Black Swan (2010): Masumiyetin Kan Kaybı

Black Swan (2010): Masumiyetin Kan Kaybı

Yazar Puanı4
  • Aronofsky, Nina’nın gecikmiş olan ergenliği ile hesaplaşmasını ele alırken ortaya çıkan sonucu, mutlak bir dönüşümden çok; çarpık, tam olarak tamamlanmamış ya da bazı parçaların yitirildiği için bütünün anlamının dolaylı olarak yitirdiğini varsayarak ele alıyor. Böylece dönüşüm, karanlık tarafa meyledip yolunu kaybetmiş kötücül bir ruh değil her insanın içinde bulunan duygularıyla hesaplaşması olarak algılanıyor.
Share Button

Daren Aronofsky daha önceki filmlerinde de olduğu gibi kamerasını yine show dünyasından bir karaktere, bu kez Kuğu Gölü balesinin modern bir uyarlamasını deneyen bir kumpanyada başrol oynayan Nina ismindeki bir balerinin çıkmazlarına döndürüyor Siyah Kuğu’da (Black Swan). Ancak beyaz tülülerin içerisinde tüm zarafetiyle sanatlarını icra eden dansçıları göstermek yerine sahnenin arkasına, bale dünyasının karanlık taraflarına odaklanıyor: Çarpık ayak parmakları, zorlu fiziksel şartlar, uzun provalar, yaralanmalar, sakatlanmalar, hayal kırıklıkları, deforme olmuş uzuvlar ve geri dönüşü olmayan duygusal travmalara izleyicisini ortak eden yönetmen, kullandığı temaları son derece sıra dışı anlatım tekniğiyle harmanlayarak izlemesi oldukça güç ancak bir o kadar da heyecan verici bir filme imza atıyor.

Film temel izleğini Kuğu Gölü balesinin modern uyarlamasının başrolünü oynamaya hak kazanan genç balerin Nina Sayers’in (Natalie Portman), rolü aldıktan sonra aşması gereken bir engeli üzerine kuruyor: Nina hem Beyaz hem de Siyah Kuğu’yu oynamak zorunda olmasından dolayı derin bir çekingenlik zırhına bürünüyor. Ancak Aronofsky, daha filmin en başlarından itibaren Nina’nın sorununun teknik yetersizliği değil, kendi kalıpları ve kuralları içine hapsolmuş olmasından, baskıcı annesi yüzünden kadınsal dönüşümünü tamamlayamamasından kaynaklandığını izleyiciye aktarıyor. Bu da filmin rotasını bir azim hikâyesinden gerilimli ve sancılı bir kendini keşfetme / yüzleşme öyküsüne döndürüyor.

Kusur-Kusursuzluk

Beyaz puantlarının üzerinde, ayakuçlarında, bembeyaz tülülerle dans eden Nina tüm kırılganlığı ile Beyaz Kuğu olarak oldukça etkili bir sahne personasına sahiptir. Nina’nın sahne üzerindeki her hareketinde tek isteği “kusursuz” olmaktır. Ancak Siyah Kuğu olması için bu “mekanik kusursuzluk” yeterli değildir. Otorite altında kişilik ve tepki sorunları yaşayan, her fırsatta koreografisine çalışan, asosyal ve aseksüel, tüm hayatını bale üzerine kurmuş olan Nina; yıllardır elde etmiş olduğunu sandığı mükemmeliyetinin aslında mekanik bir yanılsama olduğunu keşfetmesiyle yıllarca annesi tarafından zapt edilmiş ergenlik kabuğunu çatlatır. Tüm bu “kusursuzluk” takıntısı yüzünden “kusursuz” olamayan Nina, hareketlerindeki kontrol ve baskıyı gevşetmeye çalıştıkça kendiyle ilgili daha derin ve önemli sorunlarla yüz yüze gelecektir. Artık Siyah Kuğu olabilmesi için çirkin ördek olarak yumurtadan çıkmak zorundadır. Aronofsky, Nina’nın gecikmiş olan ergenliği ile hesaplaşmasını ele alırken ortaya çıkan sonucu, mutlak bir dönüşümden çok; çarpık, tam olarak tamamlanmamış ya da bazı parçaların yitirildiği için bütünün anlamının dolaylı olarak yitirdiğini varsayarak ele alıyor. Böylece dönüşüm, karanlık tarafa meyledip yolunu kaybetmiş kötücül bir ruh değil her insanın içinde bulunan duygularıyla hesaplaşması olarak algılanıyor.

Black Swan özünde bir ‘doppelganger’ öyküsüdür. 19. yüzyıl romantik akım geleneğinde çok önemli bir yer tutan doppelganger (çift-gezer) terimi, kişinin kötücül kopyası ya da karanlık yüzüyle hesaplaşması ve genelde ona dönüşmesiyle özünü yitirmesi şekilde ifade edilmektedir. Nina rolün baskısını üzerinde hissettikçe doppelgangeri / alteregosu Lily’ye kötücül düşünceler / anlamlar yükleyerek bir savaş başlatır. Kendi kopyasıyla giriştiği savaş-kıskançlık-yarış onu Thomas’ın kusursuzluk tanımına yakınlaştırır: “Kusursuzluğa önem vermeyen, karanlık ve derinlikli bir performans çoğu kez kusursuzdur.” Lily ile giriştiği savaş Nina’nin Siyah Kuğu’ya dönüşmesindeki çetrefilli bir yoldur; ancak Aronofsky diğer doppelgangeri da sık sık Nina’ya anımsatır: Eski baş balerin Beth. Filmin sonundaki jenerikte Beth’in isminin yanında Dying Swan (Yaralı Kuğu) yazdığını da gördüğümüzde Nina’nın sık sık Beth’de kendisini görmesinin anlamı büyüyor. Ne kadar başarılı olsa da kaçınılmaz son olarak gördüğü Beth, onun için parlak sahne ışıklarından uzak bir zorunlu emeklilik anlamına geliyor. Tabii bu sırada Thomas’ın yeni “Küçük Prenses”i bir başkası olacağı fikri de Nina için katlanılmaz boyutlara ulaşıyor. Nina’nın birden çok doppelgangere sahip olmasından dolayı düştüğü karmaşanın üzerine bir de annesinin tutucu baskısı ekleniyor. Bu açıdan filmin sonunda bale gösterisiyle fiili olarak ilgisi olmamasına rağmen jenerikte annesinin isminin Erica Sayers / The Queen (Kraliçe Kuğu) olarak yazılması baskının boyutunu perçinliyor.

Nina, kızının her şeyiyle ilgili görünen ama onu ciddi bir şekilde taciz ve manipüle eden kafa karıştırıcı bir otorite simgesine dönüşmüş, Kraliçe Kuğu’nun baskısı altında gittikçe zorlaşan yaşamından kurtulmasının tek yolunun, sunulan tüm sözde konforu reddetmekten geçeceğini yavaş yavaş anlıyor. Bu kadınsal dönüşüm / ayakları üzerinde durma fikri, filmde oldukça karanlık bir metamorfoz olarak tezahür eder. Anne-kız ilişkisindeki gerilim bir süre sonra Nina için bedensel bir dönüşümün simgesi olur. İstemsiz şekilde sırtını kaşıması örneğinde olduğu gibi bedeni sadece kendisine ait değildir. Kendine verdiği küçük bir zarar annesinin sert tepkileriyle sonuçlanmaktadır. Bedeni üzerinde herkesin hak sahibi olması fikrinin çarpıklığına işaret eden yönetmen; Nina’nın sırtından çıkarttığı kanatları, kırılan uzuvları ya da cinsel özgürlüğü ile başta annesi ve Thomas dâhil olmak üzere çevresindeki tüm karakterlere meydan okuyarak bedenini tekrar elde etmesinin öneminin altını çizer. Gecikmiş kadınlığına tüm kalıpları parçalayarak kanlı bir şekilde ulaşan Nina, filmin sonunda üstün bir Siyah Kuğu performansı gerçekleştirir ancak tüm bu süreçte yitirdiği kırılganlığı olmadan Beyaz Kuğu’da bocalar. Kusursuz ve kanlı bir metamorfoz geçiren Nina’nın, her doppelganger öyküsünde olduğu gibi değişimde kazandıkları kadar yitirdikleri de önemlidir. Belki de bu yüzden birçok kültür, insanın kendisiyle karşılaşması fikrini uğursuzluk olarak görür.

Aronofsky, öyküsünün özü olan metamorfozu anlatırken kendi takıntıları ve kurallarından taviz vermeden ciddi bir yönetmen filmi ortaya çıkarıyor. Yönetmenin alâmetifarikası olan paranoya ile şekillenen çarpık algıların, sorunun ikamesine dönüşmüş takıntıların, şehrin ürpertici griliğinin, sıradan eşyaların ve anların ana öykü üzerindeki baskınlığı ile özel alanların sürekli gözetlenmesi sayesinde izleyici ile karakter arasındaki mesafeyi sıfıra indirmek gibi detayların hepsi Black Swan’da alttan alta kendini gösteriyor. Yönetmenin oyuncuların yüzlerini deforme eden yakın planları ve genel bale izleğine uymayan omuz kamerasıyla elde edilmiş dışavurumcu çekim teknikleri filmin kaygan zemininin ifadesi açısından oldukça etkili görsel tercihler olarak göze çarpıyor. Filmde oldukça önemli yer tutan aynalar ise kişinin kendini izlemesi amacından daha çok, halen aynı kişi miyim sorusunun cevabının karşılığı olarak ekrana yansıyor. Sık sık birden çok aynanın yer aldığı çekimler kişilik bölünmelerine işaret ederken, bu esnadaki görsel tercihler fiziksel tahribatın da etkisiyle filmin gerilim tonunu oldukça yükseltiyor. Hatta yönetmen, kamerasını satenlere sarılmış deformasyona uğramış ayak parmaklarına odaklarken film yer yer Cronenberg’i anımsatan oldukça rahatsız edici sanrılar da barındırıyor.

Son tahlilde Black Swan bireysel karanlığın içerisinde kendini arama, parçalanma ve tekrar bir araya gelmek için çaba sarf etmeme öyküsü. Belki de bu yüzden onca acıya, hırpalanan bedenine rağmen Nina her şeyi “muhteşemdi” diyerek bitiriyor.

, , , , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir