar, yarı makine insanlar, uçan arabalar falan yok. Yakın bir geleceği anlatıyor film. Bana kalırsa bilimkurgu değil fütüristik bir film. Aşkın geleceğini anlatıyor, gelecekteki aşkları…
Kahramanımız Theodore çok sevdiği karısı Catherine’den ayrıldıktan sonra içine kapanır ve izole bir hayat yaşamaya başlar. Gelecekte bu günlerde artık insanlar sevdiği insanlara mektup yazmayı bırakmışlardır ve bu işi onların yerine bir şirket gerçekleştirir. İşte Theodore bu şirkette çalışan ve dokunaklı mektuplar yazan birisidir. Bir gün bir reklamla karşılaşır, bir işletim sistemi reklamı. Can sıkıntısını varoluşsal buhranlarıyla harmanlayan Theodore işletim sistemini satın alır. Fakat bu işletim sistemi öncekilerden zekâ olarak ilerde olduğu gibi fazladan bir özelliğe de sahiptir: Bu makinenin duyguları vardır. Sonra; o çok sevdiğimiz kaçınılmaz savaş başlar: Gerçek ile kurgulanmış olanın savaşı. Yani hakikat ile yanılsamanın, doğal ile sentetik olanın, orijinal ile ‘kitsch’in savaşı… Ve tabii ki kadın ile erkeğin…
Kurgulanmış makine ile gerçek arasındaki savaşın en işlevsel filmi elbette hepinizin hatırlayacağı gibi Matrix’dir; fakat Matrix’in yaratıcılarının gerçek ile yanılsama arasında kurdukları -Zizek’e göre- o hatalı bağ gerçeği saptırıyor. Bu hatalı bağ yüzünden Slavoj Zizek; Matrix’in sapkınlığın iki yüzünü temsil ettiğini söylemiştir. Zizek; filmde Neo’nun yaptığı tercihin gerçek ile yanılsama arasındaki tercih olmadığını çünkü yanılsamayı insanın hayatından atarsanız gerçeği kaybedeceğinizi, söyler. Şöyle; kendi gerçekliğimizi inşa eden şey aslında bizim fantezilerimizdir. Bunu psikanalizdeki libido ile karşılayabiliriz. İnsanın bir nesne ile yahut özne ile kurduğu ilişkide gördüğü şey bir boşluktur. Bu boşluğu arzu -Lacancı anlamda arzudan bahsediyorum- doldurur ve bir gerçeklik inşa eder. Yani gerçek hâlihazırda kendimiz tarafından kurgulanmış bir şeydir. Şimdi Theodore’un işletim sistemi ile -ki nevi şahsına münhasır bir ada da sahiptir: Samantha- kurduğu ilişkiye bakalım: Film metni bize iki varlık arasında seçim yapmamız gerektiğini söyler. Theodore da bu seçime maruz bırakılır. Bir tarafta gerçek(!) kadınlar vardır; diğer tarafta bir işletim sistemi yani bir simülasyon/gerçek olmayan. Theodore’un boşanmak üzere olduğu -ama çok sevdiği- karısı ile buluştuğu sahnede (eski) karısı laptopuna âşık olduğunu öğrenince Theodore’u küçümseyerek ona şöyle der: “Benimle baş edemedin, hayatın gerçeklerinden kaçınacağın bir eşin olsun istedin ve sonunda buldun.” Matrix’in düştüğü hataya düşen yönetmen bize kırmızı ve mavi hapı uzatmaktadır; oysa filmde gerçek olan sadece erkeğin bakışıdır. Bu bakış kadını var eden bakıştır.
Kadını var eden bakış derken tamamen Lacan’ın terminolojisine sadık kalıyorum. Kısaca şöyle özetleyebilirim: Lacan; Freud’un “öteki cinsiyet” kavramı yerine “ek” kavramını geliştirmiştir. (Evet Jacques Derrida’nın Jean-Jacques Rousseau’dan mülhem geliştirdiği ek kavramına eş bir kavram.) Buna göre “kadın yoktur” sadece erkeğin ekidir. Lacancı bakış açısına göre; kadın asla bir kadınlık özünün ya da anatomisinin ete kemiğe bürünmüş hali değildir. Kadın değişmez bir bütünlüğün varlığı olmadığı gibi, erkek de her şeye kadir olduğu yanılsamasıyla kadına egemen olabilecek bir efendi değildir. (Yanlış anlaşılmaya çok açık olan bu Lacancı terminoloji feminist söylemin bir zamanlar hedef tahtasına yerleşse de aslında hiç de kadını aşağılayan bir yanı yoktur. Lacan erkek ve kadın hakkında şöyle düşünüyordu: “erkek -mış gibi yapma”nın kölesidir; kadın ise zaten tamamlanmamış olduğu için -mış gibi yapmak zorunda değildir, kadın bu yüzden hakikate daha yakındır. [Freud da bu kadınlık erkeklik mevzusundan sıyrılamadığı için şöyle demiştir: “Anatomi kaderdir.”] Slavoj Zizek; Lacan’ın zikrettiğim fikrini şöyle özetlemiştir: “Kadın sujedir; erkek taklittir.” (“babanın taklidi” demek istiyor)).
Erkeğin bakışına dönecek olursak; erkeğin bakışının şu kadınlık denen özü nasıl inşa ettiğini anlatan absürt ama güzel bir Türk filmi vardır: Japon İşi (1987). Filmi hatırlayalım; Kemal Sunal bir gazinoda garsonluk yapmaktadır ve gazinonun assolisti Türkiye’nin tanıdığı bir ses olan Fatma Girik’in canlandırdığı karaktere âşıktır. Bu imkânsız tek taraflı aşk bir Japon mühendis tarafından mümkün kılınır. Türkiye’ye gelen bu Japon mühendis; garsonun bu çaresizliğini anlar ve yardım etmek için bir robot yapar. Bu robot da Fatma Girik tarafından canlandırılır. Japonya’dan gelen bu gerçeğin yerini ikame eden simülasyon cansızdır; kolunda bir saat vardır. Bu saat ile robota komutlar verilir. Garson; şimdilik istediği şeyi elde etmiştir. İşte erkeğin bakışı dediğim şey burada devreye girer. Çünkü Kemal Sunal’ın robot ile ilişkisi bir anda efendi-köle ilişkisine döner. Simülasyon-kadın; sürekli yemek yapmakta, kahve pişirmekte, istendiği zaman Kemal Sunal’ın ayaklarını yıkamaktadır. Hiçbir şekilde isyan etmeyen; verilen her ödevi en mükemmel şekilde yerine getiren mükemmel bir makine. Filmde gerçek ile simülasyon tamamen zıt resmedilmiştir. Simülasyon ne kadar sadık ise gerçek o kadar asi; simülasyon ne kadar kadınsı ise gerçek o kadar erkeksi dir. Filmin finalden bir önceki sekansında Kemal Sunal gerçek ile simülasyon arasında bir seçim yapmak zorunda kalır ve gerçeği seçer. Simülasyon bu duruma içerlenir. Gerçeğini kıskanır ve intihar ederek kendini yok eder. Gerçek kadın intihara şahitlik eder. Kemal Sunal da öyle. Kemal Sunal’ın bir robota ne kadar üzüldüğünü görür ve gerçek aşkın kendisine dönük olduğunu burada fark eder, koluna girer; artık mutlu mesut yaşayacaklardır. Fakat çok ilginç bir şey daha gerçekleşir. Belki de filmin en önemli yeri burasıdır. Simülasyon kendini paramparça ettiğinde Kemal Sunal yanan metal yığını arasından çok alıştığı ve sevdiği makinesinden bir şey alır: Bütün komutları verdiği saat. Finalde bu saati gerçek Fatma Girik’in koluna takar. O çok asi çok buyurgan burnundan kıl aldırmayan assolist de bir robot olmayı memnuniyetle kabul eder.
Şimdi Her filmine bir kez daha göz atalım. Gelecekte insanların âşık oldukları makineler/işletim sistemleri ne yapmaktadır? Elbette bunlar Japon İşi’nin fantazmatik evreninden çok uzak değildir. Theodore’un tüm işlerini halleden bir nevi sekreter. Erkeğin her an hükmettiği, her daim elinin altında tuttuğu bir köle. İsyan etmeyen, itiraz etmeyen bir makine. Filmin en yaratıcı sahnelerinden birisi Theodore’un işletim sistemine ulaşamadığı sahnedir. Theodore sevgilisine ulaşamaz ve bir an ne yapacağını şaşırarak anlamsızca sağa sola koşturmaya başlar. İşte erkek bilincinin felç geçirdiği an; kadına hükmedemediği, onu yönetemediği kriz anıdır burası. Erkek bilinçdışının en zayıf olduğu yer; eksikliğin hatırlandığı o an. Babanın Adı’nın/yasanın tüm ihtişamı ile ortaya çıktığı an. Alfred Hitchcock’un unutulmaz filmi Vertigo’da James Stewart ile Kim Novak’ın öpüştüğü o meşhur sahneyi hatırlayalım. Erkek ne kadar da çaresizce yarattığı fantazmanın yerinde olup olmadığını bir yandan sevgilisini öperken bir yandan da göz ucuyla kontrol eder.
Her; popüler kültürün çok söylediği bir türküyü bir kez daha bu kez orijinal bir hikâye ile tekrarlar: Kadın erkeğin rüyasıdır ve mümkünse öyle kalmalıdır. Filmin sonunda yönetmen ilkel bir tercih yapar. Simülasyon yerine Theodore’u eski sevgilisine döndürür. Oysa bir kez daha yineleyecek olursak gerçeğin saf hali dediğimiz şey bir ‘yok’tan, ‘hiç’ten ibarettir. Arzularımızın yamulttuğu bakışlar ile anlamlandırmaya çalıştığımız eşya vardır. “Bir cinsel ilişkide arzuların inşa ettiği fantazmatik evren olmasaydı ve sadece partnerler olsaydı elimizde sadece anlamsız git-geller kalırdı.” İşte filmde yönetmenin yaptığı bu -güya- gerçeğe dönüş tam olarak böyle bir gerçekliğe dönüşü imler. Yönetmenin bize aşk diye yutturduğu şey bir boşluktur. Hiçliğin ta kendisidir.

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mezunu. Marmara Üniversitesi iletişim Fakültesi’nde Sinema yüksek lisansını tamamladı. Sinema Kafası’nda başladığı film eleştirilerine Cineritüel sitesinin yanı sıra Dipnot Dergisi’nde film eleştirileri ve makalelerini yayınlayarak devam ediyor.