The Thin Blue Line (1988) – Errol Morris

The Thin Blue Line (1988) – Errol Morris

Share Button

Gerçeğin manipülasyonu sinemada çok sık başvurulan bir yöntemdir. Ancak söz konusu normal hayat olunca, hele ki adaletten bahsediyorsak kurgunun yerini gerçeklerin alması gerekmektedir. Errol Morris’in yönettiği belgesel The Thin Blue Line, gündelik yaşama sirayet etmiş hukuksuzluğu, suçun manipülasyonunu, adaletin sahte tecellisini gözler önüne sermekle kalmaz; tüm tanıkları ve adalet sistemini kullanarak gerçek üzerinde düşünmemizi de sağlar. Morris’in kendine has kurgusu sayesinde jüri koltuğuna izleyicinin -vicdanın- oturması sağlanmıştır. The Thin Blue Line’ın dikkat çektiği nokta suçun işlenmesi değildir. Adaletin baskı karşısında bir suçlu yaratması, şüphe uyandırıcı tanıklara güvenip çelişen ifadelerdeki çarpıklıkları görmekten kaçınmalarıdır. Belgesel içerisinde de ifade edildiği gibi; “Ortalama bir savcı bir suçlunun ceza almasını sağlayabilir ama suçsuz birini içeri tıkmak için gerçekten yetenekli olmak gerekir.”

Robert Wood adlı polis memuru, Dallas’da otoyolda arabasını yol kenarına çektiği sürücü tarafından vurularak öldürülür. Cinayet sırasında polis memurunun ortağı kaçan arabayı görür; ancak arabanın David Harris tarafından kaçırıldığını aylar sonra öğrenir. 16 yaşındaki David Harris arabada olduğunu kabul eder ama katilin o gün tanışıp birlikte takıldığı Randall Adams olduğunu söyler. Suçsuz olduğunu söyleyen Adams idama mahkûm olarak yargılanır ve hüküm giyer.

Yeni Bakış Açısı

Akira Kurosawa, etkileyici filmi Rashomon‘da anlatısını üç ana kahraman ve onlara şahit bir oduncu üzerinden kurar. Birbirleriyle çelişen bakış açılarının geri dönüşlerle anlatıldığı film, bir cinayetin gizemini çözmekten çok anlatıcıların kendi çıkarları için gerçeği gizlemesi ya da manipüle etmesi ile ilgilenir. Ortada büyük bir günah vardır ancak suça bir şekilde bulaşanların -az yada çok- ifadeleri birbirleriyle örtüşmez. Morris’in filmi bu açıdan izleyiciye ilginç bir deneyim sunuyor. Aynı Kurosawa gibi, Morris de yaptığı söyleşilerde kişilerin ifadelerindeki tutarsızlığı ortaya döküyor. Verilen her ifade, bir sonraki tarafından tam olarak çürütülmese bile kafalarda soru işareti bırakıyor. Tabii bu durum belgesel sinemanın ana izleğinde bir farklılaşmaya da sebep oluyor; onun gözlemci olmasından öte olaylara müdahil olabileceğini de gösteriyor. Diğer taraftan Morris’in bize göstermiş olduğu görüntüler de kısıtlı bir çıkarımdan ibaret; çoğu Randall ile duygusal bağ kurmamıza olanak sağlar. Sadece kafaların göründüğü röportajlara bağlı canlandırmalarda -canlandırma uyarısı yoktur- olayın sebepleri ve cinayetin anında neler olduğunu bilemeyiz.  The Thin Blue Line için bu uygulama başarılı sonuç verse de, belgesel formunun bilgiyi iletmekteki girift kodlarını yapıbozuma uğratma çabasının bıçak sırtı bir konu olduğunu söylemek gerekiyor.

Belgesel tarafsız bir gözlemci olmak ya da bizlere kanıtlar sunmaktan fazlasını yapabilir, onu cazip kılan şey temel olarak bakmaktan alınan zevk değil, toplumsal katılımın belli bir formu olmakla kendini ortaya koyan bir bilme keyfidir. (1) The Thin Blue Line’ın değeri de buradan kaynaklanmaktadır: Suçsuz biri bu belgesel sayesinde ölüm cezasından kurtulmuş, adalet sisteminin çarpıklığı bir kez daha göz önüne serilmiştir. Sadece bir insanın yaşamasına sebep olması bile yeterliyken kriminal bir olaydan toplumsal bir panorama çıkarabilmiş olması belgeselin değerini yükseltir.

1) Belgesel, Dave Saunder

twitter.com/gok_gkhn

, , , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir