Yönetmen Sineması: David Lynch

Yönetmen Sineması: David Lynch

Share Button

Kara film, sembolik ve avangart sinema denildiğinde akla ilk gelen isimlerden biri olan David Lynch, filmlerin insanları özgürleştireceğine ve onları değiştireceğine inandığını söyler. Bir filmin aydınlatıcı ve özgürleştirici olması için, daha az anlatıcı olmaları ve doğrusal bir zaman akışı içinde ilerlememeleri gerektiğini de ekler. Bu sebeple filmlerinin çoğu birçok kitle tarafından anlamsız ve fazla içe dönük, kişisel bulunur. Lynch, 2006’da çektiği son sinema filminden sonra biraz bu nedenlerden dolayı, biraz da vizyon filmleri statüsünde film çekmeyi kendi tarzıyla bütünleştiremediğini söyleyerek sinemayı bıraktığını açıklamıştır.

David Lynch’in sinema dünyasında girmesi, yeni baba olmuş bir adamın varoluşsal sancılarını Franz Kafka’nın Dönüşüm’ü tadında anlattığı Silgi Kafa (Eraserhead, 1977) ile olmuştur. Bu filmden sonra Lynch gerçek-dışı ve avangart tarzını, değişik sinema teknikleriyle günümüze kadar sürdürmüştür. Filmlerinde her zaman algıladığımız gerçeklikten uzak bir “gerçeklik” hissi vermeyi amaçlar; karakterleri kişisel zevkleri ve düşüncelerinden daha derin duygulara temas eder. Kahramanlar öznel gerçeklik ve nesnel gerçeklik arasında gidip gelir ve bu gelgitler seyircinin algısını karıştırır. İzleyici filmi izlerken öznel ve nesnel gerçeklik geçişlerini ve en başından hangisinin hangisi olduğunu anlaması, filmi sindirmekteki süreci hızlandırır.

Lynch, izleyicisini tamamen özgür bırakan bir yönetmendir, bu nedendendir ki herkesin severek ve anlayarak izleyeceği filmler çekmez. Filmlerinde ana karakterler genelde iki farklı karaktere birden hayat verir ve bu durumun bir açıklaması yapılmaz. Hatta filmlerinde oynayan oyuncuların aslında hangi karakteri oynadıklarını film boyunca anlamadıklarını söyledikleri bile olmuştur. Hangisinin iyi hangisinin kötü olduğu ya da biri birinin hayal dünyasında oluşturduğu bir karakter mi, filmin sonuna kadar, ya da hiç bilinmez. Filmleri birden fazla kez izlenmeyi ve üzerine fazlaca düşünmeyi gerektirir. İyi-kötü, masum-suçlu, hayal-gerçek gibi kavramların arasındaki ince çizgiyi tamamen silip izleyicinin algısıyla oynamayı sever, tek boyutlu bir gerçeklik yaratmaktan kaçınır. Karakterlerin hiçbiri ne şeytani derecede kötü ne de mükemmel derecede iyidir, her zaman bu ikilemlerin arasında geçiş yapmak için aralık bir kapı bırakır, yani David Lynch filmlerinde hiçbir şey göründüğü gibi değildir, bu durumun da gerçek hayatı yansıttığı söyler.

David Lynch filmlerinde her zaman ya kendisi ya da filmdeki karakterler tarafından “Tanrılaştırdığı” bir kişi bulunur. Bu gerçek bir insan olabildiği gibi soyut bir kişi de olabilir. Örneğin; Mulholland Çıkmazı (Mulholland Dr., 2001) filmindeki Diane, Camilla karakterini tanrısallaştırmıştır. Kayıp Otoban (Lost Highway, 1997) filminde ise gerçek olup olmadığını bile anlamadığımız bir karaktere Tanrısal özellikler atfedilmiştir. Ayrıca hemen hemen her filminde olayları araştırmaya gelen “iki dedektif” bulunur ve genel olarak bu ana karakteri her zaman rahatsız eder. Ek olarak Lynch filmlerinde karakterler için bir mutlu son yoktur; bunu ancak ölümde bulabilirler. Bu nedenden filmlerinde ölüm ya da intihar ile sıklıkla karşılaşırız.

Mutlaka İzlemeniz Gereken 5 David Lynch Filmi

1. Mulholland Dr. (Mulholland Çıkmazı, 2001)

Mulholland Çıkmazı, oyuncu olma hayaliyle Hollywood’a gelen Betty’nin, trafik kazası nedeniyle hafızasını kaybetmiş Rita ile tanışmasıyla başlar ve filmin sonlarına doğru tanrısallaştırılmış kovboy karakterinin Betty’e “uyanma zamanın geldi” sözüyle tamamen tersine döner. O sözden sonra film kabuğundan çıkar ve asıl hikaye başlar: Film, tamamen bir bilinçaltı temsilidir. O zamana kadar yaşanan her olay, her ayrıntı Betty olarak tanıdığımız Diane’in bilinçaltının, istek, arzu ve ihtirasının bir yansımasıdır, yani gerçeklerin tam tersidir. Filmde öznel ve nesnel gerçeklikler tamamen birbirine girmiştir. Tiyatro sahnesinde şarkı söyleyen kadının bayılmasından sonra müzik devam eder; bu sadece öznellikte mümkün olabilecek bir şeydir. Bu sebeple Diane’in gerçek zamana geçişi bu olaydan sonra başlar. Lynch’in az da olsa hakkında konuştuğu tek filmi bu olduğu için, filmin karışık kurgusuna ve değişik atmosferine rağmen, ne anlatmak istediğini daha iyi anlayabiliriz. Lynch filmlerinde genelde gerçekler tam gerçek, hayaller tam hayal olmamasına rağmen, bu filmde net bir gerçek ve hayal durumu söz konusudur.

2. The Elephant Man (Fil Adam, 1980)

Lynch’in en “kolay anlaşılır” filmlerinden biri olan Fil Adam, bütün vücudu tümörle kaplı olmasından dolayı file benzetilen John Merrick’in, “ucube” sıfatı altında Victoria dönemi İngilteresi’nde yaşadığı zorluklar konu edilir. Bir biyografi filmi olmasından dolayı da klasik Lynch filmlerinden ayrı tutulur. John Merrick, iyiliği ve kibarlığıyla insanların ona karşı olan ön yargılarını kırmayan çalışır, bir kesim üzerinde de bunu başarır, fakat onu hala ucube olarak gören insanlar için elinden bir şey gelmez. Bu durum Fil Adam’ı Lynch’in en duygusal filmi yapar. (Filmin Eleştirisi: Kitlesel Röntgencilikten “Medeni Dalgınlığa” Dönüşen İnsanlık)

3. Wild at Heart (Vahşi Duygular, 1990)

“Günümüz modern dünyasındaki en kötü şey, televizyonda izlenen ölümlerin acısız ve kansız olduğu algısıdır. Bunun insanlara verdiği mesaj birini öldürmenin o kadar da kötü olmadığıdır,” sözlerinin sahibi David Lynch, ne demek istediğini tam olarak bu filmde görsel olarak yansıtmıştır. Film, Sailor ve Lula’nın arasındaki aşkı konu alır. Vahşi Duygular farklı bir aşk veya yol filmi temsili olarak karşımıza çıksa da, David Lynch sinemasının geneline bakıldığında, klasik Hollywood sinemasına en yakın filmidir.

Filmde çok fazla Oz Büyücüsü (The Wizzard of Oz) filmine gönderme vardır, hatta Vahşi Duygular için, Oz Büyücüsü’nün yumuşatılmış bir kara film versiyonu da diyebiliriz. Luna, naifliği ile Dorothy’nin bir temsilidir, Sailor ise onun “evi”, Luna’nın annesi ise onları ayırmaya çalışan kötü cadı konumundadır. Ayrıca filmde Sailor’un tam vazgeçtiği anda ortaya çıkıp ona aşkı yani aslında bir evi evini gösteren bir peri de vardır. Luna’nın annesinin ellerini ve yüzünü kırmızı renge boyaması ise tamamen bir şeytan temsilidir, çünkü kırmızı renk sinemada kanın ve kötülüğün rengidir. Luna, taciz edildikten sonra kırmızı ayakkabılarına birbirine vurur ve eve dönme istediği dile getirir, ayrıca sürekli gittikleri yol da Dorothy’nin de evine ulaşmak için geçtiği yolu simgeler. Buna rağmen filmin en öne çıkan unsuru müzikleridir, Lynch’in müzikleri sahnelerle birleştirme ustalığı bu filmde çığır açmıştır ve film genel olarak sert yapısı ve müzikleriyle hatırlanır. Vahşi Duygular, David Lynch’e bir Altın Palmiye kazandırmıştır. (Filmin Eleştirisi: Oz Diyarı’ndan David Lynch Dünyası’na)

4. Lost Highway (Kayıp Otoban, 1997)

Öznel ve nesnel gerçekliğin en çok kullanıldığı ve Lynch’in üzerinde en çok kafa yorulan filmlerinde olan Kayıp Otoban, özünde, her gün evinin önüne bırakılan video kasetlerin gizemini çözmeye çalışan Fred’in hikayesini anlatır. Fred’in karısına olan güvensizliği ve bir davette tanıştığı ürkütücü adam yüzünden de işler olduğundan farklı bir boyuta geçer; Fred başka bir insana dönüşür, karısını da başka bir karakterde, başka bir insan olarak izlemeye başlarız. Fred’in başka birine dönüşmesi ise işlediği suçu inkar etmesi olarak yorumlanabilir.

Kamera bu filmin en önemli unsurlarından biridir, çünkü Fred’in kendi gerçekliğinden kaçışı ancak kamerayla gerçekleşebilir, ancak o zaman gerçekleri inkar edemez. Kamera unsuru da yanında gizemli adamı getirir, aynı zamanda iki yerde birden olmasıyla ve sadece karakterlerin kendilerinin bilebilecekleri şeyleri bilmesiyle bu karakter filmdeki Tanrı rolünü üstlenir. Gizemli adam, kamerayı adeta bir vampirlerden kaçmak için çıkarılan haç ya da bir suçluya kaçmak için doğrultulmuş silah olarak kullanır ve Fred’in kabusu olur. Film aslında karısına karşı güvensizlik yaşayan Fred’in varoluşsal sancılarını anlatmaya çalışır ama bunu o kadar farklı bir yolla yapmayı seçer ki bir süreden sonra hangi karakter nereden geldi anlaşılmamaya başlar. Kayıp Otoban, sanki kendi etrafında dönerek, sonunda başladığı yere geri gelir.

5. Inland Empire (2006)

Inland Empire, Lynch’in kendi filmleri arasında en sevdiği olduğu söylenir. Fakat film üzerinden 11 yıl geçmesine rağmen hala belirli bir yere kadar gizemini korur, ne anlatılmak istediği tam olarak bilinmez, bu nedendir ki Lynch bu filmden sonra uzun metraj film çekmeyi bırakmıştır. Filmde gerçeküstü olaylar nedeniyle çekimleri bitirilemeyen bir filmin remake çekimleri sırasında aynı tip olayların yaşanması anlatılır, ama çoğu Lynch filminde olduğu gibi tek konu bu denemez. Film tamamen rüya ve gerçeğin iç içe geçmesinden oluşur ve bu sefer elimizde bir ipucu da yoktur. Lynch’in en kişisel filmi olan Inland Empire’dan, kendisinin söylediğine göre o da çok bir şey anlamamıştır. Inland Empire’ın aslında bir kabusu yansıttığı söylenir ama, filmin birkaç sahnesinde geçen ipek üstüne sigara ateşinden açılmış delikten gözüken sahneler tıpkı bir “camera obscura”dır, tersinden de olsa gerçek hayatı yansıtır. Yani Lynch, en karmaşığından da olsa bu sefer de gerçek ve hayal dünyasını, rüya ve kabusu birbirine karıştırarak kendi gerçekliğini oluşturmuştur.

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

1 comment

  1. Ali Rıza Erdemir

    Yaziniz gercekten oldukca aciklayiciydi fakat Blue velvet ve eraserhead filminde aslinda bir mutlu son var diye düşünüyorum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir