“Kapatma âleminin duvarlarının arkasında yalnızca fakirlik ve delilik değil, aynı zamanda çok daha çeşitli çehreler ve ortak kimliklerini tanımanın her zaman kolay olmadığı siluetler bulunmaktadır.” (1)
Michel FOUCAULT
Despotik iktidar
İktidar gizlenmekten hoşlanır. Gizlenmekten hoşlandığı gibi gözetim altında tutmayı kendini korumanın bir gereği sayar. İnsanlığın özellikle modernizm sonrası bilim ve teknikte ortaya koymuş olduğu üstün başarı, insanın doğaya ve insana tahakkümünün akıl almaz boyutlarına ulaşmasına da aracılık etmiştir. Şüphesiz ki iktidarın her yönlü tahakküm araçlarını kullanmaktan geri durmadığı olgusu Modern Çağ’a özel değildir. Fakat bu dönem insan aklının sınırlarını zorlayan gelişmelere sahne olmuştur. Totaliter rejimler baskı unsurunu dini yargılamalar ve cezalandırma sınırını aşarak toplumun ve bireylerinin en ücra yaşam alanlarına girip müdahalelerde bulunmaya başlamışlardır. (2) Sadece ikinci dünya savaşı sonrası batı toplumlarını ele alacak olsak dahi böylesi rejimlerin örnekleri azımsanmayacak miktardadırlar. Almanya bu yönüyle en iyi örnek olarak karşımızda durmaktadır (Nasyonal sosyalizm adıyla faşizmin doruğuna ulaşmış Nazi dönemi ve soğuk savaş döneminde Doğu-Batı olarak ikiye bölünmüş dönem). Kimilerine göre Almanya günümüzdeki teknolojik gelişimini bu dönemlerde insanları makineleştirmekteki kusursuzluğuna borçludur. Bu dönemleri ve bu dönemlerde yaşananların insanlar üzerinde bırakmış oldukları etkileri konu alan pek çok eser bulunmaktadır. Aralarında, Florian Henckel von Donnersmarck’ın yazıp yönettiği ilk uzun metrajlı filmi “Başkalarının Hayatı” sadece sanatsal niteliği açısından değil; aynı zamanda konuyu işleyişindeki çok boyutluluğuyla iyi bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bireye dayatılan siyasallık
Filmin öyküsü 1984-1991 dönemini anlatır. Berlin duvarının son beş yılı ve yıkılışından sonraki iki yılı filmin de uzunluğuna denk düşen bir oranlamadır. Georg Dreyman (Sebastian Koch) başlarda sistemin çarklarından biri olmaktan pek yakınmayan kendi yağında kavrulan bir oyun yazarıdır. Dreyman karateriyle sanatçının sanattan uzak kalmaktansa siyasal ve toplumsal olan ile kurmuş olduğu mesafeli farkı açıkça görürüz. Sevgilisi ve tiyatro oyuncusu olan Crista-Maria Sieland (Martina Gedeck)’in oyununu izledikten sonra verilen kokteylde dönemin Kültür Bakanı Bruno Hempf (Thomas Thieme) ile karşılaşır ve aralarında öncesinde beklemediği bir diyalog gelişir. Kültür Bakanı, kendisinden şüphelenmesi üzerine bir talimatla Dreyman’ı takibe almaya başlar. Dreyman’ın oturduğu evin üst katına dönemin güvenlik birimi STASİ’den başında yüzbaşı Gerd Wiesler (Ulrich Mühe)’in bulunduğu bir ekip yerleşir. Evinin hemen her köşesine dinleme cihazları yerleştirilen Dreyman, yirmi dört saat gözetim altındadır. Ne zaman uyuduğu, ne zaman uyandığı, evine kimlerin gelip neler yaptığı ve hatta sevgilisiyle sevişmeleri bile kayıt altına alınır. Bir süre sonra o da öğrenir takip edildiğini. Tedirginliğinin kısa süreli oluşu, daha doğrusu bu tedirginliğini bir tür tedbire dönüştürmesi, en inanılmaz gelebilecek gerçeklerle bile, gündeliğin ritme ulaşılabileceği açık bir biçimde sergilenmektedir. Oyun yazarının, kültür sanat çevresinden arkadaşlarıyla geçirdiği günler boyunca üzerlerine uygulanan baskının artmaya başlaması, başta sadece sanatsal kaygıyla iş yapmak isteyen oyun yazarına siyasi bir kimlik de kazandırmaya başlamıştır. Sistem, siyasal olana aşırı müdahalesi sonucu, apolitik olanlara da siyasi bir kimlik baskılamaktadır. Hangi siyasi görüşü dikte ediyor olursa olsun, bu baskı unsuru söz konusu bireyleri karşıt yönde bir siyasi duruş sergilemeye itmektedir.
Rejimin kendini olağanlaştırması
Film, hiçbir politik iddiası olmayan bir sanatçının çevresinde gelişen olaylarla dönemin ruh halini anlatmakta gerçekten de çok başarılı. Sistemin işleyişindeki düzen o kadar sade verilmiştir ki işin asıl can alıcı kısmı da burada gizlenmektedir: rejimin kendini olağanlaştırması. Totaliter sistemin kendine meşruluk dayanağı olarak gördüğü halkın refah ve düzenine asıl sistemin savunucuları tarafından saldırıda bulunulduğuna açık kanıtlarla doludur. Kültür Bakanı’nın kültür-sanattan bihaber oluşu bir yana, yapacağı iş sanatın icra edilebilmesinin olanaklarını bulmakken, bunu gerçekleştirmeye çalışanları rejim karşıtı olarak lanse etmesi, böylesi bir düzende sanatın algılanışına delalet teşkil etmektedir. “Sanat sadece devletin düzenini korumaya yardımcı oluyorsa iyidir” algısının savunuculuğunu yapan birinden de, amaç-araç ilişkisini ters çevirmesi beklenir. Hatta filmdeki bakanın bu ilişkide, amacı, devletin değil kendi çıkarı olarak görmesi ve devletin verdiği görevi bu yönde kullanması rejimin kime karşı kimi koruması gerektiğine de cevaptır. Yarbayın devlet yetkililerinin kendisinden beklediği gibi devletin iyiliği değil kendi arzuları merkezli tercihler yapıyor olması böylesi bir sistemde önemli bir noktayı işaret etmektedir: bireyin devletten aldığı gücü kendi hazlarının tatmini doğrultusunda kullanmasının önünde çok fazla engel bulunmamaktadır. Bu durumda da devlet güç verdiği kişilerin hazlarının güç uygulanan kişiler üzerinden gerçekleşmesini sağlayan bir kurum haline gelmektedir. Böylesi ilişkilenmeler ağı üzerine kurulmuş olan bir yapının zamanın geniş kısmına dâhil olabilmesi mümkün görünmemektedir.
Kendi vatandaşından korkmayı paranoya haline getirmiş ve insanların yaşamlarının her ayrıntısını dikkatle izleyen bir rejim, M. Foucault’nun Panoptikon (3) kavramını akla getirmektedir. Dreyman’ın komşusunun onun izleniyor olduğunu bildiği halde kendini korumak adına bunu ifade etmemesi, sevgilisinin onu ihbar etmesi, insan ilişkilerindeki bu paranoya halinin yaratmış olduğu tahribata iyi örneklerdir. Burada insanların sadece sanatçı oldukları için sanat icra ederkenki değil; özel alana dâhil olan bütün varlıkları gözetim altında tutulmaktadır. Yüzbaşı’nın var olan dengeler içinde kendi iradesini ne yönde ortaya koyacağının kararını vermesine yol açan okuduğu kitaptır. Sistemin örüntüleri içerisinde tanıklık, sadece tanıklık ettikleriyle var olan dengelerin ne yönce kullanıldığının idrakine kayıtsız kalarak kendini kurtarma yoluna gitmeyen tek kişidir filmde. Bunu da üstelik hiçbir karşılık beklemeden yapmaktadır; aksine sadece kendini Stasi’nin şerrinden kurtarmak için değil, Wiesler’in kendisine mahcup olduğunu hissetmemesi için de kimliğini açık etmez. Sanatın sadece onu icra edenin ürünlerinin doğrudan karşılığıyla değil; alıcısını kendisiyle dönüştürmesine çok iyi bir örnektir. Sistem kendi silahıyla işlevsiz hale getirilmiştir.
(1) Foucault, Michel. Deliliğin Tarihi, imge yay., 2006, Ankara
(2) bkz: Hapishanenin Doğuşu, M. Fouacult.
(3) “Tahsis ettiği hücreler tamamen ülküsel hale gelseler bile, disiplinlerin mekânı her zaman derinliği itibariyle hücreseledir.” Syf.215
Konuk Yazar: Ramazan KURT
Cineritüel’e yazıları ile katkıda bulunan konuk yazarlarımızın ortak hesabıdır.