On Body and Soul (2017): Belki de Geyiklerin Rüyasından İbarettir

On Body and Soul (2017): Belki de Geyiklerin Rüyasından İbarettir

Yazar Puanı3.5
  • “Benim şu anda rüya görmediğim, hatta bütün hayatımın bir rüya olmadığı güvencesini bana kim verebilir?” diyen Fransız filozof René Descartes, rüya ile uyanıklığı tam anlamıyla ayırt edemeyeceğimizi iddia eder. Hangisi rüya, hangisi gerçektir? Ya da başka bir soru; olmak istediğim ben’i gösteren rüya, olmak istemediğim bir ben ile sürdürdüğüm maddi hayattan yeğ midir? Belki de On Body and Soul, geyiklerin gördüğü bir rüyadan ibarettir.
Share Button

Macar yönetmen Ildikó Enyedi’nin 67. Uluslararası Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı Ödülü’nü alan filmi Testről és Lélekről (Beden ve Ruh / On Body and Soul, 2017) fonksiyonlarını eksiksiz yerine getiremeyen bir beden ile özgürlüğünden yoksun bir ruh arasındaki çelişkinin üzerine kurulu. Bu sebeple filmin çift hatta ilerlediğini, bu hatlardan birinin “şimdi”, diğerinin ise belirsiz ve zamansız rüya sahneleri olduğunu söyleyebiliriz. Karakterlerimiz Endre ve Maria, çalıştıkları mezbahada ölü ve diri hayvanlarla ne kadar içli dışlı olsalar da yedikleri yemek sebze lapasından öteye gitmez. Steril, beyaz fayanslar içinde bir mekan olarak verilen mezbahaya bulaşan kan, buranın hayvanların öldürüldüğü, şiddet dolu bir yer olduğunu göstermekle kalmaz, ormanda karlar içindeki rüya sahnelerinin soğukluğunu da çağrıştırarak yaşam/ölüm ikilemini hatırlatır. Mezbahada dahil oldukları sirkülasyon sebebiyle zamansız öldürülen hayvanların ruhu özgürce açığa çıkar, kapalı kutularda ölümü bekleyenler ise zaten ruhtan yoksundur. Yalnızca et için makineler vasıtasıyla kesilip derileri yüzülür. Maria da duygularını açığa vuramayan, sosyal hayatında sorunlar yaşayan, “yaşayan” bir ruhsuzdur. Bu anlamda mezbahadaki hayvanlardan farksızdır. Endre ise normal gözükür fakat iş yerinde gerçekleşen bir hırsızlık vakasında suçluyu tespit etmek üzere gelen terapistin tarama soruları, onun da birtakım içsel sorunlar yaşadığını izleyici nezdinde açığa çıkarır. Endre’nin tek kolu aksaktır ancak ruhunda da eksikler vardır, Maria gibi.

Yaşam ve ölüm arasında bir mekan olarak kurgulanan rüya sahnelerinin soğukluğu ve beyaz yoğunluğu, saf, steril bir dünya inşasıyla kalmaz, mezbahanın görsel atmosferinin ve gerginliğinin aksine huzurlu ve “yaşam dolu” bir ortamı da var eder. Sonradan Maria ve Endre’nin ortak rüyaları olduğunu öğreneceğimiz bu rüyalardaki kar ve beraberinde gelen soğuk, yaşamın canlılığını koruyan bir unsur olarak da okunabilir. Çünkü geyik suretinde ormanda bulundukları rüya dizisi, sıkıcı hayatlarından daha samimi ve gerçektir. Öyle ki bütün gün ormanda huzurla gezinerek karların altında “canlı”, taze yeşillikler ararlar, günlük hayatlarında yakınlık kuramadıkları, özellikle Maria insanlarla göz teması kurmada sıkıntı yaşadığı halde, rüyalarda iki geyik olup bakışırlar.

Empati ve temas yoksunu, hali ve tavrıyla robot mekanikliğinde bir karakter olarak karşımıza çıkan Maria, kapalı duygularını yalnızken bile özgür bırakamaz. Dolayısıyla bu donuk tavırları, yeni iş yerinde dışlanmasına, daha da yalnızlaşmasına sebep olur. Hala bir çocuk terapistine gidip onun tavsiyeleriyle dokunmayı, iletişim kurmayı, hissetmeyi öğrenme çabaları, problemlerinin geçmişten geldiğinin altını çizer. Öte yandan mezbahada çalışanların birbirlerine karşı önyargıları, keskin görüşleri, hırsızlık olayını gerçekleştirenin Endre için sürpriz bir isim çıkması, araştırma yapan polislerin bencil tavırları derken Endre için de huzurlu bir alan kalmaz; çare Maria ile geyik olarak yalnızca rüyalarda buluşmak değil, gerçek hayatta da birlikte olmaktır artık. Kesimhanede ölen hayvanların serbest kalan ruhları, özgür benliğini arayan, yaşamayı baştan tanımlamaya, var olmaya çalışan Maria’nın ruhuna evrilirken, Endre için de şefkatli ve sevecen bir alan kurulur. Biri bedeni diğeri ruhu temsil eden iki karakterin ortak rüyada yer almaları, üstelik doktora rüyalarını aynı kelimelerle aktarmaları, beden ve ruhun bir bütün olduğunu da ortaya koyar. Her ne kadar çatışma halinde oldukları düşünülse de, beden ve ruh birlikte hareket ettiklerinde bütünlenirler.

Farklı bir açıdan baktığımızda rüyanın bedenden ayrı düşünülememesi de yine ruh kavramını akla getirir. Freud’a göre bilinç düzeyinde bastırdığımız arzuların ve duyguların açığa çıktığı bir alan olan rüya, Jung’a geldiğimizde insanın korkularını dışa vurur, gerçeğini yansıtır. On Body and Soul, her iki kuramdan da izler taşır. Yakınlaşmaktan korkan Maria rüyasında yine erkeğinden ayrı gezen, onunla sınırlı temas kuran bir dişi geyiktir ancak arzuları da o kadar ağır basmıştır ki, su içerken burnuyla erkek geyiğe temas etmekten kaçınamaz. Üstelik bu temas, maddi hayatında Endre ile kuracağı yakınlığı da belirler. Rüyaların izinde kavuşan iki karakter, birbirlerini tamamlayarak yeni bir hayata adım atar.

“Benim şu anda rüya görmediğim, hatta bütün hayatımın bir rüya olmadığı güvencesini bana kim verebilir?” diyen Fransız filozof René Descartes, rüya ile uyanıklığı tam anlamıyla ayırt edemeyeceğimizi iddia eder. Hangisi rüya, hangisi gerçektir? Ya da başka bir soru; olmak istediğim ben’i gösteren rüya, olmak istemediğim bir ben ile sürdürdüğüm maddi hayattan yeğ midir? Belki de On Body and Soul, geyiklerin gördüğü bir rüyadan ibarettir.

, , , , , , , , , , , , , , , ,

2 comments

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.