Konuk Yazar: Kerem ERGİN
Dünyayı robotların ele geçirdiği ve insanlarla robotların karşı karşıya geldiği fantastik filmlere seyirci olarak alışığız ve her filmde benzer soruları kendimize soruyoruz: Gerçekten bir gün robotlar dünyayı ele geçirip insanları köleleştirebilir mi? Farkında olmadığımız ise, uzaylılar nasıl filmlerde karakteristik bir şekilde koca kafalı elips gözlü resmediliyorsa, robotlar da metalik bir vücuda bürünmüş insanın mekanik hali olarak resmediliyor ve bu yanılgıyla robotların/teknolojinin ürettiği makinelerin bizi henüz ele geçirmediklerini düşünüyoruz. Hâlbuki bilgisayar, cep telefonu ve bu iki aygıtın içerisindeki milyonlarca farklı özellik ile birlikte insanoğlu artık kendi dünyasının sahip olduğu gerçeklikten başka sanal hayatlar üretiyor ve oluşturulan bu sanal hayatlar çoktan insanlığın gerçek formatını ele geçirmiş bulunmakta. Artık makineler sayesinde konuşuyor, yazı yazıyoruz, internet aracılığıyla geziyoruz ve neredeyse kendi gerçek kimliğimizi kullanmadan ve bedenimizi hareket ettirmeden pek çok işimizi görebiliyoruz. Sanal dünyanın insanlara sunduğu bu sonsuzluk, insanı suni bir özgürlüğe kavuştururken vücudumuzun ve ruhumuzun paslandığının çok zor farkına varabiliyoruz. 2012 yapımı, Henry Alex Rubin’in eleştirel bir yaklaşımla ele aldığı Disconnect (Sanal Hayatlar), popüler kültürden beslenerek dört farklı hikâye üzerinden gerçek hayatla sanal hayatı karşılaştırıyor ve karşı karşıya getiriyor. Bunu yaparken de ucuz bir “Teknoloji kötüdür” söyleminden çok, teknolojinin doğru kullanımının öneminin ve teknolojiyle insanoğlu giderek yakınlaşırken unutmamamız gereken şeylerin altını çiziyor.
Çocukluk dönemlerinde internette sohbet etme imkânı olan herkes bir kereliğine de olsa kendi kimliğini gizleyerek sanal bir karakter yaratarak arkadaşıyla şaka amaçlı ya da hiç tanımadığı biriyle sırf kendisini daha cesur hissettiği için internette sohbet etmiştir. Disconnect’in en çok süre alan hikâyesi de okul çağındaki iki çocuğun aynı okulda okudukları asosyal bir karaktere sanal bir genç kız karakteri üreterek şaka yapmalarıyla başlıyor. Kendi oluşturdukları karaktere iyice bağlanan çocukların yaptıkları eşek şakası sonucunda gerçek hayatın sanal hayat kadar tozpembe, geçici ve yenilenen bir yapıda olmadığı ve gerçek hayatın daha çok dikkat gösterilmesi gereken bir hassaslığa sahip olduğu fark ediliyor. Bunun farkına sadece çocuklar değil onların aileleri de varıyor; çünkü çocuklardan başlayan hikâye daha sonra diğer karakterlere de sıçrayınca anlaşılıyor ki, sanal dünyanın insanın kendi çevresinde oluşturduğu kopukluk çekirdek ailenin her bireyine sıçramış vaziyette. Asosyal ilan edilen çocuk, teknolojiye müzikle uğraştığı için bağlanıyorken, avukat babasının mazereti ise işi oluyor ama filmde bahsedilen bunların hiçbirinin bireyler arasındaki iletişimi engellemeye bahane olmaması.
İkinci hikâyede ilk çocuklarını kaybeden çiftin dolandırıldıktan sonra ortaya çıkan kirli sanal hayatları ve bunların ardında yatan ilişkilerinden kaynaklanan sorunlarla karşılaşıyoruz. Sanaldan gerçeğe dönen hikâyede gerçek hayatta ne kadar baş başa kalırlarsa, karakterler o kadar kolay ve hızlı bir şekilde sorunlarını çözebiliyorlar. Aynı eskiden elektrik kesildiğinde ailenin bir odada mum ışığı etrafında toplanıp konuşması gibi, Henry Alex Rubin’in filminde de elektriklerin kesilmesine benzer bir aksaklık meydana geliyor ve sanal hayatın mağduru olan karakterler, gerçekliğe döndüklerinde daha güçlü olmak adına birbirlerine daha çok ihtiyaç duyuyorlar.
Disconnect’in üçüncü hikâyesi ise çok farklı bir dokuya sahip, çünkü diğer hikâyelerdeki gerçek-sanal karşılaşmasının benzeri bu hikâyede yok. İnternetten müşterilere kamera açıp istediklerini yapan reşit olmamış erkek bir fahişenin televizyon muhabiri bir kadınla tanışması ve kadının konuyla ilgili haber yapma aşamaları ile tanıştığı genci kurtarmaya çalışmasını anlatan hikâyede aslında iki taraf da birbirinden beter iki çukurun içindeler. Televizyon dünyası belki daha eski zamanlı olduğu için gerçekliğin içerisinde gözükse de, aslında internette oluşturulan sanal dünya ile televizyon dünyası arasında hiç fark yok. Öyle ki, iki karakterden biri internet aracılığıyla müşterilerine nasıl kendini sunuyorsa, televizyon muhabiri de haber yapma aşamasında aynı şekilde kendini pazarlıyor. Yanılgı, muhabir kendini film boyunca masum ve kurtarıcı sansa da, aynı yolun yolcusu olan iki karakterin teknolojinin oluşturduğu kirli piyasanın içerisinde iki küçük piyon olması.
Dördüncü hikâye ise şaka yapan çocuklardan birinin babasıyla olan ilişkisinden bahsediyor ve teknolojiyle doğup büyümüş bir neslin, bırakın insanlara, ülkesine, milletine, dinine, akrabalarına yakınlığını, babalarına dahi ne kadar uzak kaldıklarını üzücü bir gerçeklikle anlatıyor.
Başta da söylediğim gibi filmin eleştirel yönü teknolojiye değil insana yönelik. Yani teknoloji ilerledikçe insanlar yalnızlaşıyor gibi bir cümle kurmak filmi klişe bir hale sokacakken, yönetmen teknolojinin yanlış kullanılması üzerine bu sorunların ortaya çıktığını savunuyor. Öyle ki, hikâyeler birbiri ardına akıp giderken karakterler çoğu sorununu yine teknolojiyi kullanarak çözüyor ancak bu sefer teknolojiyi yardım amaçlı kullanıyorlar.
Disconnect filmi senaryodaki bazı seçimleri yüzünden potansiyelini tam olarak yansıtamıyor ki filmin en büyük sorunu da bu. Özellikle hikâyelerin kilit noktalarında senaristin aldığı bazı yumuşak kararlar, filme iyimser bir hava katıyor ve olması gerektiği gerçekçilikten uzaklaşıyor. Film boyunca karakterlerin gidişatını dört gözle takip ederken olan biten her şeyin bir anda kolayca çözüme/sona kavuşması, seyircinin beklediği vurucu sonun olmaması biraz hayal kırıklığı yaratıyor.
Cineritüel’e yazıları ile katkıda bulunan konuk yazarlarımızın ortak hesabıdır.