- Sissoko, İslama uygun yaşayan biri ile cihat hayatını süren bir adam arasındaki farkı göstermekle yetiniyor; ancak bunu da filmin başlarında yapabiliyor. İlerleyen bölümlerde ise popülerleşen bir söylem, estetize olan şiddet ve belgeselle aynı tadı veren bir yapım halini alıyor.
Konuk Yazar: Burç Karabulut
Şeriata inanıp cihat yapanlar ile İslam’a inanlar arasındaki belirgin farkı gözler önüne sermeye çalışan Timbuktu, anlatım olarak zayıf ve fazlasıyla popüler kalan bir film. Şeriatın ikonografisi denebilecek; ahlakçı gerçeklerden kopan bakış, yargısız infaz, abartılı cezalandırma gibi konulara fazlasıyla yer verilmesine rağmen yönetmen Sissoko, İslama uygun yaşayan biri ile cihat hayatını süren bir adam arasındaki farkı göstermekle yetiniyor; ancak bunu da filmin başlarında yapabiliyor. İlerleyen bölümlerde ise popülerleşen bir söylem, estetize olan şiddet ve belgeselle aynı tadı veren bir yapım halini alıyor.
Sissoko, Timbuktu’nun genelinde İslam ile İslam olmayan şeyi arama gayretine giriyor. Oysa İslam’ın karnesi cidden çok kötü. İslam’ın imajı olarak insanların kafasında yer etmiş, özdeşleşmiş cihatçıları ve İslamcı imajını değiştirme çabası, deveye hendek atlatmak gibi bir durum olarak göze çarpıyor. Siyahı beyazdan, beyazı siyahtan ayırmakla her şey temizlenmiyor. Sissoko bunu ıskalamayı seçmiş görünüyor; ben gösterdim yeter, diyor adeta. İslam imajını temize çıkarmak için kötü olan İslamcıların iyi olanlara baskı kurması, onlara şiddet uygulaması ve onları bir şekilde baskılaması sağlanıyor. Aslında Hollywood’dan alışık olduğumuz bir iyi – kötü ilişkisi göze sokuluyor. Anlatımdaki zayıflık bu noktada ortaya çıkıyor. İyi İslamcı portresi çok yavan kalıyor ve bir süre sonra gözden kayboluyor. Film çok geçmeden popüler bir söylem geliştiriyor. Bu söylemi ise; kendi hayatını şehirden ve insanlardan uzakta geçiren bir adam ve ailesi ile onlara (ve aslında herkese) musallat olan cihatçı bir erkek sürüsü ile kuruyor. Açıkçası kötü adamın tahrik etmesi, psikolojik baskı yapması gibi şeyler bize tam bir Hollywood kötü adamını hatırlatıyor. İyi ve kötü adam diyalektiğinin ekmeğini fazlasıyla yiyor yönetmen.
Öte yandan Sissoko’nun Timbuktu’da gösterdiği hikayede değerli bulduğum bir iki noktada var. Öncelikle İslam coğrafyasını tahlil etmesi ve hikayeyi trajik tutabilme becerisi ile akılda kalıcı bir etki yaratmakta zorlanmıyor. Timbuktu’nun İslam coğrafyası tahlilinde başarılı olmasının sebebi tabii ki 2013 yılındaki Fransız ve Mali askerlerinin cihatçılarla savaşmasını arka planında tutmasına rağmen bu tarihi dışlayıp karikatürize bir bağlantı kurmasında yatıyor. Yine de mikro ölçekte bir İslam coğrafyasına dair her şey kuş bakışı görülebiliyor. Cihatçı İslamcıların şehir içindeki baskısı, ahlakçı bakışın neredeyse bir bakıştan daha fazla görülmesi, masumları özellikle kadınları yargısız infaz ve abartılı cezalandırmalara tabi tutmak bunlardan birkaçı olarak rahatlıkla söylenebilir. Filmin popüler söyleme takılmasındaki en büyük handikap da burada yatıyor; çünkü İslam ve cihatçı ilişkisinde olağan her şey filmde var. CNN ya da herhangi bir TV kanalını seyrederken görülebilecek belgeselvari görüntüler arasında bir fark yok. Sissoko ‘bu Müslümanlar, o Müslümanlar gibi değil’ söylemiyle maalesef Timbuktu’yu değersizleştiriyor.
Sissoko’nun şeriatın ikonografisi diyebileceğimiz öğelerden istismar edercesine yararlanması ise trajik bir hikayeyi iyice trajikleştiriyor. Oysa asıl trajedi, bu sahnelerin tekrar tekrar dramatize edilmesiyle gerçeklikten uzaklaşması ve bir estetiğe dönüşmesiyle yaşanıyor. Estetize edilen şiddet, ceza ve barbarlık, İslamın imajı olarak akıllarda kalmaya devam ediyor. En başlarda yer verilen temiz, iyi sofu Müslümanlar ise arka plana atılıyor, hatta yok ediliyor. Hikayenin bu bakış açısını bırakmasıyla kişisel vendetaya dönen Timbuktu, başladığı işi bitiremiyor. Söylem popüler kalıyor, film ise belgesel tadında izleniyor. Anlatımdaki zayıflık da burada ortaya çıkıyor. Belki de farktan fazlasını işleyen, bir cihatçının İslamla olan bağını sorgulayıp, emperyalist güçlerin kuklası olmaya giden bir metin bağlantısıyla film daha akılda kalıcı olabilirdi. Ancak yönetmen, bilinenin ötesine geçmeyip tatlı sularda kalmayı yeğliyor.
Cineritüel’e yazıları ile katkıda bulunan konuk yazarlarımızın ortak hesabıdır.