- The Tree of Life (Hayat Ağacı) uzay soyutlamaları ve evrende meydana gelen doğal olayların metaforlarının bıraktığı ucu açıklıkta asıl amacını unutan bir film haline gelmiş. İnsani değerlere gitme yolundaki pragmatik yaklaşım ise filmin derin olmasını engellemiş ve sadece yönetmenin kişisel spritüel ve hümanist algı kapılarını seyircisine sonuna kadar açtığı, doğal oyunculukların (özellikle Jack O’Brien’ın küçüklüğünü oynayan Hunter McCracken çarpıcı oyuncluğu), filozofik dış seslerin, durgun doğa imajlarının, “magic hour” içinde doğal ışıkla yakaladığı enfes sinematografi ve ultra geniş lens kullanımının ayyuka çıktığı bir seyirlik olmuş.
Konuk Yazar: Besna Ağın
Yaklaşık 14 buçuk milyar yıl önce big bang ve 3 buçuk milyar yıl önce dna patlak verdi; evrimin en son ve karmaşık halkası olan insan ise 3 milyon yıldır yeryüzünde var. Birkaç yüzyıllık tarihi olan Amerika’da Terrence Malick, kişi motoruyla ilerleyen bir kıtanın toplumsal yapı ve dinamiklerini göz ardı ederek köksüz bir uygarlığa evrenin köklerini yedirmeye çalışmış. Amerika’daki aile ve din yapısını atlayarak doğrudan doğruya doğa ve insanlık üzerine bir film yapmaya çalışması ve yönetmenin bir teorisi olmaması izlediğimizin bir sinema filmi olup olmadığını sorgulatır türden.
İnsanı anlamaya ve derinlemesine analiz etmeye çalışmak, yüksek sentez gücü ve yoğun bilgi birikimi isteyen derin bir kuyu. Malick, kendi güç ve birikimiyle insanı, yapmaya çalıştığı felsefeyle sorgularken gözden kaçırdığı nokta ise The Tree of Life (Hayat Ağacı) filmini sadece etkileyici görüntülerden oluşan bir kolaj haline getirmesi. Dolayısı ile filmi seyirciden uzak kıldığı noktada sinema dilini sağlam kuramamış oluyor.
Yönetmenin sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri olarak bilinen The Thin Red Line (İnce Kırmızı Hat) filminde yarattığı sinema dili ve insani olanı anlama çabası, yerini huzursuz ve anlaşılmaz bir üsluba bırakmış. Sinemayla felsefe yapmayı tercih ettiği yerde, bir filmi yaparken temel alınan olay ve olay örgüsünü tuzla buz hale getirip yoğun ve etkileyici dış sesler, uçsuz bucaksız doğa görüntüleri ve çarpıcı müziklerle yüzeysel bir anlatı oluşturmuş; Hayat Ağacı’nın müphem bir felsefe yapma çabası olarak kalması da tam olarak bu yüzden. Sinemayı yaratırken en önemli dayanaklardan biri olan “olay”ı unutan Malick, bir plaza çalışanı ve bayağı bir ölüm hikâyesini, yaratmaya çalıştığı büyülü ve soyut atmosfere yediremediğinde, insanın derinliğine ulaşmaya çalışan film, seçtiği toplum ve toplumun yetersiz tarihiyle baştan havlu atmış oluyor. Olaydan soyutlama çıkması gerektiği yerde yönetmenin yaptığı soyutlamadan olay çıkarmamızı istemesi sadece görüntülerle mümkün olamaz. Atılan bu parende, tarihi ve kökleri olmayan bir toplumda evrensel bir tarihle ulaşılmaya çalışılan fakat başarısız olunan bir girişim olarak kalıyor ve sinema ile felsefe yapmak filmin kendisini anlamsızlaştırıyor.
Ana karakterimiz Jack O’Brien’ın çok da dramatik olmayan hikâyesi bunların bir kanıtı niteliğinde. Katı bir baba, pasif ve melek görünümlü bir anne, kardeşini kaybeden Jack ve babasının onu yetiştirmesindeki katılığı ile geldiği “başarılı” bir yönetici olma öyküsü, müziklerin ve dış seslerin sinematik bir olay yaratma çabasında kullanıldığı yoğunluğa karşın filmi bir bütün haline getirememiş.
Kurulan mantık doğruymuşçasına aile ve din üzerine oturtulan bu düşünce bulutları, derin bir film yaratmış olmuyor. Felsefe, toplum ve doğa bilimlerinden ayrı düşünüldüğünde içi boş, felsefe yapmış olmak için felsefe yapmak yaklaşımına dönüşüyor. Nitekim Malick de jonglörlük yaparak bir elinde teorisizlik, diğerinde çok şey anlatmak isteği ile felsefe yapmaya çalışırken bütün topları yere düşürüyor. Kişi motoruyla ilerleyen, kolektif bir yapısı olmayan Amerika’da Malick’in toplumcu bir insan olması, kendi gördüğüyle var olan gerçekleri kaçırmasında da bir etken.
Amerika’da yüksek sınıfa mensup şahıslar, hayatlarının merkezine aile ve din temelini oturturlar. Fakat ailenin de en az din kadar göstermelik kalması, sabiti olmadan savruk yaşayan bir toplum oluşmasına zemin hazırlar. Klasik Hristiyan dua pozisyonunu tasvir etmek için kullanılan kamera açıları, konuşmadansa fısıltı gibi gelen, adeta tanrıya dua ediyormuş hissi veren voice-overlar dine odaklanmış bir film izleyeceğinizi düşünmenize sebep olabilir. Ve fakat bu kısa süreli bir yanılgı olacaktır; nitekim film kendi içerisinde sürekli bir anlam çatışması halinde.
Filmin akışında neye odaklanmamız gerektiğini unutuyor, izlediğimiz olayların bağlantısını kurmada güçlük çekiyor ve kafamızda bir bütünlük oluşturamıyoruz. Ucu açıklığın bir sınırı olduğu gerçeği ise tekrar anlam kazanıyor. İzleyiciye bırakılan anlam çıkarma, yönetmenin filmi tamamıyla izleyicinin ellerine atmak olduğunda, yönetmeni ve bakış açısını sorgulamaya başlıyoruz.
The Tree of Life (Hayat Ağacı) uzay soyutlamaları ve evrende meydana gelen doğal olayların metaforlarının bıraktığı ucu açıklıkta asıl amacını unutan bir film haline gelmiş. İnsani değerlere gitme yolundaki pragmatik yaklaşım ise filmin derin olmasını engellemiş ve sadece yönetmenin kişisel spritüel ve hümanist algı kapılarını seyircisine sonuna kadar açtığı, doğal oyunculukların (özellikle Jack O’Brien’ın küçüklüğünü oynayan Hunter McCracken çarpıcı oyuncluğu), filozofik dış seslerin, durgun doğa imajlarının, “magic hour” içinde doğal ışıkla yakaladığı enfes sinematografi ve ultra geniş lens kullanımının ayyuka çıktığı bir seyirlik olmuş.
Cineritüel’e yazıları ile katkıda bulunan konuk yazarlarımızın ortak hesabıdır.