Sinema tarihi dersinde konu Hollywood’un altın çağına geldiğinde, Billy Wilder mutlaka bahsedilmesi gereken isimlerin belki de başında gelir. İnsanın hayattaki motivasyon kaynaklarını tartışmaya açan filmlerinde eleştirellikten asla kopmayan Wilder, cesur bir sanat adamı olmanın yanı sıra ana akım sinemanın da en önemli temsilcilerinden biridir.
Hitler’in iktidara gelmesiyle Almanya’yı terk eden ve Amerika’ya gelerek Hollywood’da kendisine yer bulan yönetmen, belki de anavatanın sosyal ve politik ortamında şekillenen muhalif, başkaldıran, tabu yıkıcı karakteri sayesinde filmlerinden eleştirel bakışı asla eksik etmez. Dünyayı ve insanları filmlerinde türlü şekillerde yerden yere vurur ve bunu yaparken de mizahi anlatımdan çoğu zaman vazgeçmez.
Mutlaka İzlemeniz Gereken 5 Billy Wilder Filmi
1. Double Indemnity (Çifte Tazminat, 1944)
Billy Wilder filmografisinin ilk büyük filmi olan Double Indemnity bir kara film klasiğidir. 1940’lar Amerika’sının kültürel kodlarıyla şekillenen türün en önde gelen örneklerinden biri olan film, henüz 2. Dünya Savaşı’nın devam ettiği dönemin karanlık atmosferini yaratmada ve yönetmenin Almanya’dan beraberinde getirdiği ekspresyonist izleri kullanmada üstün bir başarı gösterir. Bir sigorta şirketinde çalışmakta olan Walter Neff’in sinemanın en ünlü femme fatale’lerinden biri olan Phyllis Dietrichson tarafından manipüle edilerek kendisini sigorta şirketinden tazminat almak için yapılan bir cinayet planının içinde bulmasını ve ardından planın bozularak Walter Neff için her şeyin nasıl kötü sonla bittiğini anlatan Double Indemnity, gücünü olay örgüsünün yarattığı basit merak duygusundan değil (Wilder hikâyenin sonunu henüz filmin başında seyirciye açıklar); yapıldığı döneme ayna tutmasındaki başarısından alır.
2. Sunset Blvd. (Sunset Bulvarı, 1950)
Billy Wilder’ın Hollywood’un en şaşaalı döneminde Hollywood’u eleştirme cesaretini gösterdiği Sunset Blvd. yönetmenin sinemasını en temelinden anlamamızı sağlayan örnektir. Sessiz sinema yılları artık Hollywood’da geride kalmıştır. Sessiz sinemayla birlikte o dönemin yıldızları da unutulmuştur. Bu eski yıldızlardan biri olan Norma Desmond’ın senarist Joe Gillis’i önce para karşılığı, sonra zorla hem kendisini eski parlak günlerine kavuşturacağını düşündüğü yeni filminin senaristi hem de jigolosu yapması üzerine kurulan hikâyenin sonunu, Wilder bir kez daha seyirciye en baştan açık eder. Çünkü onun için önemli olan hikâyenin nasıl sonlanacağı değil, tüm hikâye boyunca eleştirel düşüncenin seyirciyle nasıl paylaşılacağıdır. Bu bakımdan usta yönetmen Sunset Blvd.’da hem ana akım sinemanın kodlarına bir kez daha bağlı kalır hem de seyircinin zihnindeki ışıltılı Hollywood algısını yerle bir eder. Sektörün acımasızlığı ve eski ile yeninin çatışması üzerinden “star” kavramını yapıbozuma uğratır Wilder. O bir bozguncudur ve sinema sektörünün kendisi bile bu bozgunculuktan kaçamaz.
3. Ace in the Hole (Diri Gömülenler, 1951)
New Mexico’da yaşanan bir göçük sayesinde kendisini parlatacak haberi yapma imkânı bulan Chuck Tatum, kariyer hedefi doğrultusunda medyanın illüzyon yaratma gücünü kullanmaktan hiç çekinmez. Bu yolda, seçimler için oy toplama çabasındaki şerifin de desteğiyle Tatum, yarattığı illüzyona tüm insanları inandırmayı başarır. Wilder’ın hedef tahtasına kariyer ve para hırsını yerleştirdiği Ace in the Hole’da, medyanın manipülatif karakterinin etik değerlerden uzak ve acımasız bir düzeni nasıl yarattığına tüm sarsıcılığıyla şahitlik ediyoruz. Modern bir Victor Frankenstein hikâyesi anlatan film, Wilder’ın eleştirel bakışını en yoğun haliyle taşıyan eseri olmasıyla öne çıkıyor.
4. Witness for the Prosecution (Beklenmeyen Şahit, 1957)
Bir Agatha Christie uyarlaması olan Witness for the Prosecution’da, Billy Wilder gizem, mizah ve trajediyi iç içe geçirerek ana akım sinemanın kodlarını bir kez daha ustalıkla kullanıyor. Huysuz, ihtiyar ve maharetli avukat Sir Wilfrid Roberts yeni aldığı davasında cinayetten yargılanan, kurtuluş umudu pek olmayan, fakat suçsuzluğuna kuvvetle inandığı Leonard Vole’yi savunurken, bir yandan da cinayet gecesinin ince bir zekayla kurulmuş gizemini seyirci nezdinde yavaş yavaş aydınlatır. Wilder’ın takip eden birkaç yıl içerisinde çekeceği Some Like It Hot ve The Apartment filmlerinde daha da ön plana çıkacak olan mizah ögesi, avukat ve hemşiresinin ilişkisi üzerinden Witness for the Prosecution’ın kabaca giriş bölümüne hakim olurken, Marlene Dietrich tarafından canlandırılan Christine karakterinin 2. Dünya Savaşı ve göç temalarıyla dirsek teması halindeki geçmişinin aydınlatıldığı gelişme bölümü gizem ve dramla; büyük bir sürpriz barındıran sonuç bölümü ise finaldeki trajediyle seyircinin ilgisini hep en yukarıda tutmayı başarır. Filmin tonundaki bu değişkenlikle paralel biçimde, film evreninin gerçekliği de oldukça değişkendir. Hatta Witness for the Prosecution’ın sürpriz finali için sinemada anlatının gerçeği çarpıtma kabiliyetine verilebilecek en güçlü örneklerden biri diyebiliriz. Bu bakımdan finaldeki sürpriz, bir yandan sinemasal anlatı kapasitesinin sınırlarını zorlarken; diğer yandan filmin sonunda yapılan “Lütfen filmin sonunu tanıdıklarınıza anlatmayın ki onlar da bilet alıp filmi izlesinler,” minvalindeki uyarının belirginleştirdiği üzere ticari bir amaca da hizmet eder. Yani; Witness for the Prosecution, tam da Billy Wilder’a yakışacak şekilde ana akımın ortasında hem ticari hem de sanatsal bir yerde durur.
5. The Apartment (Garsoniyer, 1960)
Bud Baxter büyük bir sigorta şirketinde çalışan, yöneticileri tarafından küçük görülen, kariyerinde yükselmek için karşılaştığı tüm haksızlıkları ve saygısızlıkları hoş gören, tek başına yaşadığı evini dahi sevgilileriyle gelmeleri için yöneticilerinin kullanımına açan “sıradan” bir beyaz yakalıdır. Kendisiyle aynı şirkette çalışan ve aynı kaderi paylaşan Fran Kubelik ise yöneticisiyle sevgilidir ve ara sıra Baxter’ın evine de birlikte gelirler. Baxter’ın Kubelik’e âşık olmasıyla birlikte ise bir uyanış gerçekleşecektir. Bu haliyle The Apartment, çok derinlerde işçilerin birer maaşlı köle olarak konumlandığı kapitalist sisteme karşı eleştirel bir tavır takınsa da öne çıkardığı asıl tema kimliktir. Baxter, sistem içinde kendisine dayatılan kimliği gönüllü olarak sahiplenmiştir ve hatta “yönetici tarzı” şapka takarak Kubelik’i etkilemeye çalışmasıyla bu kimlikle nasıl barışık olduğunu da açıkça gösterir; fakat bu kimlik yapaydır. Baxter’ın şapkası kendisine küçük gelir, çünkü Baxter yöneticilerinden daha “büyüktür”. Bu bakımdan, Baxter’ın gerçekte kim olduğunu bulması gerekecektir. Böylece Billy Wilder, makro ölçekte kapitalizm eleştirisini ve mikro ölçekte kimlik tartışmasını da mizahı etkin kullanarak ana akım sinemaya dahil etmiş olur.
Sosyoloji bölümü mezunu. Birkaç sinema filminin prodüksiyon aşamasında yer aldıktan sonra 2013 yılında Sinema Kafası’nı kurdu. Yazılarına Cineritüel’de devam etmekte, sinema doktorası yapmakta ve çevirmen olarak çalışmaktadır.