Mahmut Fazıl Coşkun’un ilk uzun metrajlı filmi Uzak İhtimal (2008), Tophane’de bulunan bir caminin yeni müezzini olarak Ankara Beypazarı’ndan İstanbul’a gelen Musa’nın (Nadir Sarıbacak), rahibe adayı Clara’ya (Görkem Yeltan) beslediği duygularla din/toplum ekseni arasına sıkışmasını sorunsallaştırıyor. “Çağdaş din adamı”, toplumsal kabuller, suskunluk, yasak meyve gibi meseleler film üzerinden açımlanırken, Musa’nın duygularını hiçbir zaman ifade etmeyişi yani suskunluğu, beraberinde kayıpları da getiriyor. Ancak bu noktada neyin kayıp neyin kazanç olduğu, dini esaslarla motivasyonunu sağlayan Musa için elbette farklı anlamlar taşıyor.
Galata’da bir apartman dairesinde yaşamaya başlayan Musa, kapı komşusu Clara’yı ilk gördüğü andan itibaren merak ediyor. Evdeki ilk akşamında sigorta atınca kontrol anahtarı istemek için kapısını çaldığı Clara’nın o andan itibaren bakış alanına girmek için elinden geleni yapıyor, onu kendi bakış alanına dahil etmekteyse çekingenliğinden ve dini doğrulardan ötürü gecikiyor. İlk karşılaşmalarında başını öne eğip zoraki konuşan Musa’nın ilerleyen sahnelerde mutfağın camından kaçak gözetlemeleri, Clara’yı kiliseye giderken takip edişi, bir duvarın arkasından yolunu gözleyişi, “cennet”ten kovulması için ilk somut sebepleri de hazırlıyor.
Camiye ilk geldiğinde içeriyi camdan gözleyen Musa, aynı şekilde Clara’ya da bir pencereden bakmaya çalışıyor. Bu anlamda bakışı da sorunsallaştıran Uzak İhtimal, Musa’nın karakterine ilişkin en büyük detayı vermiş oluyor. İbrahim Hoca’nın evinde diken üstünde duruşu, cemaatin sofrasına dahil olurkenki çekingenliği, Clara’yı gördüğünde başını önüne eğmesi gibi detaylar, içine kapanık bir karakter olduğunu daha filmin başında gösteriyor. “Selamünaleyküm,” diyerek cami ahalisi ile selamlaşan Musa, İstanbul’daki ilk dakikalarında cemaate giriş yapıyor. Öte yandan filmde ele alınan ve Musa’nın henüz tanışmadığı bir diğer din olan Hristiyanlık Musa’nın karşı kapısında dururken ve uzak bir ihtimal gibi gözükürken, yine aynı kapı, Musa’ya bir adımlık yakın bir mesafede bekliyor. Burada mesafe kavramı, karakterin belirleyeceği bir hal alıyor.
Berger’in “Görme konuşmadan önce gelir,” sözüne referansla, Musa Clara’yı bakış alanına dahil ettiği andan itibaren onu arzulamaya da başlıyor. Bu arzu, en saf ve yalın, en zararsız haliyle Musa’da filizlenirken zamanla bütün dünyasını ele geçiriyor.
“Bir şeyi görmem yeter, ona ulaşmayı bilmem için.” (Merleau- Ponty, 2006:32).
Görevini layıkıyla yerine getiren, dürüst ve güzel ahlaklı bir imam olan Musa, tüm bu özellikleriyle cemaat tarafından kısa sürede kabul görüp seviliyor, “simit, peynir, çay” üçlüsüyle tellenecek sohbetlerin öznesi oluyor. Bir anlamda toplumun ve dinin görünmeyen yasalarına uyduğu için cennete kabul ediliyor, hatta İbrahim Hoca’nın evine yemeğe bile davet ediliyor. Clara’yı mutfak camından izlerken elma yiyen Musa’nın bu eylemi, yasak elmayı yemesi ile özdeşleşiyor. Clara’yı uzaktan gözetleyen Musa, bir anlamda ona yakın olma ihtimalini uzakta bırakıyor ama cennetten kovulmasına da ramak kalıyor. Cennetteki meyvenin yenmesi Âdem ve Havva için ne derece yasak ise, Müslüman bir din adamı ile Hristiyan bir rahibe adayı kadının ilişkisi de o derece yasak olarak nitelendiriliyor ve göstergebilimsel açıdan Musa’nın elmayı yiyişi, o yasağı çiğnemesi ile eş değerli ifade ediliyor (Menekşe, 2010:82).
Asansörde kaldığında kendisini kurtaran Clara’ya “Allah razı olsun,” diyerek teşekkür etmesi, Clara tespihini düşürünce geri vermek için kiliseye gitmesi ve kadının “Teşekkürler,” karşılığı, iki karakterin ayrı dünyalarını da imliyor. Ancak hoşgörü, bir imam ve rahibe adayını bir kilisenin çatısı altında buluşturabiliyor. Sahaf Yakup ile de kilisede tanışan ve sonrasında Osmanlıca çeviri işi için onunla yakınlaşan Musa, adım attığı bu yeni dünyaya alışmaya başlıyor. Öyle bir dünya ki sade Türk kahvesi, Bukowski’nin Kadınlar‘ı ve fotoğraf çektirmek de hayatına giriyor. Filmin ilerleyen sahnelerinde tesadüfler neticesinde bir araya gelen bu üç insanı gerek Musa’nın evinde gerek Şile’ye giden bir arabada birleştirenin kader olup olmadığı da ayrı bir yerde duruyor.
Yakup hastalanınca onu evine alıp bakan, onun için ezan vakitlerini kaçıran Musa ile kendisini büyüten yaşlı Anna’ya ölene dek özenle bakan Clara, iki iyi insan olarak ortak bir paydada buluşuyor. Clara fırtınalı bir gecede annesi kiliseye sığınınca doğuyor, Musa Clara’yı düşündüğü, çaresiz kaldığı bir anda camide uyuyakalıyor. Bu iki ayrı sahne neticesinde filmde cami ve kilise, sığınılacak huzurlu, güvenli mekanlar olarak ortaklaşıyor.
“Korkuyorum” ve Suskunluk
Tevazuu sahibi, geleneklerine bağlı, farklı inançlara hoşgörülü, paylaşımcı, öte yandan kitaplarla haşır neşir olduğu için entelektüel de bir insan olan Musa, aşkını dahi içinde yaşayarak, söylemeyerek toplumsal normlara aykırı davranmıyor. Öyle ki İbrahim Hoca’nın kendisini sıkıştırıp sevdiği biri olup olmadığını öğrenmeye çalıştığı sahnede, Musa “dindar” bir kız olarak nitelendirdiği Clara’yla birleşme ihtimalini zaten görmüyor, bu sebeple konuyu geçiştiriyor. Ya da Yakup karakteri ile sohbetinde, duygularını Clara’ya söylemeyeceğini, daha zamanının gelmediğini, korktuğunu ifade ediyor.
Filmde Clara Yakup’un babası olduğunu asla öğrenemiyor. Tıpkı Musa’nın duygularını asla öğrenemediği gibi. Hem Musa hem de Yakup, filmin suskun iki karakteri olarak finalde Clara’yı bir anlamda kaybediyorlar. Bu noktada Yakup ve Musa’nın, Clara’ya açılma konusundaki fikirleri, farklı zamanlarda aynı cümlelerle ifade buluyor: “Daha zamanı gelmedi, korkuyorum.”
Bu suskunluk ve söyleyememe hali, Alman siyaset bilimci Elisabeth Noelle-Neumann’ın geliştirdiği “suskunluk sarmalı” kuramını akla getiriyor. Nasıl ki kişi, kendi düşüncelerinin toplumun çoğunluğu tarafından desteklenmediğini gördüğünde sessiz kalıyorsa ve aklından geçenleri yüksek sesle dile getiremiyorsa, benzer şekilde Musa da Clara’ya olan duygularını yüksek sesle ifade edemiyor; Yakup, vaktiyle siyasi bir sebeple içeri girdiği halde geçen senelerin hesabını kızına nasıl vereceğinden çekiniyor, söyleyemiyor. Musa’nın suskunluğunun arkasında, toplumsal yargıların bir Müslüman ile bir Hristiyanın birlikteliğini onaylamayacağı ihtimali diri bir şekilde duruyor. Her sabah dörtte çalan saat ezan okuması için Musa’yı camiye çağırırken, Musa bütün cemaati dinin gereklerini yerine getirmeleri için sesiyle camiye davet ediyor. Ancak iç sesi, sahile gidip haşin dalgaları izlediğinde daha da yükseliyor, nihayetinde yine kendi içinde savrulup suskunluğa dönüşüyor.
Türk Sinemasında Klişe Din Adamı İmajları ve Çağdaş İmam Musa
Musa, Türk sinemasında 2000’li yıllara kadar temsil edilen tipleme şeklindeki din adamlarından ayrı bir yerde konumlanıyor. Film, bir anlamda melez bir kimliğin inşasının mümkün olabileceğine de işaret ediyor. Dinsel duyguları istismar eden, insanları dolandıran veya “üfürükçü” diye tabir edilen “olumsuz” din adamları veya bunun tam tersi, tamamen iyi yönleriyle, örnek bir mümin olarak yansıtılan, yalnızca dinle haşır neşir olan, toplumsal huzur için çalışan kişiler olarak karşımıza çıkan klişe din adamlarına karşın Musa hem dindar ve hoşgörülü hem de geleneği ve modernliği bünyesinde eriten, çağdaş bir din adamını var ediyor. Bu yönüyle Uzak İhtimal’de modern, kültürlü bir imam karakteri ile dinsel anlatı içerisinde Batılı değerlere de vurgu yapılıyor. Musa geleneksel değerlerinden koparılmayarak ve günah işlemeyerek yine bu çemberin içinde, suskunların yanında kalıyor ama Hristiyan bir kadına karşı duyguları, uzak bir ihtimal de olsa, onu melezleştiriyor.
Musa karakteri, mevcutlardan farklı veya değişmeye başladığı kabul edilen din adamı profilinin bir yansıması olarak değerlendirilebilir (Karataş, 2014:55). Çağdaş bir müezzin olarak tanımlayabileceğimiz Musa bu anlamda öncüllerinden daha bağımsız, daha çoğulcu bir kimlik taşıyor. Karataş, 1960-2000 yılları arasındaki filmlerde yer alan din adamı temsillerine göz atıldığında, genellikle köy ortamlarında temsil edildiklerini, büyü, muska, nazar gibi uygulamalarla ilişkilendirildiklerini veya yandaş bir tutuma sahip olduklarını belirtiyor ve bu özelliklerin toplam çıktısının “belirsiz” bir şahsiyetle tamamlandığını ekliyor (2014:40). Oysa Musa, Nadir Sarıbacak’ın başarılı oyunculuğuyla, karaktere kazandırdığı anlamlı bakışlarla daha da biçimlenerek belirsiz bir şahsiyet yerine sağlam, “sahici” bir karaktere dönüşüyor.
Türk sinemasının başlangıcından 2000‘li yıllara kadar çekilmiş, içinde din adamı unsuru bulunan filmlerde dışlanmış ve daraltılmış özellikleri ile imam – hoca tiplemelerinin, Yeni Türk sineması örnekleriyle yerini “sahici” karakterlere bıraktığını gözlemlemek mümkün (Karataş, 2014:51). 2000’lerde ağırlıkla şehirde görmeye başladığımız ve sosyal gerçekliğe nüfuz eden din adamları karşımıza çıkar. Örneğin The İmam’da (2005), Harley Davidson motoruyla köye gelen, güneş gözlüklü, deri ceketli, tişörtlü, kot pantolonlu ve uzun saçlı bir görünümle köylünün karşına çıkan Emre, halkın alışık olduğu bir imam tipi değildir (Karataş, 2014:56). Ya da günümüze biraz daha yaklaştığımızda İtirazım Var (2014) filmindeki sıra dışı imam Selman Bulut bu duruma bir başka örnektir. Sonuç olarak Musa’nın etkilerinin Yeni Türk sinemasında çoğalarak devam ettiğini görmek mümkündür.
Filmde Musa’nın “eksik” bir din adamı olarak karşımıza çıkan akrabası Ayhan’ın müzelik, değerli yazmalar çalması ve sahaf Yakup’a göstermesi için bunları Musa’ya vermesi, bazı önyargıları da yıkıma uğratır. Hırsız din adamı Ayhan’a karşılık Hristiyan olan Yakup, bu parçaları almaya şiddetle karşı çıkar, Musa’yı da hemen geri vermesi için uyarır. Bir Müslümanın hırsız olma ihtimaline karşın Hristiyan bir adamın dürüstlüğü meselesi, farklı bir tartışmaya da kapı aralayabilir.
Filmde dini, Musa, Clara ve Yakup olmak üzere üç karakterin de gösterişsiz bir şekilde yaşamaları, gelinen noktada kayda değer bir mesaj da veriyor. Dinde sadelik, tevazuu, hoşgörü vurgusu, 2000’ler Türk sinemasında adından söz ettiren Uzak İhtimal’in yakınsadığı ve bugüne uygulamak istediği ihtimaller arasında yer alıyor.
Kaynakça/Okuma Önerileri
BERGER, John, Görme biçimleri, Çev. Yurdanur Salman, İstanbul: Metis Yayınları, 2004.
KARATAŞ, Mehmet, “Türk Sineması’nda Din Adamı Temsili”, Türkiz Siyaset ve Kültür Dergisi, S: 28 (2014). s.33-60.
KARAHAN, Ahmet Hamdi (2008). Türk Toplumunda İmam İmajı: İstanbul Örneği, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul.
MERİÇ, Menekşe (2010). 2000 Sonrası Türk Sinemasında Dönüşüm ve “Uzak İhtimal” Filminin Göstergebilimsel Analizi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Konya.
MERLEAU-PONTY, Maurice, Göz ve Tin, Çev. Ahmet Soysal, İstanbul: Metis, 2006.
YAYLAGÜL, Levent (2012). “2000’ler Türkiyesi’nde Sinema ve Din: Takva Filmi Örneği”. Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi, 34, 42-65.

1994 yılında İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Bölümü’nde lisansını tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde yeni medya ve çocuk alanında yüksek lisansına devam etti. Fil’m Hafızası, Sinema Terspektif, Berfin Bahar, Hayal Perdesi gibi farklı basılı ve online mecralarda sinema üzerine yazıları yayınlandı. art-his.com’da sanat üzerine üretim yaparken, Mayıs 2019’dan bu yana Arter’in Öğrenme Programı’nı oluşturan ekiple birlikte çalışıyor.