Twin Peaks: Sürreal Bir Lynch Evreni

Twin Peaks: Sürreal Bir Lynch Evreni

Share Button

Bir süredir televizyonun altın çağını yaşıyoruz. Cesur senaryolar, yüksek bütçeler ve star oyuncular ile çekilen diziler, izleme alışkanlığını tamamen değiştiren dijital platformlar aracılığıyla seyircilere ulaşıyor. TV dizileri henüz özgürleşmemiş ve sınırlı alanlara sıkışmış iken, doksanların başlarında, David Lynch ve Mark Frost, Twin Peaks (İkiz Tepeler) dizisini hayata geçirdi. Bir polisiye olarak başlayan, içerisinde kara komedi, korku, film-noir ve pembe dizi gibi farklı türleri birleştiren Twin Peaks, kısa sürede fenomen haline geldi ve kendisinden sonra gelecek dizileri derinden etkiledi. Bugün geriye dönüp baktığımızda Lost, The Killing, Six Feet Under, Desperate Hausewives gibi birçok dizinin İkiz Tepeler’den etkilendiğini açıkça görürüz. Kimi tuhaf karakterlerini, kimi gerçeküstü atmosferini, kimi ise Amerikan rüyasını yerle yeksan eden yapısını kullanıyor. Twin Peaks hayranlarının 25 yıldır aynı coşku ve heyecanla üçüncü sezonu beklemelerinin sebebi de burada yatıyor aslında: Onca diziyi etkilemiş olmasına rağmen kendine ait aurasıyla benzeri yapılamamış bir proje. Tabiki bir de Laura Palmer’ın Ajan Cooper’a Kırmızı Oda’da söylediği “25 yıl sonra görüşürüz” sözünün de etkisi var.

Televizyon dizilerindeki süregelen anlatıyı kökten değiştiren İkiz Tepeler 1990 yılında yayına başladı. Laura Palmer adında bir lise öğrencisinin plastiğe sarılı cesedinin bulunmasının ardından olayı araştırmak için kasabaya gelen FBI ajanı Dale Cooper olayının altını kazıdıkça sakin ve huzurlu görülen kasabanın tüm pislikleri yavaş yavaş yüzeye çıkıyordu. Fuhuş ve uyuşturucu trafiği, hileli ticari işlemler, ileri düzeydeki ahlaki çöküntü ve ormandaki kötü ruhlar bu sakin kasabanın görünmeyen yüzlerindendi. İkiz Tepeler’in 8 bölümlük ilk sezonu yüksek reytingler ile yayına hayatına başladı. Ancak kanalın baskısı ile katilin ikinci sezonun ortalarında açıklanmasıyla dizi kan kaybetmeye başladı. 90’lardaki Körfez Savaşı’nın televizyon kanallarında canlı yayınlanması da dizinin gün ve saatinde sapmalara sebep oluyor, arada izlenmeyen bölümler izleyicide boşluk hissini arttırıyordu. İki sezon ve 30 bölüm yayınlandıktan sonra ise düşük reytingler bahane edilerek ekranlara veda etti.

İkiz Tepelerin ikinci sezonunun sonunda izleyici için parçaları bir araya getirmek tam olarak mümkün olmamıştı. Hatta Cooper üzerinden oluşturulan yeni soru işaretleri geçmiş ile ilişkilendirilmiş, zihinler daha da bulanmıştı. Dizinin iptal edilmesi ardından Laura Palmer’ın öldürülmesinden önceki haftayı anlatan sinema filmi Twin Peaks: Fire Walk With Me çekildi. Lynch’in kendisine özgü, kaotik bir atmosferde, kara mizah dozunu azalıp vahşet dozunu arttırdığı film, tamamıyla dizinin hayranlarına hitap ediyordu. Laura’nın trajediye sürüklenen yaşamından kesitlerde gördüğümüz gibi Lynch, üçüncü sezonda ekrana taşıyacağı büyük resmin izlerini filmin içerisine yerleştirmişti. Fire Walk With Me, bütünden çok parçalara odaklanan yapısıyla izleyiciden yüksek bir dikkat bekleyen ve bu parçaları kendi zihinlerinde birleştirmesi isteyen zorlayıcı bir deneyim. Ancak dizinin evrenindeki bazı kilit anları barındırdığı ve üçüncü sezonda sürekli atıf yapıldığı için aradaki 25 yılda bir köprü görevi görünüyor.

Tüm tuhaflıklarının ardından, kısmen tatmin edici bir son ile iki sezon bittiğinde aslında her şeyin yeni başladığını da öğrenmiş olduk. Parçadan bütünü ulaşılan yapıda izleyicinin gördüğünü bütün değil, bir kısmıydı. Bu aslında yeni bir durum değil. İkiz Tepeler izleyicisini sürekli manipüle eden bu sayede kendi mitini yaratmaya çabalayan bir kurgunun ürünü. Bir süre sonra ana soru olan “Laura Palmer’ı kim öldürdü” işlevini yitiriyor, simgesel ve rüyalar diziyi ele geçiriyordu. Görsel ve işitsel tarzında deneyselliğe yaklaşan anları, anlatının karmaşıklığı, anti kahramanlar ile deliliğin sınırlarındaki karakterler zaman içerisinde dizinin kendi mitini yaratmış; Laura Palmer’ın gizli günlüğü gibi yan ürünlerin de vasıtasıyla ortaya atılan teorileri tartışan fan kitlesi dizinin etkisi yayın hayatından daha fazla sürdürmüştür. Bu açıdan bu yıl yayınlanan üçüncü sezon büyük beklentiler ile yayına girdi. Sezon tamamlandığında izleyiciler halen yeni soru sorular sormaya devam ediyordu ancak bu duruma büyük bir haz duygusu da eşlik ediyordu.

Rüyalar Kasabası

David Lynch’in sinemasının anlaşılmaz hatta entelektüel zorlama olarak tanımlayanlar olduğu doğru; ancak muğlaklığın yarattığı sınırsız olanaklar ile izleyiciye yeni sorular sordurduğu, bu sayede film izlemeyi bir tür deneyime dönüştürdüğünü yadsımamak gerekiyor. Lynch’in sinemasına hakim olan psikanalizin de etkisiyle kısa filmlerinden başlayan ve günümüze uzanan süreçte, sinemasının belirgin bir tutarlılığa sahip olduğunu açıkça görüyoruz. Doğrusal ve rasyonel olmayan, sonuç değil süreç odaklı bu yaklaşımın çoğu izleyiciye yarattığı karmaşık duygular, bir yanıyla merak unsurunu tetiklerken diğer taraftan izleyiciyi bu evrenin bir parçası haline getiriyor. Lynch’in İkiz Tepeler’de yaptığı da tam olarak bu aslında; dizinin omurgasında gösterdiği trajik polisiye vakayı yem olarak kullanarak asıl anlatmak istediklerini sinemasına aşina olmayan izleyiciye yeni bir mecrada (TV) anlatmak; ufak bir kasabada yaşanan travmadan yola çıkarak asıl kötülüğe ulaşmak.

Kötülüğü tanımlamak Lynch’in sinemasında her daim belirsizliğe kapı açmak demektir. Bu belirsizliği ortadan kaldıran ya da daha da derinleştiren rüyalar ise bu evrenin ayrılmaz bir parçasıdır. Cooper’ın klasik dedektif anlayışını yapıbozuma uğratan yöntemlerinde bunu sıklıkla görürüz. Cooper, Laura Palmer’ın cinayetini çözmek için somut kanıtlar yerine rüyasında gördüğü devler ve cücelerden gelen bilgileri kullanır, onları pratiğe döker; halüsinasyon görmüş şüphelilerin robot resimleri çizilir hatta bir “kütük” dikkatle dinlenir. Her ne kadar kasabanın neredeyse tüm fertleri ahlaksızlığı içerisinde debelense de kötülüğün gerçek izleri aranır. Peki bu kötülük tam olarak nedir? Daha doğru bir soruyla eğer kötülük dışarıdan geliyor ise musallat olduğu insanları suçlamak ne kadar doğrudur? Lynch, pratikten daha ziyade düşünsel düzeyde verdiği cevaplarla diziyi yüzeyde tacizin bastırılması ve yansıtılması ya da bir ensest cinayetine indirgemekten uzaklaştırır. Daha kadim cevapları aramamıza olanak sağlar. Kötülüğün kaynağı olarak gösterilen Bob insanların eylemlerinin bir sonucudur. Kötülükle hemhal olmak insanı değiştirir. Bob kolektif hafızanın bir sonucudur. Özellikle son sezonda izlediğimiz gibi kötülüğün dehşeti günümüzde modern ve teknolojik bir yola girmiş durumdadır. Bob, kötülüğün beden bulmuş halidir, ona verilen ismin anlamı yoktur. Onu şeytan / şeytani olarak adlandırmak tanımlama ihtiyacından kaynaklanır. Dinsel mitlerde olduğunu gibi şeytan ya da nefis söyleyendir, eyleme geçen ise insandır. Diğer taraftan fiziksel olarak dışarıdan gelen kötülük eylemsel olarak içeridedir. Tüm karakterler bir tür iç şiddete mazur kalmış, göle atılan bir taş misali yüzeyde yaşanan dalgalanmalar gitgide büyümüştür. Güvenli alan olarak adlandırılan yerler güvenilmez hale gelmiş, akıl ve nedenselliğin yetersiz geldiği anlarda rüyalar devreye girmiştir. Lynch burada ben / öteki kavramları üzerinde sıklıkla durur. Tüm dizi boyunca aynı karakteri birden çok şekilde görürüz. Diğer taraftan son sezonda Cooper üzerinden daha detaylı gördüğümüz “kötücül ikiz” imajı evrenin kilit noktasındadır ve kötülük tanımını daha belirsiz bir alana çeker. Üçüncü sezonda iyice kontrolden çıkan, gerçekçi anlatının altını oyan bu ikilik hali Twin Peaks kasabasından tüm Amerika’ya yayılır.

“Düş görenler gibiyiz. Düş görüp o düşün içinde yaşayanlar.”
“Peki düş gören kim?”

Düşler ve gerçeklerin iç içe geçmeleri, birbirlerinden etkilenmeleri hatta değiştirmeleri Lynch evreninde sıklıkla karşılaşılan bir süreçtir. Düşler gibi şizofreni de bu evrende normaldir. Evlerin içinde beliren kocaman bir at, devler ve cüceler, bir anda ortadan kaybolan karakterler, ışık huzmesine dönülmüş varlıklar hatta süper kahramanlar bu anlatının parçalarıdır. Lynch akışını görünenden çok görünmeyen üzerinden kurar. Metaforlar ile gerçeği birbirinden ayırmak sıklıkla imkansızlaşır. Black Lodge sadece bir araf değil, kötülüğün merkezidir ama diğer taraftan da bilinmezdir; karakterlerin ne kadarının gerçek ne kadarının ise üretilmiş (tulpa) olduğundan asla tam emin olamayız. Blue Rose projesi ve Jowdey-Judy, üçüncü sezonda duman şeklindeki karakterler, hatta cesetlerin ruhlarını yağmalayan ruhani varlıklar gibi belirsizlikler sıklıkla anlatının parçası olurlar. Tüm gerçeküstü atmosferin yanında karavan parkında kanını satarak yaşamaya devam eden insanlar, uyuşturucu müptelası gençler, sosyal ve ahlaki çöküntü yaşamış kasaba iç içe geçmiştir. Bu sebeple Twin Peaks evrenini bir kümeye alarak tanımlamak beyhude bir çabadır.

Bir diğer belirsiz olan kavram ise zamandır. Anlatı zamanı ile sıklıkla oynayan Lynch bu sayede izleyicinin beklentilerini de kırar. Fire Walk With Me’de Palmer’ın günlüğünde Cooper’dan bahsetmesi, ikinci sezonun ikinci yarısında olaya dahil olmuş bir karakterin Laura ile gerçeküstü teması gibi örnekler bulunuyorken, üçüncü sezonda anlatının geçtiği zaman sıklıkla belirsiz hale gelir.  Sezon finalinde Laura Palmer’ın yaşlanmış haliyle attığı çığlık ve Cooper’ın hangi yıldayız sorusu bizlere zamanda bir kırılma yaşadığımızı düşündürür. Zaman, Lynch evreninde doğrusal değildir.

Son tahlilde televizyon tarihinde bir kırılmaya sebep olmuş İkiz Tepeler’in, çeyrek asır sonrasında sonra ekranlara tekrar dönerek oyunu bir kez daha değiştirdi. Geçen süre zarfında David Lynch’in de hem sektörde hem de ruhen özgürleştiğini açıkça görüyoruz. Vizyonu ve bakış açısı artık daha detaylı. Ancak yine de büyük resmi tam olarak görmemiz mümkün olmuyor, zaten ihtiyacımızın olduğuna da düşünmüyorum. David Lynch’den her şeyin rayına oturduğu mutlu bir son beklemiyorduk değil mi?

NOT: Bu yazı ilk olarak Rabarba Sinema Dergisi’nin 9. sayısında yayınlanmıştır.

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir