Toplumcu/Toplumsal Arabesk Filmleriyle Orhan Gencebay

Toplumcu/Toplumsal Arabesk Filmleriyle Orhan Gencebay

Share Button

Türkiye’yi 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nin karanlığına iten süreç, darbe dönemi ve darbe sonrası yaşanan oldukça karmaşık olaylar ve gelişimler silsilesi; Türk toplumunda kimi kabuk tutmuş kimi hala sızlamaya devam eden yaralar açmış, ülkenin siyasi rotasını değiştirmiş, yeni bir sosyal ve ekonomik düzenin kapılarını aralamış, kendi totaliter ve hoşgörüsüz değer yargılarıyla beslediği yeni bir kuşağın filizlenmesine neden olmuştur. Bu komplike dönemi tüm boyutları ile ele alıp irdelemek, ulusal ve uluslararası platformda neden-sonuç ilişkileri bağlamında ele almak elbette oldukça güçtür. Konuyu uzmanlarına bırakıp, bahsedilen süreçte Türkiye’nin hangi olumsuzluklarla boğuştuğunu, nelere göğüs gerdiğini, dönemin yükselen ve alçalan değerlerini sadece başlıklar halinde sıralayalım: Cinayetler, suikastler, bombalamalar, adam kaçırmalar, öğrenci ayaklanmaları ve işgaller, boykotlar, Demirel’in “70 sente muhtacız” sözü ile özdeşleşen ekonomik darboğaz ve kıtlık, uzayan kuyruklar, karaborsacılık, dağa taşa Karaoğlan yazarak yükselen sol hareket, artan milliyetçi-muhafazakârlık, sıkıyönetim, darbe sonrası komünist avı, idamlar, gözaltılar, tutuklamalar, işkenceler, yakılan kitaplar vb.

Bütün bu olan biten karşısında bir köşeye sinip de üç maymunu oynamayı kendisine yediremeyen cesur aydın, sanatçı, yazar, akademisyenler; bir yandan sıkıyönetim, tutukluluk, yurt dışına çıkış yasağı gibi engellemelerle mücadele ederken diğer yandan cunta yönetimine karşı düşme ve sansürle cebelleşme pahasına bildiklerini okumaya devam etmişlerdir.

Sinemamızda, darbe sonrası yaşanan kişisel travmalar “Sen Türkülerini Söyle” filmine yapmış olduğum yorum yazısında ayrıntıları ile açıkladığım üzere “12 Eylül Filmlerinin” temel konusunu teşkil etmiştir. Ertem Eğilmez’in Namuslu (1984), Atıf Yılmaz’ın Dolap Beygiri (1982), Başar Sabuncu’nun 1985 tarihli Çıplak Vatandaş adlı filmleri de 12 Eylül süreci sonrası yaşanan ahlaki çözülmeyi, bireylerin karakter yapılarındaki tahribatı sorgulayıcı yönleri ile darbe ile dolaylı olarak ilişkilendirilebilecek yapımlardır.

Yaşanan bu acılarla boyanmış kara tablo karşısında kayıtsız kalamayan, en azından umut verici şarkıları ile kendi payına düşeni yerine getirme amacındaki alternatif bir ses de, müzik dünyasının sazına ve sözüne güvenilir ismi Orhan Gencebay olmuştur. “Heryer karanlık, nerde insanlık, kula kulluk edene yazıklar olsun” diyerek isyanını en yüksek perdeden dile getirdiği “Batsın Bu Dünya” başta olmak üzere, Hor Görme Garibi, Yokluk, Hayat Kavgası, Sen de Bizdensin, Bitecek Dertlerimiz, Yaşamak Bu Değil gibi parçalarıyla da, yaşadığı aşklara eşlik eden yoksulluğu, haksızlıkları, eşitsizlikleri dile getiren Orhan Gencebay, bu yönüyle de farkını ortaya koymuş bir isimdir.

Sanatçı hakkında kapsamlı bir doktora tezi hazırlayan Meral Özbek’in deyimiyle aşka “toplumsal dekor” yapan zulüm, kula kulluk etmek, çare, hak, düzenin bozuk olması, insanca yaşamak, hesap sormak gibi söz ve deyimleriyle Orhan Gencebay, gerçekten de bir dönemin puslu atmosferini müziğiyle yansıtabilmiştir. Örnek verilen şarkı sözleri iyi niyetle incelenirse, içerdiği karamsarlık kadar bir tutam umut ışığı sunmayı ihmal etmediği de görülecektir. Orhan Gencebay kaderci ve bezginlik aşılayarak insanları bunalıma sürüklediği gerekçesiyle yerden yere vurulan arabesk müziğin babası* ve bu türün en sivri çıkışı sayılan Batsın Bu Dünya parçasının söz yazarı ve bestecisi olarak sürekli bu konuda açıklama yapmak zorunda kalmıştır. Bir röportajında söylediği şu sözler Gencebay’ın anlaşılabilmesi açısından önemlidir: “Batsın Bu Dünya, belki bazılarınca, katı, belki olmayacak, karamsar bir bestedir. Ben hiç o fikirde değilim. Bilakis, muhalefet yapan bir bestedir, olumsuzluğa karşı bir bestedir, karamsar olarak yorumlanmamalı. Böyle olacağına Batsın Bu Dünya! demekteyim. Dünyanın batmasını kesinlikle istemiyorum. Ama böyle olacağına batsın bu dünya diye o muhalefetteki duygunun önemini vurgulamak istemişimdir orada”.

Orhan Gencebay’ın toplumsal sorunlarla iç içe geçmiş şarkılarındaki muhalif tavır, sinema kanalı ile de kitlelere ulaşmış ve yankı bulmuştur; ancak sinemasal etki, Gencebay’ın müzikal etkisi ile kıyaslandığında sönük kalmış ve kalıcı olamamıştır. Gencebay’ın sıklıkla dikkat çektiği, sözünü ettiği çatışmaların, Şerif Gören’in mensubu ve militanı olduğu sosyalist söyleme ait “sömürü düzeni”, “kardeşlik”, “eşitlik” gibi kavramlarla örtüşmesi sonucu ikili ortak tepkilerini sinema yoluyla koyabilmek amacıyla güç birliği oluşturmuşlardır. Bu ortaklık, o güne dek çekilmiş şarkıcı-türkücü filmlerinden çok farklı ve adını “toplumsal/toplumcu arabesk sinema”  koyabileceğimiz tarza ait dört tane film üretmiştir. İsimlerini Gencebay’ın şarkı sözlerinden alan bu dört film sırasıyla şunlardır: Derdim Dünyadan Büyük (1978), Aşkı Ben mi Yarattım (1979), Kır Gönlünün Zincirini (1980), Feryada Gücüm Yok (1981).

Filmlere dair ayrıntılara girmeden panoramik bir bakış sonucu varılacak ilk tespit, çok başarılı ve amacına ulaşmış filmler olmadığı yönündedir. Arabesk bir alt metne ve standart Yeşilçam melodram kalıplarına yaslanan bu dört film; sosyal adaletsizlik, iç göç ve gecekondu, çarpık kentleşme, arazi mafyası vb. gibi çeşitli sosyal konularla baharatlandırılmıştır. Ancak, düzene ve çelişkilere yönelik eleştiriler, mesajlar; incelikle, ironik ve usul usul değil, Şerif Gören’in dizginleyemediği ideolojik coşkusuyla ajite ettiği sahne ve diyaloglar vasıtası ile tabir-i caizse bodoslama verilmiştir. Tabii ki, filmlerinde müziği ön plana fazla çıkarmasıyla bildiğimiz Gören’e bu anlamda Gencebay şarkıları önemli destek sağlamıştır.

Filmlere Dair İzlenim, Tespit ve Yorumlar

Filmler, genel anlamda sinemasal yönleri ile değil, sadece toplumsal konularla olan ilgisi, söz konusu ettiği, atıfta bulunduğu ve altını çizdiği olay ve durumlar bağlamında analize tabi tutulmuştur.

Serinin en iyi ve tutarlı filmi, bence Derdim Dünyadan Büyük filmidir. İlk filmden son filme doğru gelindikçe tutarsızlık, savrukluk ve “mesaj bombardımanı” da aynı doğrultuda ilerlemiştir. En kötüsü ise hiç şüphesiz ki serinin finalini yapan Feryada Gücüm Yok filmidir.

Derdim Dünyadan Büyük (1978)

Orhan, en yakın arkadaşı ve aynı mahallede oturduğu Apo’nun (Tugay Toksöz) kız kardeşi İpek’i (İnci Engin) içten içe sever; ancak yanlış anlaşılacağı düşüncesi ile bir türlü kıza ve ağabeyine açılamaz. Apo’nun hapse düşerek kız kardeşini Orhan’a emanet etmesi sonucu Orhan en büyük aşkına “ağabeylik” yapma zorunda kalır.

Film; elektriği ve suyu olmayan, yolları çamurlu, mahalle çeşmesinde ellerinde bidonları ile su sırası bekleyen kadınları ve uzayıp giden minibüs kuyrukları ile, çevresini kuşatan lüks apartmanların gölgesinde nefes almaya çalışan tipik bir gecekondu mahallesi tasviri ile başlar. -Planlar, aynı yıl çekilen Kartal Tibet’in Sultan filmindeki planlarla birebir örtüşmektedir- Gecekondulu argosunda “konserve kutusu” olarak karşılığını bulmuş otobüslerde sabah akşam işe yetişme ve eve ekmek götürme savaşı veren, cinsel tacize uğrayan kadınların çaresizliğinden medet uman zamparalar, son model arabaları ile sürekli av peşindedir; sefalete daha fazla dayanamayan kadınların pes edip arabalara binişleri de acı bir gecekondu gerçeği olarak gözler önüne serilir. Otobüsteki bir yolcunun, okuduğu gazetedeki “Anarşinin kaynağı bulunmuş” şeklindeki habere yaptığı alaycı yorum, dönemin anarşi ortamına yapılan bir göndermedir, ancak diğerleri gibi bu da oldukça yüzeyseldir.

Orhan, yaşadığı gizli aşkın yanı sıra Belediye Meclisi üyesi (bu benim tahminim, filmde bu konuda bir netlik yok) olarak mahallenin su ve elektrik sorununun çözümü için de önderlik eder; konuyu meclis gündemine getirerek çözüm önerileri sunar. Belediyedeki toplantıda Necmettin Erbakan’ı ve dolayısıyla Milliyetçi Cephe’yi temsil eden, “ağır sanayi hamlesinden” bahseden üyenin tip, konuşma ve tavırları sanki bir Kemal Sunal filmindeki “sakallı, cüppeli hoca” tiplemesi kadar basmakalıp ve karikatürize bir tipleme olup, maalesef komik olmaktan öteye gidemez. Mahalleli adına belediyeden su ve elektrik getirme sözü alan Orhan, mahalle halkını kanal açma çalışmaları için göreve davet eder. Yaşlı, genç, kadın herkesin üzerine ne düşüyorsa canla başla yerine getirmeye çalıştığı kanal açma sahnesinde dayanışmanın güzel bir örneği sergilenir.

Orhan’ın marangoz atölyesinde çalışan ve yakın arkadaşı olan Kerim (Menderes Samancılar) yeni doğacağı çocuğunun ilki gibi karanlıkta değil, ışıkta doğmasını istemektedir. Nitekim doğan kızına Işık adını verir. Işık ismi; elbette ki gelecekteki güzel ve güneşli günleri, aydınlık yarınları sembolize etmektedir. Ancak aydınlık kavramları ile verilmek istenen bu mesaj, filmde ardı ardına olmak üzere o kadar çok tekrar edilir ve göze batıra batıra verilir ki bütün etkisini ve özelliğini yitirir.

Kendisine emanet edilen ve hala çok sevdiği İpek’i, ülkenin en zenginlerinden Rahmi Kabancı’nın (Sakıp Sabancı, Kabancı olarak değiştirilmiş. Bu da Kemal Sunal filmlerinde rastlanan bir unsur olup ciddi içerikli bir film için komik kaçmıştır) oğlu Engin’in (Selçuk Özer) spor otomobiline binerken gören Orhan’ın dünyası altüst olur. Olduğu yere çöküp kaldığı planda, yıldızlı logosuyla Mercedes bir otomobil, kadrajda Orhan’ın çaresizliğine eşlik eder, daha doğrusu çaresizliği doğuran çelişkinin sebebi olarak gövde gösterisi yapar.  Aslında İpek’in derdi aşk değil, yoksulluktur. İçinde debelenip durduğu acizlikten bir çıkış noktası olarak Engin’e bel bağlamıştır. Bu sırada, elektriğe ve suya kavuşma hayaliyle yaşayan gecekondululara evlerin yıkımı ile ilgili birer tebligat ulaşır. Yıkılacak gecekonduların yerine fabrikalar kurulacaktır. Yıkım kararının ardındaki devasa güç, İpek’in müstakbel kayınpederi Rahmi Kabancı’dır.

Ertem Eğilmez’in Tarık Akan’lı, Hale Soygazi’li, Emel Sayın’lı tozpembe filmlerindeki peri masallarına has “happy end” bu filmde gerçekleşmez, sınıfsal çatışma tüm acımasızlığı ile tokadını vurarak sevgilileri kendine getirir. Ne Engin arabasından, bol paradan vazgeçebilir; ne de İpek, Engin’in “high society” mensubu ailesinin küçümsemelerine direnecek kadar güçlüdür.

Derdim Dünyadan Büyük filmi, Aşkı Ben mi Yarattım ve Feryada Gücüm yok filmleri gibi gösterişli bir finalle noktalanır. Halkın en büyük güç olduğu, örgütlü bir toplum karşısında hiçbir gücün duramayacağı ve yok olmaya mahkûm olduğu vurgusu, Orhan’la ona inananların el ele verdiği sahnelerle ve müzikle güçlendirilir. Orhan, canı pahasına gecekondu yıkımına karşı çıkar ve iş makinesi boğazına kadar dayansa da kararlılığından vazgeçmez. Bütün mahalleli, Orhan’ın ardı sıra yıkımcılara karşı etten duvar oluşturur; herkesin yüzünde direnişin onuru okunmaktadır; “Bitecek Dertlerimiz” şarkısı, devrimci bir marş gibi hep bir ağızdan söylenir.

Aşkı Ben Mi Yarattım (1979)

Yeşilçam’da işlene işlene posası çıkarılmış başlık parası, cinayet, kan davası üçlemesi ile açılan ve sıradan bir şarkıcı filmi minvalinde ilerleyeceği sanılan film, Orhan’ın İstanbul’a gelişi ile mecra değiştirir, çeşitli açılımlar yaparak ilerler. “Bir elinde tahta bavulu diğer elinde siyah kılıflı sazı ile İstanbul’u fethetmeye gelen yanık sesli Anadolu’lu” silüetini belleklerimize kazıyan filmlerden birisidir. Otobüsten iner inmez meraklı gözlerle İstanbul’u izlemeye başlayan Orhan’ın bakışlarında biraz ürkeklik, biraz iyimserlik ve umut, en fazla da kendinle olan güven duygusu sezilir. Bu sahne, film boyunca Orhan’ın İstanbul ile karşı karşıya geldiği, yüzleştiği ve konuştuğu üç sahneden ilkidir, ancak bu sahne konuşma içermez. En dramatik sahnelerde bile değişmeyen yüz ifadesi ile sınırlı bir oyunculuk gücüne sahip olduğu söylenen Gencebay, bakışları ve yüz ifadesi ile belirttiğim duyguların tamamını oldukça başarılı bir şekilde verebilmeyi başarmıştır.

İstanbul’a dair ilk gözlemleri Orhan’ın nasıl bir keşmekeşin orta yerine düştüğünü açıkça gözler önüne serer: Akıl almaz bir kalabalık, her kesimden insanın verdiği yaşam savaşı, seyyar kasetçiler, seks dergileri ve seks filmleri oynatan sinemalar dışında jandarma ve polis panzerleri, sol örgütlere ait afişler, dövizler, lüks bir otelin önünde konuşlanmış grevciler de Orhan’ın ilk izlenimlerine dair görüntülerdir. En az 45 dakikadan önce sıra gelmeyecek kuyruklara, minibüste mazota gelen son zamlardan sonra muavin ve yolcular arasında gelişen münakaşalara, sokak çocuklarının sefaletine, pavyonda polis baskınına, insan etinin ayni köyünde olduğu gibi para ile alınıp satıldığına şahit olan Orhan çok geçmeden anlar ki İstanbul güçlülerin şehridir; orman kanunlarını egemen olduğu bu cangılda parası ve nüfuzu olmayanın insan gibi yaşamaya hakkı yoktur.

Bu noktada, Orhan İstanbul’un karşısına ikinci kez dikilir. İlk tanışmadaki iyimserlik şu sözleri ile yerini karamsarlığa bırakmıştır: “İstanbul… Güzel İstanbul… Büyük İstanbul… Taşı toprağı altın İstanbul… Bir lokma ekmek için hırsız mı olmalı insan? Sana yenilmeyeceğim… Hainlere, zalimlere yenilmeyeceğim İstanbul…”

“Ben yokluğu yalnız bende sanırdım, meğerse ne yokluk çekenler varmış” sözlerinin eşlik ettiği sahnelerle, sokak çocukları ile araba camı silip sokaklarda yatıp kalkan Orhan bu arada eski sevgilisine çok benzeyen “vesikalı” Mehtap (Müjde Ar) ile de aşk yaşamaya başlar. Mehtap’ın, izleyenlerin hemen hatırlayacağı o meşhur sahnede mahalle bakkalının “zulasını patlatarak” eve getirdiği erzak arasında o dönem ancak tezgâh altından temin edilen ve karaborsacılığın simgesi haline gelen “Sana” marka margarininin adı da geçer.

Bütün olumsuzluklara rağmen şarkıcı olma hayallerini gerçekleştiren Orhan, bir anda bomba gibi patlar ve günün adamı haline gelir.Ülkenin her yerinde Orhan Gencebay dinlenmektedir, ancak parçaları TRT denetiminden geçmez. Bu durum filmde iki sahnede söz konusu edilir; Orhan TRT’nin gerekçelerini “hiç… saçma sapan gerekçeler” olarak niteler.

Meral Özbek’e göre, resmi kültür politikalarının halka uzak oluşu, Kemalist Devrim’in ilerici düşünce sistemi ve kültürel politikalarının özellikle Atatürk’ün ölümünden ve çok partili rejime geçilmesinden sonra tabana yayılamaması arabesk müziğin ortaya çıkışını kaçınılmaz kılmıştır. Arabesk müzik; köyden kente göçen ve kent kültürüne sağlıklı olarak eklemlenemeyen yığınların müziği olarak tanımlanırken, sonraları “kent soylu” olanları da kapsayacak şekilde her türlü uyumsuzluğu, bayağılığı ve kabalığı temsil eden bir kelime olarak anlam genişlemesine uğramıştır.

Şarkılarında olduğu gibi halktan yana, halkın yanında bir tavır sergileyen Orhan, büyük gazino patronlarının gazinoya çıkma tekliflerini geri çevirir. Amacı, halk konserleri vermektir ve tehditlere karşı şu sözleri ile karşı durur: “Böyle herkese, zora, kaba kuvvete boyun eğersek biz insan mı oluruz koyun mu?”.

Diğer iki filmde olduğu gibi, güzelliği ve çıplaklığı ile dekoratif bir unsur olan Müjde Ar, en dişe dokunur repliğini bu filmde sarf eder: “Bu halk seni şöhret yaptı, beni de orospu”.

Bu aşama da Orhan, İstanbul ile üçüncü ve son kez karşı karşıya gelir. Yumrukları sıkılıdır ve artık karamsarlığı yerini öfkeye bırakmıştır. “Ulen İstanbul… Yaşlı şehir… Bunak şehir… Bizans… Kim kazandı dersin? Ben mi? Sen mi? Kim?” sözleri ile adeta Orhan’ın İstanbul’a nefret kustuğu bu sahne Yeşilçam’ın efsaneleri arasına girmiştir.

Aşkı Ben mi Yarattım filmi, yarı destansı bir Halk Konseri sekansı ile sona erer. Zulme boyun eğmeyen Orhan, halkla buluşmasını engellemek isteyen güçler tarafından kırılan ellerini sarar. “Sazım, sözüm halk için, kardeşlik için, insanlık için, garipler için, sevenler için, yeni bir dünya için”  diyerek ölüme meydan okur; Batsın Bu Dünya şarkısını halkı ile beraber coşkuyla söyler. Bu sırada, arkasında duran ve kızıl zemin üzerine yazılı “ORHAN GENCEBAY HALK KONSERİ” pankartı, bir konser pankartından çok örgüt pankartını andırmaktadır. Orhan Gencebay’ın eski basın danışmanının söylediğine göre, ünlü sanatçı bu filmde beraber rol aldığı sokak çocuklarının ihtiyaçlarını ömür boyu karşılamayı taahhüt etmiştir.

Kır Gönlünün Zincirini (1980)

Kalantor babaları tarafından şımartılarak sefahat içerisinde gününü gün eden uçarı zengin çocukları ve kirletip bir kenara attıkları kenar mahalle kızlarının hikâyeleri Yeşilçam’da sık işlenmiş konulardan birisidir. İşleniş biçimi genellikle dramatiktir ve ibret verme amaçlıdır. Kır Gönlünün Zincirini filminde de Orhan’ın kardeşi Gülcan (Funda Ersin), Erman (Eray Özbal) tarafından iğfal edilir ve intihar eder. Ancak, burada konu, Derdim Dünyadan Büyük filminde olduğu gibi sınıf farklılığına vurgu yapılarak ele alınmıştır.

Film boyunca kaymak tabaka mensuplarının yalılarda, villalardaki renkli ve eğlence dolu yaşamlarına şahit oluruz ki Gülcan’ı Erman’ın kollarına iten de bu yaşama duyduğu özentidir.

Kardeşinin intiharını araştıran ve çok geçmeden sebebini bulan Orhan, intikamını almak için silahtan çok daha etkili olacağını sandığı kısasa kısas yöntemine başvurur. Orhan da, kız kardeşinin ölümüne sebep olan adamın kız kardeşi Ebru’yu (Müjde Ar) iğfal edecek ve böylece adalet yerini bulacaktır.

Gülcan’ın denizden cesetinin çıkarıldığı sahnedeki üzerine örtülen gazetelerde, üç yüz bin kişiye silah ruhsatı verildiği haberi ve bir bankanın mevduata yüksek faiz konulu reklamı dikkat çeker.

Orhan’ın Ebru’ya sahip olma sekansında, Ebru’nun bekâretini kaybetmesinin, gülün ayaklar altında çiğnenmesi metaforu ile sembolize edilmesi tam Şerif Gören tarzı (bir benzeri Taksi Şoförü filminde izlenebilir) bir anlatım tekniği olarak göze çarpar. Bu sahne, analizin amacı ile ilgili olmasa da ilginçliği sebebi ile bahsetmeden geçemedim.

Ebru’yu elde edip, “alın kızınızı” diyerek ailesinin önüne atan ve çok büyük tepki göreceğini düşünen Orhan, Erman’ın “ödeştik” diyerek el uzatması ve babanın “ben de önemli bir şey sandım” sözleri ile gösterdiği kayıtsızlık karşısında şaşkınlığını gizleyemez. Bu sahne; bireyciliğin, rekabetin ve daha fazla kazanma uğruna her şeyin mübah olduğu kapitalist düzen karşısında etik değerlerin çözülüşünü ve yarattığı ahlaki çöküntüyü tüm çıplaklığı ile ortaya koyar.

Lüks gazinoların zengin sofralarına meze olmak istemeyen halkçı Orhan, bu filmde de Halk Konseri ısrarını sürdürür. Orhan ve orkestra elemanlarının stüdyodaki domatesli, peynirli yemek sahnesinde, arkadaşlık ve paylaşım duyguları görüntülerle en güzel şekilde resmedildiği halde, Şerif Gören’i tatmin etmemiş olacak ki saz arkadaşlarından birisi durumu Orhan’a ve dolayısı ile izleyiciye bir de sözlü olarak bildirir: “Paylaşmak ne güzel şey be Orhan”.

Amerikan kültür emperyalizminin bayraktarı, kapitalist düzenin ara bir amaç olarak inşa etmeye çalıştığı tüketim toplumu ve bu toplumun tüketim alışkanlıklarına dair global bir simge halini almış “Coca Cola” imgesi, film boyunca tam üç kez ismi ve logosu ile yer alır:

1- Ülkenin en büyük ve nüfuzlu sermayedarlarından birinin oğlu olan Erman, sevgilisi Gülcan’ı gecekondu mahallesinde arabası ile beklemektedir. Gülcan’ın arabaya bindiği planda, Erman’ın sinsi gülüşüne dev bir Coca Cola reklam tabelası fon oluşturur. Arabanın hareket etmesiyle bu kez kadraja tamamen Coca Cola tabelası hâkim olur. Coca Cola’nın, “geri planında” ise yerli sermayeye ait ve sanki kenarda köşede unutulmuş gibi duran “Narin Tekstil” tabelası fark edilir (Narin Tekstil tabelasına atfettiğim anlam, tamamen “öküz altında buzağı aramak” olarak da değerlendirilebilir; belki tamamen tesadüfîdir. Her ne kadar sinemada çerçeveye giren hiçbir obje tesadüfî değildir dense de, 1970’li ve 1980’li yıllardaki filmlerimizde kadraja neler neler girmemiştir ki… Omuz çekimlerinde yansıyan kamera gölgeleri, duvarlara yansıyan set ışıkları, film çekimini izleyen öbek öbek meraklılar, sesli çekimlerde görünen mikrofonlar vb…). Bu sahnede verilmek istenen muhtemelen, kapitalist egemenlerin dünya çapında yarattığı markaları ile az gelişmiş ülkelerin kenar mahallerine kadar sokulmuş, sızmış olduğu gerçeğidir.

2- Denizden çıkan Ebru, erkek hizmetçi tarafından buz dolu bir kova içerisinde getirilen Coca Cola’yı gayet özendirici bir biçimde afiyetle içer. Şerif Gören, özetle Coca Cola ile sermayeyi özdeşleştirmiştir; daha doğrudan bir ifade ile “zenginler Coca Cola içer” demek istemiştir. Ancak, tamamen reklam filmi tekniği ile çekilmiş bu sahne oldukça kafa karıştırıcıdır. Açıkça sol ideolojiyi mesnet edinmiş bu filmde, Coca Cola’nın filmin sponsoru olduğu gibi abes bir düşünceyi bile akla getirmektedir.

 3- Coca Cola bu kez Ebru tarafından bizzat ismi zikredilerek talep edilir ve yine tepsi içerisinde kendisine sunulur. Şerif Gören’in Coca Cola imgesini, eleştiri materyali olarak ele aldığı savıyla yazdığımıza göre şu çıkarsama kaçınılmazdır: Kaş yapayım derken göz çıkarılmıştır; benim de yaptığım gibi ister istemez Coca Cola markasının reklamı yapılmıştır.

Feryada Gücüm Yok (1981)

Alışılagelmiş kalıplara sahip arabesk film tutkunlarını ilk izleyişte hayretler içerisinde bırakacak derecede değinmeler ve diyaloglar içeren Feryada Gücüm Yok filmi, sinema tarihimizin en sıra dışı şarkıcı-türkücü filmlerinden birisidir (Tabii ki bu film bile, Remzi A. Jöntürk’ün birer absürtlük başyapıtı sayılabilecek kimi türkücü filmleri ile yarışamaz).

Mantıksızlık mantığı ile yazılmış senaryosu, gereksiz yan karakterleri ve iddialı önermelerinin yanı sıra Şerif Gören’e özgü tuhaf kurgu atraksiyonlarının (Orhan’la Oğuz Bey’in ilk karşı karşıya geldiği sahnede, ikili birbirlerine gayet mesafeli, soğuk ve kendinden emin bakışlar fırlatırlar. Bu bakışma esnasında, araya Orhan için açılan gazozun kapağının açılışı görüntüsü girer. Bakışmalar aynı kararlılıkta sürerken bu kez de gazozun bardağa dökülüşü görüntülenir. İkili tokalaşır, bakışmalar hala devam etmektedir; bardağa gazozun bardağa dökülüş planı tam üç kez daha araya girerek kafa karıştırmaya devam eder), anlamlandırılamayan detayların (Reklam filmi çekimi esnasında yönetmen ile metin yazarı arasında cereyan eden, Federico Fellini’nin Amarcord filmine ilişkin sinir bozucu atışmalar) cirit attığı bir garip filmdir.

Hepsi bir yana, bu filmin en enteresan bölümleri, hiç kuşkusuz kara para kaynaklı dev bir yeraltı örgütünün görünen yüzü olan Oğuz Bey’in (Nuri Alço), örgütün gücüne, amaçlarına ilişkin Orhan’a hitaben attığı tiratlardır. Oğuz Bey’e göre bu yapılanma, Orhan’ın aklının alamayacağı kadar güçlü ve geniş bir ağa sahiptir. Örgüt, Türkiye’deki kara paraların %55 civarındaki kısmını meşru iş alanlarına dönüştürmektedir. Bütün babalar, gayrimeşru yollardan kazandıklarını onlara yatırmaktadır. Vergisi verilmeyen paranın kârı büyük olduğu için her iki tarafta memnundur. Turizme büyük önem vermektedirler; bu yüzden de Orhan’ın arazisini almak istemektedirler. Basın, radyo, televizyon gibi araçlarla insanlarda tatil yapma özlemini harekete geçireceklerdir. En önemlisi, on yıl içerisinde yepyeni bir kuşak yaratılacaktır. Bu kuşağın kılığı kıyafeti, yediği içtiği, saç şekli, dinlediği müzik, okuyacağı kitaplar, izleyeceği filmler hep kendilerince belirlenecektir. Yeni bir dünya düzeni kurulacaktır. Bunun için de geniş bir sanatçı kadrosu oluşturulmuştur; memleketin en iyi yazarları, ressamları, tiyatrocu ve yönetmenleri vb. bünyelerinde toplanmıştır. Bütün bunlar için kesenin ağzı sonuna kadar açılacaktır. Orhan’dan istenen, sahildeki arsasının yanı sıra ülkenin en önemli sanatçılarından birisi olarak örgüte dâhil olmasıdır.

Oğuz Bey, benzeri bir güç gösterisi içeren konuşmayı verdiği davet esnasında yineler. Ancak bu sefer, Orhan ilkinde tam anlayamamıştır diyerekten, yaratmayı tasarladıkları yeni nesli origami sanatını kullanarak bir kez de görsel olarak ortaya koyar.

Bir diğer ilginç sahne, örgütle çalışan bir mafya babası ile Oğuz Bey arasında geçer ki buram buram yapaylık kokan, zorlama bir sahnedir. İki güçlü adam; Türkiye’de kara para, uyuşturucu, kara borsa, fuhuş, bankacılık sektörü ve bankerler konulu görüş teatisinde bulunur, görüş ve temenniler dile getirilir. Konuşma esnasında istatistikî rakamlar ve oranlar havada uçuşur.

Böylesine dehşetengiz sahnelere sahip olan film, diğer yandan olanca heyecanı (!) ile akmaya devam eder. Orhan vurulur; cinayetle suçlanır, kaçar. Müge (Müjde Ar), küçük yaşta ırzına geçen ahaliyle yüzleşir; içinde birikmiş ne varsa haykırır. Müge’yi kirletenler aynı zamanda Orhan’a iftira atan işbirlikçilerdir. Bir gece vakti yakalanırlar ve gözleri bağlanır; uçurumdan yuvarlama tehdidi ve bıyık yolma gibi çeşitli yöntemlerle konuşturulurlar. Müge’nin sonradan amcasının kızı olduğunu öğrendiği Pembe (Pembe Mutlu) kaçırılır vesaire vesaire…

Film, Aşkı Ben Yarattım filminde olduğu gibi bir Halk Konseri ile Sona erer. Feryada Gücüm Yok; halkların yönetilmesi (güdülmesi), yönlendirilmesi, düzenin devamını onaylayıcı ve sorgulayıcılıktan uzak birey kültürünün yaygın kılınması amacıyla, çok masum gibi görünen kitlesel iletişim araçları ve sanat ürünlerinin nasıl birer tehlikeli silaha dönüştüğüne dair söyledikleriyle dikkat çekse de bu film için gerçekten de olumlu şeyler yazmak çok zor.

Diğer üç film, senaristinin Erdoğan Tünaş olmasından dolayı nispeten daha derli toplu ve anlaşılır niteliktedir. Ancak, dengesi bozuk, kimyası tutmamış bu film, bir başka ifade ile ”yamalı bohça” gibidir.

Jenerikte senaristin adı verilmemiş. Kaynaklara göre bu filmin senaristi Şerif Gören. Bana öyle geliyor ki, bu filmi yazan kişi o an aklına ne gelirse aşure kazanına atar gibi senaryoya doldurmuş, sonra kendisi de işin içinden çıkamamıştır.

*Yazıda, Orhan Gencabay’ın yaptığı müziğin arabesk olduğu kabul edilmiştir. Ancak, en başta Gencebay’ın kendisi bu tanımı kabul etmemekte ve müziğini “serbest çalışmalar” olarak adlandırmaktadır. Bu konuda en sağlıklı fikirler üretecek kişiler, şüphesiz müzikolog ve sosyologlardır.

Konuk Yazar: Yalçın ENGİN

, , , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir