Konuk Yazar: Kerem ERGİN
Hint Sinemasını tanıma amaçlı birbiriyle bağlantılı adımları takip ederek başladığımız sinema yolculuğu, ilk bölümdeki Aamir Khan tanıtımından sonra devam ediyor. Daha önce hiçbir bilgim olmadan sadece merak ederek başladığım Hint sineması keşfinden bu kadar memnun kalacağımı hiç düşünmemiştim ama şu andaki durumumda her gün bir Bollywood filmi izleyecek kadar kendimi kaptırmış durumdayım. Bunun sebeplerini biraz kültürel benzerlik, biraz kendine ait bir dili olması, biraz da neşeli, enerjik bir atmosferi olmasına bağlayabiliriz. Ayrıca Bollywood filmlerinin her biri birbirini destekler nitelikte genişledikçe kendisini bitiren değil besleyen bir yapıya sahip; kendi efsane oyuncuları, kendi sinema teknikleri, kendi koreografileri olan Bollywood, sanki yeni bir yaşam formu bulmuş gibi hissettiriyor seyirciye. Duygu yoğunluğu yüksek bu filmlerin herkese hitap ettiğini söyleyemem tabii ki ama bir sevenin de asla bırakamayacağını düşünüyorum.
Aamir Khan’ın filmografisini beş filmle anlatıp geçmek imkânsız. Yeni bir yazıda yeni bir oyuncuya ya da yönetmene ya da film türüne odaklanmak isterken son bir kez daha Aamir Khan filmi izlemeye karar verdiğimde Ghajini (2008, A.R. Murugadoss) ve Fanaa (2006, Kunal Kohli) arasında kaldım ama internetten Ghajini filmi ile ilgili yorumlara ve filmin konusuna baktığımda Memento’ya benzer bir konuyla karşılaşınca şansımı Fanaa’dan yana kullandım. Kunal Kohli’nin yönettiği film bir Yash Chopra prodüksiyonu, bu ismi daha sonra bahsedeceğim filmlerde de sık sık duyacağız zira özellikle müzik ve şarkılar anlamında çoğu kaliteli filmin prodüksiyonunda Yash Chopra’nın ismi var. Görme engelli Zooni’nin kız arkadaşlarıyla Delhi’de turistik geziye çıkmalarıyla başlayan hikâye, Rehan isimli turist rehberiyle Zooni’nin tanışmasıyla devam ediyor ve ardından Zooni ve Rehan’ın aşkı olarak gelişen hikâye Rehan’ın gerçek kimliğinin ortaya çıkmasıyla çok farklı mecralara doğru sürükleniyor. Rehan’ın Pakistanlı olması ve Pakistan’ın özgürlüğü için savaşan bir ajan olması, filmi basit bir aşk hikâyesinden ülkeler arası bol göndermelerin olduğu politik bir filme dönüştürüyor, beklenmedik alt okumalar da haliyle seyircinin aklında canlanıveriyor. Tabii klasik bir Hollywood seyircisi bu kadar konusu değişken ve sivrileşen bir filmi ne kadar kabullenebilir? Orası meçhul ancak hem oyunculuklar hem de filmde seslendirilen şarkılar filmden kopmayı engelleyecek kalitede. İlk izlendiğinde şaşkınlık yaratan, daha sonra tekrar izlemek istenilen filmlerden.
Fanaa, rota olarak beni çok başka bir Hint sineması efsanesine yönlendirdi. Zooni karakterini canlandıran Kajol’la ilgili araştırmalarımı yaptığımda karşıma çok farklı bir isim ve Aamir Khan filmlerinden çok daha Hint kültürüne yakın filmler çıktı. O farklı isim Hindistan’ı yıkıp geçiren onlarca kapalı gişe filmin başrol oyuncusu, Bolywood’un gelmiş geçmiş en önemli aktörlerinden, aynı zamanda da Kajol ile birlikte Bollywood’un efsane çifti haline gelen, çoğu sinema seyircisinin My Name is Khan (2010, Karan Johar) filminden tanıdığı Shah Rukh Khan. 48 yaşındaki oyuncunun filmografisine baktığımız zaman neredeyse son yirmi sene içerisindeki bütün hit filmlerde onun oynadığını görüyoruz. Fazla mimik yapılan Bollywood sektöründe Shah Rukh Khan da abartılı bir oyunculuk gösterse de bunu seyirciye inandırarak yapması onun başarısının sırrı olarak kabul edilebilir.
Shah Rukh Khan ve Kajol’un 1995 yılında çekilen ve hala Hindistan’da bazı sinema salonlarında gösterilmeye devam eden Dilwale Dulhania Le Jayenge (1995, Aditya Chopra) filmiyle birlikte gerçek bir Hint klasiği izlemenin memnuniyetini yaşadım ve fark ettim ki Aamir Khan filmleri Bollywood’un modernize edilmiş hali gibi duruyor Shah Rukh Khan filmlerinin yanında. Shah Rukh Khan filmleri diye genellememin sebebi ise oynadığı filmlerin hep bir ortak noktasının olmasından dolayı; âşık çift, zorla evlendirilen kız, kızı kaçırmak isteyen erkek, kültür-millet-din farklılıklarından doğan engeller ve mutlu son! Tabii bu ortak noktalar filmlerin birbirine benzemeleri anlamını taşımıyor, zira her film farklı ana fikirlere sahip. Dilwale Dulhania Le Jayenge filmi de imkânsız gözüken bir aşkın etrafında ilerlerken arka planda İngiltere’de yaşayan Hintli bir ailenin kültürünü koruması sorununu perdeye yansıtıyor. Örnek olarak Hint kültüründen uzak resmedilen Raj karakteri, sevdiği kızın Hint geleneklerine bağlı ailesiyle sürekli bir çatışma halinde ancak hikâye ilerledikçe Raj karakterinin içinde hala Hint kültürünün varlığı seziliyor. Hint kültürü derken aileye bağlılık, kadına sadakat, dini inanç gibi bizim kültürümüze de benzeyen ogelerden bahsediyorum. Alt metnindeki ‘toprağının kültürünü koruma’ ana fikrinin haricinde ‘düğünden kız kaçırma’ temalı bu film, ardından gelen belki de onlarca filme de esin kaynağı olmuş durumda. Shah Rukh Khan ve Kajol’un unutulmaz performansları görülmeye değer. Her Hint filmi gibi iki buçuk saati aşan bu film beni hemen bir başka Shah Rukh Khan filmi izlemeye teşvik ediyor. Dilwale Dulhania Le Jayenge filmiyle tekrar görüşmek üzere sözleşip Shah Rukh Khan’ın Preity Zinda’yla oynadığı Veer-Zaara (2004, Yash Chopra) filmini izlemeye başlıyorum.
Veer-Zaara filmi kulaktan kulağa yayılan aşk efsaneleri gibi bir hikâyeye sahip. Öyle ki izledikten sonra Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin neyse, artık Veer ile Zaara da öyle bir öneme sahip olacak. Karşımızda yine imkânsız bir aşk, tesadüflerle örülen bir kader, bu tesadüflerin sonunda birbirine bağlanan iki karakter ve ardından tokat gibi karakterlerin suratına indirilen‘zorunlu evlilik’ konusu. Bu seferki zorunlu evliliğin sebebi ise üst sınıf ailelerin kendi aralarında anlaşıp çocuklarını evlendirmeye karar vermeleri ve buna engel olmaya çalışacak bütün sıkıntıları da ortadan kaldırmaya çalışmaları. Sevdiğin insanın peşinden ne kadar gidebilirsin diye soran film, daha sonra soru kalıbını değiştirip sevdiğin için ne kadar fedakârlık yapabilirsin sorusunu sormaya başlıyor ve ortaya mucizevi, gerçek hayatta çoğu kişinin inanmayacağı kadar ütopik bir fedakârlık, aşk efsanesi çıkıyor. Konudan bu kadar üstünkörü bahsetmek yeterlidir zira film hakkında ne kadar az ipucu verirsem izleyenler o kadar etkilenecektir ancak şunun uyarısını yapmalıyım ki Bollywood filmi gözüyle değil de, genel olarak izlediğim filmler arasında dahi bu kadar vurucu, seyirciyi ekrana kilitleyip daha sonra duygusal olarak yıpratan, dram türünü perdeye aktarabilen bir film izlemek her zaman nasip olmuyor. Dilwale Dulhania Le Jayenge filmi ne kadar eğlenceliyse bu film de o kadar kederli; ancak Veer-Zaara’nın bariz bir prodüksiyon başarısı da mevcut. Filmin yönetmeni ise Fanaa filminde karşımıza çıkan Yash Chopra. 2012 yılında 80 yaşında hayatını kaybeden ünlü yapımcı ve yönetmen Yash Chopra, Dilwale Dulhania Le Jayenge’nin de yapımcısı aynı zamanda.
Aamir Khan, Shah Rukh Khan derken bir dönem Hint sinemasının başyapıtlarında‘esas oğlan’ olarak kitleleri peşinden sürüklemiş olan, şimdilerdeyse ilerleyen yaşına rağmen karizmasından hiçbir şey kaybetmeyen Amitabh Bachcan’ı da es geçmemek lazım. Veer-Zaara filminde Veer’in amcası olarak rol olan Bachcan’ın kariyeri Sholay (1975, Ramesh Sippy) başta olmak üzere pek çok başarılı filmle dolu. Bir nevi Bollywood’un Robert De Niro’su olan Bachcan, aynı zamanda Shah Rukh Khan’ın bahsedeceğim bir sonraki filminde de başrol oyuncusu; Kabhi Khushi Kabhie Gham (2001, Karan Johar). Türkçeye Biraz Neşe Biraz Keder diyerek çevirebileceğimiz bu film yıldızlar geçidi gibi. Bir ailenin dağılmasını ve bir araya gelme çabalarını anlatan, isminden de anlaşılacağı gibi biraz neşeli biraz da kederli olan hikâyede anne-baba rolünde Amitabh Bachcan ve gerçek hayattaki eşi Jaya Bhaduri, çiftin oğulları rolünde ise Shah Rukh Khan ve Hint sinemasının jönlerinden Hrithik Roshan yer almakta. Shah Rukh Khan’ın yine imkânsız bir aşka yelken açtığı filmde gönlünü kaptırdığı kadın yine Kajol iken, Kajol’un kız kardeşi rolünde ise daha önceden 3 Idiots (2009, Rajkumar Hirani) filminde ismini duyduğumuz Kareena Kapoor var. Şimdilerde hepsi ayrı ayrı filmlerin başrol oyuncuları olduğu için 2001 yapımı bu filmin kadro kalitesi olarak çok nostaljik bir yeri bulunmakta. Kabhie Khushi Kabhie Gham aile ile ilgili önemli sözler söyleyen, gururla sevginin çarpıştığı insan ilişkilerini anlatan, uzun süresi biraz can sıksa da yaşattığı duygu yoğunluğuyla seyirciyi ele geçiren içten bir film.
Amitabh Bachcan ile açtığım paranteze Hrithik Roshan ile devam etmem gerekir çünkü Hint Sinemasına giriş yapmak isteyen bir sinemaseverin karşılaşması muhtemel oyunculardan birisi de Hrithik Roshan. Bollywood’un son beş senede parlamış yeni yıldızlarından, Kabhie Kuchie Kabhie Gham’da küçük erkek kardeş rolündeyken Jodhaa Akbar (2008, Ashutosh Gowariker) filminde, yani 2008 yılında kendisini barışçıl ve hoşgörülü Babür şahı Celalettin Muhammed Ekber rolünde izliyoruz. Başrolü güzelliği ve kabiliyetiyle ünlü, Hollywood’da da yer edinmiş Aishwarya Rai Bachchan ile paylaşan Roshan, Hindistan’ın Oscar’ı sayılan Filmfare Awards’tan bu filmle en iyi erkek oyuncu ödülünü de kazanmış. Jodhaa Akbar diğer izlediğim Bollywood filmlerine göre birkaç kat daha görkemli, büyük bir prodüksiyon ve bu filmin arkasında Lagaan: Once Upon a Time in India (2001, Ashutosh Gowariker) filminden tanıdığımız yönetmen Ashutos Gowariker var; iki filmin birbirine yapı olarak benzerliği de buradan kaynaklanmakta.
Bu yazıda bahsedeceğim son film, aslında belli bir Bollywood birikiminden sonra izlense daha çok keyif verecek, hem kendi içerisinde hikâyesi olan hem de bir yandan Bollywood endüstrisiyle ilgili mizah yapan çok eğlenceli bir film; Om Shanti Om (2007, Farah Khan). Açık ara izlediğim Hint filmleri arasından Lagaan’dan sonra müziklerini ve şarkılarını en çok sevdiğim film olan Om Shanti Om’da, Shah Rukh Khan tekrar karşımıza çıkıyor, bu sefer üstelik iki karakterde. Filmin ilk yarısı ünlü bir oyuncu olmak isteyen Om Prakash Makhija’nın Shantipriya isimli stara olan aşkının peşinden giderken yaşadığı trajediyi anlatırken, ikinci yarısı hikâyeye fantastik unsurlar ekleyerek karakterin yeniden doğuşu ve intikam alışı ile ilgili. Filmin yönetmeni pek çok filmde koreograf olarak çalışmış Farah Khan olunca, film de dinamizmini danslardan ve şarkılardan alıyor. Shah Rukh Khan iki karakterde de döktürüyor, özellikle yeniden hayata şımarık bir aktör olarak döndüğünde çektiği Dard-e Disco isimli klibiyle akıllardan çıkmayacak bir performans sergilemiş. Ayrıca Om Shanti Om akıllarda Bollywood yıldızlarının bir partide toplanıp beraber şarkı söyledikleri yaklaşık dokuz dakikalık müzikal sahneyle de yer ediniyor. Öyle bir sahne ki, daha önce bahsettiğim ve diğer yazılarda bahsedeceğim ne kadar oyuncu varsa aynı partide beraber şarkı söylüyorlar ve izlerken bir an bizim sinemamızda da böyle bir sahne olabilir mi diye düşündüm, sonra aklıma herkesin eşit dakika gözükmek isteyip kıskançlık yapacağı geldi ve sustum.
Shah Rukh Khan’ın hala izleme sırasına aldığım büyük sükse yapmış onlarca filmi var, özellikle My Name is Khan, Devdas ve Chak De! gibi ünlü filmlerini bir an önce izlemem lazım çünkü hala oyuncunun nasıl her filminden sonra yeni bir filmini izleme isteğini uyandırdığını çözebilmiş değilim. Bollywood Hollywood’a göre biraz daha seyirciye samimi gelen bir film endüstrisi olduğundan ve oyuncular ne kadar içten olursa o kadar sevildiğinden, sinemada özlediğimiz bu samimiyete kavuştuğum için belki de Hint sinemasına olan açlığım hala sürmekte. Shah Rukh Khan ile Kajol’un âşık bir çifti canlandırdığı, Kajol’un gerçek hayattaki kuzeni olan ve aynı zamanda da ünlü bir Bollywood aktrisi olan Rani Mukerji’nin ‘diğer kadını’ oynadığı yüzlerce film izlesem sıkılmazmışım gibi geliyor. Bu atmosferi pek tabi Yeşilçam’ın Kadir İnanır–Türkan Şoray aşk filmleriyle bağdaştırmak mümkün. Zaten Yeşilçam filmleri de Türk sineması kendisini seks filmleri furyasına kaptırmadan önce seyircinin hayallere kapılıp oyunculara hayran gözlerle baktığı filmler değil miydi? Bilmiyorum, belki de Yeşilçam’ı özlediğimdendir Bollywood filmlerine bu kadar sarılmam. Her filmi gişe için yapıp, paranın sevdiği ne kadar materyal varsa sinema perdesine boca ederek daha sonra da kalitesizliğiyle yitip giden 40-50 filme mecbur kalacağımıza, Bollywood ve eski Yeşilçam gibi kendi yağında kavrulan filmlere doysaydık fena mı olurdu?
Cineritüel’e yazıları ile katkıda bulunan konuk yazarlarımızın ortak hesabıdır.