Altın Palmiye ödülünü kazanan ilk kadın yönetmen ünvanını kendisine getiren The Piano (1993) filminden bu yana kuvvetle kadın duyarlılığını işleyen Jane Campion, sinemasında ebeveynleri neticesinde savrulan nesillere, ataerkillik altında omuzlarına fazla yük binen, erkek cinselliğine ve gücüne karşı tutkularının peşinde giden kadınlara odaklanır. Aynı zamanda kadını güçlü kılmanın yollarını da arar. Yaptığı her işte kadınlığın göstergelerini kullanan yönetmen, kolalı yakalar, ince belli narin vücutlar, dikiş diken, piyano çalan zarif ellerin haricinde silah tutan, silah çeken, yere indiren haşin elleri de kullanarak bütün kadınları sinemasında var eder. İri cüsseleri yahut en savunmasız hâlleriyle kimi zaman günümüzde, kimi zaman önceki yüzyılların romantik İngiltere’sinde hayat bulan bu kadınların hepsi de Campion’ın içindeki kadınlardır.
Yönetmenin, mesleği ve yaşadıkları neticesinde nasır bağlayan duygularıyla mücadele eden en güçlü kadın karakterlerinin başında dedektif Robin Griffin (Elisabeth Moss) gelir. Top of the Lake dizisinin ilk sezonunda on iki yaşında hamile kalan bir kız çocuğu (Tui) üzerinden dedektif Robin’in de hikâyesine tanıklık ederiz. On beş yaşındayken birden fazla kişi tarafından tecavüze uğrayıp hamile kalan ve kızını bir daha görmeyen Robin, hasta annesiyle vakit geçirmek için kötü geçmişinin gömülü olduğu Laketop kasabasına geri dönmüştür. Tui’nin davasını üstlenmesiyle birlikte kendi geçmişini de araştırmaya yönelir. Bu defa hikâyesine ensest ve çocuk istismarı konularını da dahil eden Campion, kadın olmanın zorluklarını daha erken yaşta, Tui için ise atlanan çocukluk çağında aramaya koyulur. Büyütecine yeni sınırlar eklemekle birlikte yoğunlaştığı noktayı da derinlemesine kazar.
Çocukken yaşadıkları yüzünden sonraki hayatları da bu travmaların devamı şeklinde seyreden karakterlerin en küçüğü The Piano’da, annesinin parmağının bir balta ile kesilmesine tanık olan Flora’dır. Flora’nın çocukluk sonrası hayatını bilmez, ancak çocukken annesini kıskanan bir adam yüzünden yaşadıklarının, gençliğinde de endişelenmemizi gerektirecek derin izler bırakacağını öngörürüz. Tui’nin ise daha çocukken mücadele etmek zorunda kaldıkları hem anne olmak zorunda bırakıldıktan sonraki hayatına etkilerini görebildiğimiz, ona yapılmış büyük bir haksızlık, hem de kasabadaki herkesin sorumlu olduğu bir suçtur. Bu defa öngörüye değil gerçek adalete ihtiyaç vardır.
Top of the Lake öncesinde polisiye türünü deneyimlediği In the Cut’ta (2003) anne ve babalarının tanışma hikâyeleri, kız kardeşlerden biri öldürüldüğünde bile diğer kardeş için hâlâ ön plandadır veya The Portrait of a Lady’de (1996) özgürlüğünün peşinde, biraz da tutkularının kendisine kazandırdığı ivmeyle mevcut ataerkil düzene karşı üstlendiği tavrı koruma ve istediği hayatı yaşama niyetindeki Isabel de yine sorunlu bir ailenin ortasında bulmuştur kendini. Travmatik çocukluk çağları veya huzursuz aileler etrafında şekillenen Campion karakterleri, her şeye rağmen kendi olma ihtimallerini diri tutarlar. Hazlarıyla var olan kadınlar, Campion sinemasında cinselliklerini sakınmadan yaşarlar ve karşı konulmaz arzuları ve keskin zekaları, onların kendilerini ararken yararlandıkları esas unsur olur.
“Moralist düşünce, bireyin özne olarak varoluşuna izin vermez, tek otorite bireyi kuşatan dışsal otorite ve onun ahlakıdır.”* Robin ve Tui, Laketop’ta bedensel mülkiyetlerinin ihlaline karşı savaşırlarken, dışsal otoriteyi inkâr edip kendi özgür ahlaklarını kurmaktan da çekinmezler. Campion’ın kadınları her defasında moralist düşüncenin aksi istikamete giderler.
Sahile Vurmuş Kadınlar
Geçmişlerinden sıyrılamayan karakterlerden en baskını olan Robin, erkek egemenliğinin sürdüğü, tutucu bir kasaba olan Laketop’ta henüz çocukken “kurban” edilmiş Tui’nin adeta koruyucu meleği olur. Tui’nin babası Matt, -aynı zamanda kasabadaki tek otorite-, polis amiri Al ile birlikte Robin’in en zorlu rakibi olacaktır. Bir kadın olarak Robin yalnızca kadın hakları için değil Laketop’ta içi boşalmış adalet duygusu ve emniyet birimiyle de savaşır. İhtimaller, Tui’yi hamile bırakanın babası Matt olduğunu işaret etse de Matt’in baskın gücü, Al ile aralarındaki kayırmacı ilişki, kasabadaki çoğu kişiye illegal yollarla da olsa ekmek kapısı aralaması, onu yenilmez yapar.
Kendi travmatik gençliğini her filminde bir karakter aracılığıyla dışa vuran Campion, Yeni Zelanda’daki kötü zamanlarını yine buradan seçtiği bir kasabayı sevgisiz, kaba erkeklerle ve farklı yaşlardaki mücadeleci kadınlarla doldurarak kurgular. (Kardeşi Anna ile olan inişli çıkışlı ilişkilerinin bir dökümünü, 2009 yapımı Bright Star’da erkek karakterler özelinde izlemiştik.) Campion’ın insan ilişkilerinde zorlandığı yılların bir yansıması olarak, Robin de Laketop denen hoşgörüsüz düzlükte kadın dedektif olarak erkeklerle eşitlenmeye çalışır. Tui doğum yaptığı, kasaba ve Robin Matt’ten kurtulduğu, çocuk istismarı çetesi yok edildiği hâlde hikâye bitmez. Dizinin ikinci sezonu Top of the Lake: China Girl’de kendi kızını bulup onunla yüzleşirken annelik mefhumunun ne olduğuna ilişkin içsel bir sorgulamaya da yönelir. Asyalı kızların çalıştığı genelevde bir gece ortadan kaybolan ve öldürülerek bir bavulun içinde denize atılan “Çinli” genç kızın gizeminin peşinde uğraşmaya devam eden Robin, hayatına eklenen sahile vurmuş kadınlarla birliktedir. Dizinin ilk sezonundan tanıdığımız kimi düşmanları henüz peşini bırakmamış, Laketop’tan bugününe uzanan meselelerin bir kısmı hâlâ kapanmamıştır. Profesyonel kariyeri ile acemi annelik duyguları arasında bocaladığı anlar da işini iyice zorlaştıracaktır. Öte yandan kızının genç yaşı gereği birçok şeyi ilk kez deneyimlemesi ve arka arkaya hatalara yönelmesi Robin için geçmişinin hızlandırılmış bir tekrarıyken, Jane Campion da yukarıdan onları izleyen üçüncü nesil/göz gibidir.
Top of the Lake için Campion bugüne dek ayrı parçalarda kurguladığı dertlerini, hikâyesinde hep odak noktasına yerleştirdiği kadınlarıyla birlikte, ortak bir çatı altında buluşturmuştur diyebiliriz. Biraz Ada’nın hüznü ve sessizliği, biraz Isabel Archer’ın asi öfkesi, Ruth’un (Holy Smoke, 1999) Hindistan gezisindeki ruhsal arayışı derken Top of the Lake’de puzzle’ın parçaları birleşir. Sessiz ama çılgın, hem lirik hem romantik, son derece pürüzsüz, neredeyse “kutsal” kadınlar, diğer yandan güçlü, erkeksi, mücadeleci kadınlarla birleşirler. İlk sezonda bir guru öncülüğünde kasabaya gelen ve komün hayatı sürdürerek acılarını hafifletmeye çalışan yaralı kadınların dizide yerleştiği arazinin adının Paradise (Cennet) olması, Matt’e ait araziye Matt’e rağmen sahip çıkmaları da Campion’ın belleğindeki kadınlık konumuna ilişkin kıymetli bir detaydır. The Guardian’a verdiği bir röportajda “Eğer kadınlar daha fazla film yapsalardı, dünyada daha fazla hikâye olurdu.” diyen yönetmen, sanki kadın karakterlerini ne kadar çoğaltırsa o kadar hafiflediğine inanır gibidir.
Asya’daki cinsel turizmden rahatsız olduğunu China Girl’ün arifesinde dile getiren Campion, önceki filmlerinde vücudun mülkiyetine, başkasının vücuduna ortak olmaya, kadının, kendi bedeninin mülkiyetini ilamına da defalarca odaklanmıştır. China Girl’de ise aynı meselenin derinleştiğini, göçmen seks işçileri üzerinden izleriz. 2016 yılı araştırmalarının ortaya koyduğu veriler, Avustralya’daki genelev çalışanlarının yüzde kırk üçünün yurt dışından öğrenci vizesi alarak ülkeye girdiği yönünde. Nitekim dizide de polislerin kendi aralarında geçen diyaloglarla bu bilgiler izleyiciye aktarılıyor. Bu genelevleri ziyaret edip kızlarla tanışan ve hikâyelerini bizzat dinleyen Campion’ın emeğinin evrensel bir konuya parmak bastığı da somut verilerle kanıtlanmış oluyor. Suç, dram ve gizem türlerini harmanlayan dizi, yine sessiz kalan herkesin sorumlu olduğu büyük bir suçla mücadelenin peşinde. Ancak bireysel ölçekte gerçek anneliğin ne olduğu konusunu eşelemekten de geri kalmıyor. Kadroya eklenen Nicole Kidman, Gwendoline Christie gibi merak uyandıran yeni isimler de izleme deneyimini farklılaştırıp kimi zaman Elisabeth Moss’u dahi gölgede bırakıyor.
“Göle dalmanın ana fikri doğrudan doğruya sahilde yüzmek değilken, gölde olmak ise suda vakit geçirmenin rahatlığının verdiği histir.” Bright Star’daki bu monolog, sudan uzak kalamayan Jane Campion karakterlerinin alegorik bir okumasını sunuyor. Top of the Lake, kendisini gölün karanlık sularına bırakan Tui ile başlamıştı. İkinci sezonda da kadınların sudan uzak kaldığı pek söylenemez.
Not: Bu yazı ilk defa Rabarba sinema dergisinin Kasım 2017 tarihli 9. sayısında yayınlanmıştır.
*KAPLAN F. N., TEREK ÜNAL G., Bilim Kurgu Sinemasını Okumak Göstergebilimsel Yaklaşım, Derin Yay. 2011, s.44.
1994 yılında İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Bölümü’nde lisansını tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde yeni medya ve çocuk alanında yüksek lisansına devam etti. Fil’m Hafızası, Sinema Terspektif, Berfin Bahar, Hayal Perdesi gibi farklı basılı ve online mecralarda sinema üzerine yazıları yayınlandı. art-his.com’da sanat üzerine üretim yaparken, Mayıs 2019’dan bu yana Arter’in Öğrenme Programı’nı oluşturan ekiple birlikte çalışıyor.