Bilen bilir; Kadıköy hızla değişiyor. Bir yandan Beyoğlu’nda sokağa masa koyma yasağıyla başlayan ve bir kent politikası olarak devam eden “esnafın yerinden edilme” projesi sonunda, önce Karaköy’e ve sonra da Kadıköy’e göç eden esnaf, semti yeme-içme odaklı eğlence sektörünün lokomotifine dönüştürmüş durumda. Haliyle dükkan kiraları yükseldikçe yükseldi ve bugün semtin onlarca yıllık sahafları, bakkalları, terzileri, nalburları ve nicesi dükkanlarını kapatıp Kadıköy’ü terk ettiler. Yerlerini ise üçüncü nesil kahveciler ve barlar doldurdu. Yani, Kadıköy’de artık yerli esnafa yer yok. Diğer taraftan Fikirtepe’deki kentsel dönüşüm projesinin gölgesinde kalsa da semtin tamamında müstakil projelerle eski binalar yıkılıyor, yenileri yapılıyor, kiralar yükseliyor, yükselen kiraları karşılayamayan semt sakinleri Kadıköy’ü terk ediyor ve yerlerine üst sınıflar taşınıyor. Birkaç yıldır iyice hızlanan bu değişim rüzgarı bugün de son sürat devam ediyor ve semtin eski halini bilenler birkaç yıl içerisinde bu yeni Kadıköy’ü tanıyamayacak kadar semte yabancılaşacaklar gibi görünüyor.
Konunun biraz daha derinine David Harvey’le birlikte inelim. Harvey, mekanın sadece gördüğümüz fiziksel gerçeklikten oluşmadığını, daha ötesinin olduğunu söyler. “Bireyin etrafını çevreleyen mekansal simgeciliğe tepkilerinin, duygu ve tasavvurlarının oluşturduğu bütün” için toplumsal mekan terimini kullanıyor Harvey. Toplumsal mekanın, “karmaşık, homojen olmayan, belki süreksiz ve hemen hemen kesin olarak mühendis ya da tasarımcının çalıştığı tipik fiziksel mekandan” farklı olduğunu söylüyor. Bu fark, mekana, mekansal biçimden etkilenen toplumsal süreçlerin de eklenmesinden doğuyor en temelde. Peki, toplumsal süreç ve mekansal biçim ilişkisi nasıl olur? Bunun için iki yöntem öne sürüyor Harvey; diyor ki: “Mekansal çevreci bilecektir ki, eğer taşıma ve ulaşım ağının mekansal yapısını değiştirirse, toplumsal süreç muhtemelen toprak kullanımında önemli değişiklikler üretecektir. Sosyal determinist ise bilir ki, eğer toplumsal süreç egemen bir norma doğru kayarsa, karşılığında bu norma uygun mekansal biçim de oluşacak ve normu destekleyecektir.” Yani, Kadıköy’de mekansal biçimin değişmesiyle birlikte toplumun mekanı kullanma biçimi de değişiyor. Bunun da zamanla toplumu değiştirmesi kaçınılmaz. İstanbul’un kültürel merkezi olan, entelektüel seviyenin diğer tüm İstanbul semtlerinin çok üzerinde olduğu, sahaflar ve yerel kitabevlerinden beslenen zengin bir kültürün uzun yıllardır yerleştiği Kadıköy, bu mekansal değişimle kaybettiği özelliklerinin yerine üçüncü nesil kahvecileri ve barları koyarak bir daha asla eskisi gibi olamayacak, kendine özgü kültürünü yitirecektir. Çünkü Kadıköy’ün kafeleri, 1950’lerde ısınma probleminin yaygın olduğu Paris’in kafeleri gibi insanlara sıcak bir ortam sunmasıyla popülerleşmedi. Kadıköy’ün kafeleri, Paris’in kafeleri gibi Sartre’ı, Camus’yü, de Beauvoir’yı bir araya getirmiyor. Kadıköy’ün kafeleri üretmeye değil, sadece tüketmeye yarıyor. Sosyal deterministin söylediği gibi bir tablodan ise Kadıköy söz konusu olduğunda bahsetmek pek mümkün değil, çünkü semt sakinlerinin lüks apartmanlarda yaşamak gibi bir normu egemen kıldığını düşünmek abes olur. Haliyle, toplumsal sürecin ateşlediği bir mekansal biçim değişimi söz konusu değil. Söz konusu olan şey, ekonomi politikalarının şekillendirdiği kent ve kültür politikaları dolayısıyla halkın egemen ideolojinin belirlediğini yaşamaya zorlanmasıdır.
Ana Akım ve Festival Sinemasına Alternatif Bir Film
Bu uzun girişin ardından gelelim Ev Kira, Semt Bizim (2018) filmine. Yönetmenliğini Mustafa Kenan Aybastı’nın yaptığı film, Kadıköy’de yaşanan bu değişimi anlatıyor işte. Ele aldığı sorunun çok yeni olduğu ve hala yaşanmaya devam ettiği düşünülürse, film çok hızlı bir refleksin ürünü olarak karşımıza çıkıyor. Douglas Kellner sinemada toplumsal sorunlara en hızlı refleks gösterenin ana akım filmler olduğunu söyler. Aslında Ev Kira, Semt Bizim de Kellner’i çok haksız çıkarmıyor. Filmin anlatı yapısı açısından ana akım sinemanın kodlarını kullandığını söyleyebiliriz. Uzun yıllar Kadıköy’de yaşayan kiracı bir ailenin, oturdukları apartman yıkılıp yerine yenisi yapılacağı için evden çıkmaya zorlanmalarıyla başlar hikaye. Bunun üzerine birlik olan mahalleli hem bu aileyi hem de semtlerini kurtarabilmek için zenginlere savaş açarak zorlu bir mücadeleye girişirler. Bu mücadele boyunca da hikayeye mizahi bir ton eşlik eder. Aslında bu şekilde anlatınca film seyirciden büyük bir ilgi görme potansiyeline sahip gibi görünüyor, ama maalesef vizyona girişinin üçüncü haftasında gösterimden kalkması ve gişede 1500 bilet satışını zar zor geçmesiyle ana akımın çok uzağında kaldı. Zaten Türkiye’de seyirciden ilgi görmek filmin bütçesiyle doğrudan ilintili bir şey. Ev Kira, Semt Bizim’se bütçesi itibarıyla hem ana akıma hem de festival sinemasına alternatif bir yöntem sunuyor. Tamamıyla dayanışma usulü ilerlenmiş filmin bütçesi hazırlanırken. Yani, aslında filmin bir bütçesi yok; herkes kendince bilgisini, birikimini katmış. Vizyonun ardındansa, şimdi seyircisinden her ay gelecek bir dolarlık destekler 1000 kişiye ulaştığında, filmi telifsiz olarak herkesin kullanımına açacak Bağımsız Sinema Merkezi. Yani ekip bundan sonraki üretimleri için seyirciden alacağı destekten başka bir kaynak aramıyor. Ne para babası bir yapımcı ne de festival komitelerinin emri altına girmeden sinemadaki özgürlük alanlarını korumayı hedefliyorlar. Bu bakımdan, “bağımsız sinemaya” son yıllarda en yaklaşan yerli filmin Ev Kira, Semt Bizim olduğunu söyleyebiliriz. Ama “bağımsızlık” kavramının bugün içi en boşaltılmış kavramlardan biri olduğu düşünülürse, belki hem seyirci hem de festival komitelerinin “bağımlı” filmleri daha çok tercih etmelerini o kadar da yadırgamayız.
Artılarını saydık, ama filmin tabii ki eksikleri de var. Öncelikle hikaye pek güçlü sayılmaz ve yakalanan mizahi ton biraz basit. Bir de sorunu çok iyi tespit etmesine rağmen getirdiği çözüm önerisi pek ikna edici değil. Miting yaparak siyasetçi-inşaatçı-polis ağını yıkmak, binlerce kez denenmiş ve hiçbir sonuca ulaşmamış bir ilaçtan derman beklemeye benziyor. Ne filmin politik cümlesi ne de dramatik yapı açısından zekice bir manevra olmamış bu çözüm önerisi. Yine de heavy metalci esnaf, öğle tatilinde kitap okuyan işçiler, Kadıköy’den Anadolu’ya kaçıp hayvancılık yapmaya başlayanlar, çok dinli mahalle yapısı gibi Kadıköylü olmaya dair ince detaylar ve filmin kalkıştığı işin cesareti bu eksikleri tolere etmenizi sağlayacaktır.
Sosyoloji bölümü mezunu. Birkaç sinema filminin prodüksiyon aşamasında yer aldıktan sonra 2013 yılında Sinema Kafası’nı kurdu. Yazılarına Cineritüel’de devam etmekte, sinema doktorası yapmakta ve çevirmen olarak çalışmaktadır.