İş Bankası Maximum Kart’ın ana partnerliğinde 16 Şubat’ta başlayan 16. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nin “İyileştiren Şeyler” temalı etkinliklerinden “Küçük Sohbetler”in konukları komedi sanatçısı, oyuncu ve yönetmen Cem Yılmaz ile güncel sanatçı Taner Ceylan’dı. Dün bomontiada’da gerçekleşen ve 3 saate yakın süren sohbette Yılmaz ve Ceylan, komediden estetiğe pek çok konuyu konuştu.
16 Şubat’ta başlayan 16. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali film gösterimleri, sanal gerçeklik sergisi ve etkinlikleriyle devam ediyor. Bu yıl “İyileştiren Şeyler” teması altında gerçekleşen festivalin, “Küçük Sohbetler” programının konukları komedi sanatçısı, oyuncu ve yönetmen Cem Yılmaz ile hipergerçekçi resimleriyle dünyaca tanınan güncel sanatçı Taner Ceylan’dı. Dün (19 Şubat) bomontiada’da gerçekleşen “Kahkaha ve Estetik” başlıklı sohbet için bir araya gelen Yılmaz ve Ceylan, onlara iyi gelen kitapları, filmleri ve komediden sanata pek çok konuyu konuştular. Kahkahaların eksik olmadığı sohbet 3 saate yakın sürdü.
“Komedyenin arkadaşı azdır”
Sohbete komedinin seyirciyle üretilen bir şey olduğunu söyleyerek başlayan Cem Yılmaz komedyen olmanın zorluklarını şu sözlerle anlattı: “Komedide espiriyi biz beraber üretiyoruz. Esprinin muhatabı olduğu zaman seyirci hiç zevk almıyor. bu işin kuralı budur. Seyirci şakanın kurbanı olmak istemiyor, irdelediğin şey olmak istemiyor; modelin olmak istiyor. Mesela, teman bağnazlıksa, bunu dinliyor ve diyor ki ‘Bu ben değilim, yanımdaki’. Hepimiz öleceğiz diyorum, ‘Tamam ama bu ben değilim ki, kesin yanımdaki gidecek’. Komedyenin bu anlamda arkadaşı da az. Hayat daha pamuk ipliğine bağlı diğer mesleklere göre.”
“Gülmeyi ertelemek bir kayıptır”
Gülmenin bir savunma meselesi olması konusunda da konuşan Yılmaz, “Ben her şeye gülmem diyen insanlar vardır ya. Nereden biliyorsun ki? Vücut bir kere bunu istemsiz bir şekilde yapıyor zaten. Bu tür beğenilerle ilgili kendimizi bir yere koymamız da çok acayip. Mesela nelere gülüyoruz sorusunun cevabını ararken aslında bir sürü sorunun da cevabını arıyoruz. Ben kendim bu sorunun cevabını şöyle cevaplamayı tercih ediyorum: Her şeye gülerim. Çünkü bu köklü bir tercih. Kökünde her şeye şüpheyle yaklaşmak ve her şeyi çok da ciddiye almamak var. Gülmeyi ertelemenin de bir vakit kaybı olduğunu düşünürüm” dedi.
“‘Boksörler’ bizi anlatıyordu”
Taner Ceylan da buna karşılık “Estetikle benzeştiği noktada neyi güzel bulurum ya da neyi güzel bulmazsın, belki orda ortaklaşıyoruz. Mesela ben tebessümle gülen insanları resmeden ender ressamlardan birisiyim. Hep şunu savunmuşumdur: İyi hissetmek istiyorum, bakınca iyi hissetmek istiyorum. Genelde mutluluk üstüne çok resmim var. Mesela ‘Boksörler’ serisinin altına baktığında da o arayışı görebilirsin. İki boksör: İlkinde direniş var, ikinci yaptığım boksör ise direnmeyi bırakan boksör. Genel ruh halimizle çok ilgili bir şeydi. Direnmeyi bırakmış, bir yumrukluk hakkı kalmış. İki haldi o, iki halimdi. İki halimizdi yani” yorumunu yaptı.
“Popüler olmak büyük problem”
Ünlü ve popüler olmak konusunda Taner Ceylan, bunun tehlikeler içerdiğini ve bir sanatçı için o sınırı geçmenin yok oluşu da getirebileceğini savundu: “Bir resmi ya da bir sergiyi yaptıktan sonra o an için o durumla çok da ilgilenmiyorum. Yani tuttu mu tutmadı mı, hakkında yazıldı mı yazılmadı mı… Ben tanınan bir ressamım ama bunun 10 yıl sonra böyle olmayabileceğinin de farkındayım. Çok az üretmek de bir problem, çok üretmek de, ama popüler olmak en büyük problem bizde. Çünkü benim yüzümün görünmemesi lazım. Ben fiziken işimin önüne geçersem işim için iyi bir şey değil bu. Geçtiğimiz 10 yıla bakarsanız popüler dünyanın, içine çekip, emip yok ettiği yetenekler var. Ama işte, işleri de kötüleşti o süreçte. İşlerinin kalitesi ya da nitelikleri korunsaydı başka bir şey olabilirdi belki ama bizdeki çark daha tehlikeli, çok daha sert, öğütüyor. Dünyada da keza öyle. Mesela Almanların çok önemli bir sanatçısı var, Martin Kippenberger. Artık literatüre ‘Galericilerin ve koleksiyonerlerin öldürdüğü ressam’ olarak geçti.”
“Resim hayatımdaki en önemli eylem”
Ceylan konuşmasına şöyle devam etti: “Suratımın resmimden öne çıkması en korktuğum şey. Ama tam bir sınırda görüyorum kendimi, bu sınırı da aşmamayı düşünüyorum. Hayatımdaki en önemli eylem resim. Başka hiçbir şey yok hayatımda. Benim suratım işimden daha çok anılırsa yaptığımın değeri kalmaz ki. Çünkü ben bununla para kazanmıyorum, bununla var olmuyorum, bununla var olmak istemiyorum. Benim elimden çıkan şey, Tanrıyla bağlantımla, evrenle olan bağlantımla tuvale aktardığım şey. Söylemek istediğim, aktarmak istediğim bir durum var. Günde 8-9 saat tuvalin başında, 10 santimlik bir mesafeyle zaman geçirdiğiniz zaman orada oluyorsunuz artık, orda yaşıyorsunuz. O ağacın bir parçası oluyorsunuz, ordaki kumaşın bir deseni oluyorsunuz ve o sizin hayatınız oluyor. Artık ben ben değilim ve orada yaşayan bir canlıya dönüşüyorum. Benim tuvalde gördüğüm gerçek, bir rüya. Belgesel değil, oradaki gerçekliğin hayattaki gerçeklikle de bir alakası yok. O bir hayal dünyası, o bir kurgu, olmak istediğim bir yer aslında. O yüzden yüzümün görünmesi değil onun görünmesi önemli.” !f İstanbul’daki bu sohbetin seyirci önünde görüneceği son etkinlik olduğunu da belirten Ceylan, iki yıl boyunca yeni projesi için atölyesine kapanacağını da söyledi.
“Sevilmek dalgalı bir şey”
Yılmaz’ın şöhret ve popüler olmakla ilgili yorumu ise şöyle oldu: “Şöhretten kurtulamazsın, istifa edemeyeceğin bir şey tanıdık olmak. Bazılarının tanıdık olmakla ilgili arzusu oluyor ya, ciddi bir kalabalığın; bir bilinsek, diyorlar. Halbuki onun yüküne dair hiçbir bilgileri yok. Ben sanatçıyım; bir bakkaldan, terziden fazladan ayrıcalıklı bir kimse olmayı sevmiyorum. O dünyada değilim. Bir gün, ‘Nerde o eski alkışlar’ diyen bir adama evrilmek istemem; çünkü dün gülenler başkaydı, bugün başka. İnsanlar bununla ilgili bir trajedi yaşıyorlar. Bunu kendimden uzaklaştırmaya çalışıyorum, bir ayrıcalık da beklemiyorum. Anlaşılmanın, sevilmenin dalgalı bir şey olduğunu biliyorum. Bununla mücadele etmeyi de bir görev gibi düşünmek yerine mesleğin kendi gerekleriyle ilgili olmasını tercih ederim. Komedinin köklerine inmek, tekniğinle, hızınla, parlaklık, zihinsel aydınlık, bir şeyi bir şeye dönüştürme kabiliyeti, hız… Bunlarla ilgilenmek benim için daha önemli.”
“Abimden komik olsam bana yetiyor”
Yılmaz, 90’larda sahneye çıkmaya başladığında anlaşılmadığını, ancak uzun yıllar sonra “Usta komedyen” unvanıyla karşılandığını anlatarak şunları söyledi: “Profesyonel komik olmamaya gayret etmek, ne satarla ilgili fikirden olabildiğince uzak kalmaya çalışmak bir terbiye getiriyor belki insana. Bu sizi belki zorluyor olabilir başında. Çok komik bir şey yaşadım ben mesela mesleki hayatımda; sahneye ilk çıktığımda beni küçük bir kitle izlemeye başlamıştı. Hani bazen diyorlar ya, tırnak içinde söyleyeyim bunu, ‘Çok da halka hitap etmiyor’ meselesinin tam aksini 20 yıl önce duyuyordum ben. Ben zaten ahaliye hitap etmiyordum ki, sahneye çıktığım yer 50 kişilikti. Hiçbir zaman o kitleye, ‘Hey, işte seveceğiniz komedyen geldi’ falan yapmadım, 50 kişi izliyordu beni zaten. Sonra kendi istekleriyle 100 oldular; sonra 2 bin kişilik, 5 bin kişilik yerde sahneye çıkmamın sebebi bir revizyonla, bir dönüştürmeyle ilgili olmadı ki. Onlar arzu ettiler izlemeyi. Yani sonrasında üzerinden 20 sene geçtikten sonra şunu duymak elbette komik geliyor. O zaman marjinalken -o zamanın marjinali neyse artık- diyorlardı ki, ‘Bizi ilgilendirmeyen bir şey bu, hoş da değil, güzel de değil. Ne ki şimdi bu? Bir tane çocuk çıkıyor, 22 yaşında, yaptığı şey tiyatro oyunu değil, performans da, bir şey değil, ne ki bu, ne bu ya?’. 1995, 1996, 1997, hâlâ ‘Ne bu ya, ne bu!’. 2015 oldu, “Usta komedyen!”. 20 sene ‘bu ne ya’ ile geçti, ‘ne bu ya’, ‘ne bu ya’, arada hiçbir şey yok! Tabii unvanla ilgilenmediğim için bu beni ferahlatan bir şey. Ben neticede babamın oğluyum, ne kadar komiksem o kadar komiğim. Elimde bir tane silahım olsa bile bana yeter. Hep şakasını yapıyorum: Ben abimden komik olsam bana yetiyor. Her zaman da yetmiştir. Veya sizden birazcık daha komik olsam sizden rol çalabilirim.”
“En büyük amacım soyut resim yapmak”
Ceylan, her zaman soyut resmi çok sevdiği ve soyut resim yapmak istediği itirafında bulundu: “Çocukluğumdan beri gerçekçi resim yapıyorum. Çocukluğumda bile çocuk resmi yapamadım ben. En büyük amacım da soyut resim yapmak, bir ucundan girmek, ama olmuyor. O başka bir şey. Her ressam soyut resmin arkasında duramaz. Soyut bir resmin arkasında durabilmek, onu savunmak ciddi bir şey.”
“İyi niyete güvenmenin bir sorumluluğu var”
Yılmaz da karikatür çizdiği zamanlardan bir açıklamada bulundu ve şunları söyledi: “Bir ara karikatür yüksek sanatlarla çok dalga geçti. İçerik olarak ama; çizim olarak değil. Mesela baleyle dalga geçtik, operayla dalga geçtik. Bağlamında dalga geçmedik, başka bir yerde olduğunda dalga geçtik. Bir baletin kostümünün komik görünümüyle, bambaşka bir ortamda komik gelebileceğiyle, ki bunlar doğru tespitler ama biz bunlarla masumane dalga geçerken bunları okuyanlar o yüksek sanatlarla dalga geçiyoruz zannetti ve bunu öyle satın aldı. Mizah dergileri entelektüel birine ‘entel’ yaftasını yapıştırırken buna bütün kitap okuyanları dahil eden bir kitle yaratıldı, ‘Evet, doğru, entel diyelim onlara’ diyen bir kitle dahil oldu. İşi snobe edenlerle işini Taner Ceylan gibi çocukça ve masumca yapanlar aynı potaya atıldı. Karikatür ‘maganda’, ‘zonta’ tanımını yaparken, ‘entel’ tanımını yaparken tüketicinin iyi niyetine, ayırt edebilir kabiliyetine güvendi ama kitlesel olarak bunlar çoğu zaman yanlış anlaşıldı. Ve insanlar canının sevdiğine ‘maganda’ demeye başladı, canının sevdiğine ‘entel’ deyip küçümsedi. Diyorlar ya, ‘Mizah bir silahtır’. Tamam işte, doldurdun mermileri, topluma silahı verdin, pata küte sağa sola ateş edildi. İyi niyete güvenmenin bir sorumluluğu var” dedi.
“Sanat zenginleştirir, özgürleştirir”
Sohbetin sonunda Taner Ceylan’ın yaptığı konuşma ise uzun alkış aldı: “Sanat özgür bir alandır. Total bir özgürlük vardır sanatta. O yüzden bol bol sergi gezin, bol bol müze gezin, nitelikli müzik dinleyin, iyi kitaplar okuyun, iyi öyküler okuyun ve nitelikli filmler izleyin. Bir Mahler’i dinlemek, bir Wagner’i dinlemek kolay iş değildir ama öğrenilen şeylerdir. Gözü eğitmek gerekir, kulağı eğitmek gerekir; eğittikçe o dünya büyür, gördükçe gelişirsiniz, zenginleşirsiniz ve özgürleşirsiniz. Onun için kolay iş değildir sanatsever olmak, basit de değildir. O yüzden anlamadığınız, görmediğiniz, tınısından hoşlanmadığınız şeylerden korkmayın, anlayarak yaklaşmaya çalışın, zenginleşin, özgürleşin.”
“Küçük Sohbetler”de sıra Yeşim Ustaoğlu ve Birhan Keskin’de
16. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nin “İyileştiren Şeyler” temalı “Küçük Sohbetler” programı senarist, yönetmen, yapımcı Yeşim Ustaoğlu ve şair Birhan Keskin ile devam edecek. 23 Şubat Perşembe günü bomontiada’da gerçekleşecek “Su ve Heves” başlıklı sohbet 19:00’da başlayacak.
Ayrıntılı bilgi için: www.ifistanbul.com