Kapitalizm, ortaya çıktığı andan bu yana teknolojik gelişmelerden fazlasıyla yararlanan bir sistem. Hatta teknolojik gelişmeler, kapitalizmin doğuşunu ve devamlılığını sağlayan en önemli faktörlerden biri olarak gösterilir. Bu nedenle teknoloji ve kapitalizm her zaman el ele olmak zorundadır. Dahası, bu işbirliği sadece ekonomiyle sınırlı kalmaz, çünkü kapitalizmin etkisi ekonominin çok ötesinde, hayatın her alanında kendini gösterir.
Dolayısıyla kapitalizm, teknolojik gelişmeleri hayatın her alanında kendi çıkarları doğrultusunda kullanır; işte bu alanlardan biri de sinema. Sinema, kitlesel tüketilen bir sanat olarak diğer sanat dallarından çok daha fazla hizmet eder kapitalizmin çıkarlarına ve tam da bu sebeple teknolojik gelişmeler hızla adapte edilir sinemaya. Sinema tarihinde devrim sayılan gelişmeler her zaman yeni teknolojinin ortaya çıkışından kaynaklanır. Sessiz filmden sesliye geçiş, siyah-beyazdan renkliye geçiş, pozitif filmden dijital kurguya geçiş… Ve bizler de 2D’den 3D’ye geçişin tanıkları olarak kendimizi şanslı sayabiliriz.
Fransız film teorisyeni André Bazin, “Sinema doğanın taklididir” der, “Bu yüzden görüntü maksimum gerçeklikte olmalı. Bu yüzden de sessiz, siyah- beyaz filmler yetmez. Sessiz filmler ses olmadığı için değil, ses olmamasına rağmen var olmuşlardır. Her yeni gelişme sinemayı çıkış noktasına biraz daha yaklaştıracak.” Yani, görüntüyü maksimum gerçekliğe biraz daha yaklaştıran 3D teknolojisinin, sinemanın gelişimi açısından önemsiz olduğunu düşünmek mümkün değil.
Fakat eksik olan bir şey var: 3D’nin sinemaya yararlı olabilmesi için sinemacıların, kapitalizmin çıkarlarından ziyade sinemanın çıkarlarını düşünmeleri gerek. Wim Wenders’in Pina’sını saymazsak, şu ana kadar yapılan tüm 3D filmler gişeye yönelik filmlerdi. Aksiyonun bol olduğu macera, bilimkurgu ve animasyon filmler haricinde 3D teknolojisinin kullanıldığı belki de tek film Pina. Oysa ki, 3D teknolojisi fiziksel gerçekliğin yanında duygusal gerçekliğin de güçlendirilmesi için var. Bu duygusal gerçeklik ise, seyirciye doğru uçan mermilerin değil, bir kadın endişelendiği zaman alnında beliren kırışıkların vurgulanmasıyla sağlanabilir, ama sinemacılar bunun farkına varamadığı sürece 3D teknolojisi sinemaya değil, kapitalizme hizmet etmeye devam edecek. İşte bu noktada kapitalizmin kurbanlarından biri de The Smurfs.
Film, Peyo‘nun klasik hikayesi doğrultusunda Şirinler Köyü’nde başlıyor. Şirinlerimiz hep birlikte mutlu mesut yaşarken, onların ebedi düşmanı Gargamel’in yine şirinleri yakalamak için kurnaz planlar yaptığını görüyoruz. Bu haliyle şirinlerin herhangi bir macerasından farksız görünen filmin kırılma noktası ise şirinler ve Gargamel’in masalsı köylerinden günümüz New York’una gelmeleri ve maceraya burada devam etmeleri oluyor. Bu maceraya bir de 3D teknolojisi eklenince ortaya eğlenceli bir seyirlik çıkmış. Fakat bu, The Smurfs’ün kapitalizme hizmet ettiği gerçeğini değiştirmez. Hem de bu hizmet, 3D teknolojisiyle sadece gişe başarısı sağlamak için klasik eserin sinemaya uyarlanmış olmasından ibaret değil. Film, bunun çok daha ötesine geçip direkt olarak Amerikan propagandası da yapıyor.
İlk olarak, Şirinler -olması gerektiği gibi- masal ve gerçeğin iç içe geçtiği bir hikaye olarak sunulmuyor seyirciye. Film, New York sayesinde baştan sona bir masal olarak devam ediyor. New York öyle bir şekilde gösteriliyor ki bir an şaşırıp Şirinler Köyü’nü gerçek, New York’u hayal ürünü sanmak mümkün. Sıra sıra gökdelenleri, birbirinden çok farklı insanları, kocaman mağazaları, ışıklı reklam tabelaları ile New York bir rüya şehir olarak sunulmuş filmde ve bu rüya şehir, büyülü bir masalın içinden çıkıp gelen şirinleri bile ilk görüşte ‘büyülüyor’. Hatta bu New York övgüsünde o kadar ileriye gidilmiş ki filmde, sanki şirinler New York yerine başka bir şehre gelmiş olsalar bu macerayı yaşayamazlarmış hissine kapılabiliyorsunuz. Bu haliyle seyircide New York hayranlığı oluşturmak için filmi yapanların ciddi bir çaba harcadığı oldukça aşikar.
Diğer yandan, The Smurfs ana hikayeye doğrudan etkisi olmayan fakat arka planda Amerikan rüyasını seyirciye hissettiren aksesuarlar, dekorlar ve diyaloglarla dolu. Birkaç dakikalık bir reklam filmi gibi çekilmiş Guitar Hero sahnesi, çeşitli aksesuarlar üzerinde görünen I Love NY logosu, Google‘ın adını duyduğu anda şirinlerin hayran olması bunlardan sadece birkaçı. Fakat filmin son jeneriği sırasında perdeye yansıtılan bir fotoğraf var ki, işte bu Amerikan propagandasının son noktası. Macerayı sonlandırıp köylerine dönen şirinler Amerika’dan öylesine etkilenmişler ki, köylerine döner dönmez New York’taki Özgürlük Anıtı‘nın bir benzerini dikiyorlar. İçinde bir ibadethane bulunmaması, bireylerin kolektif ve paylaşımcı bir çalışma prensibiyle kendi yeteneğine göre iş bölümü yapması ve paranın kullanılmamasıyla bir çeşit komünist düzeni çağrıştıran Şirinler Köyü’nde artık bir Özgürlük Anıtı bulunuyor ve böylece kapitalizmin komünizme karşı zaferi tüm dünya çocuklarına ilan edilmiş oluyor!
Kısacası, The Smurfs Soğuk Savaş döneminde Amerikan hayat tarzını dünyaya benimsetmeyi kendine amaç edinen Hollywood’un bu zihniyetten hala kurtulamadığının en son kanıtı.
The Smurfs 2: Paris Paris Olalı Böyle Zulüm Görmedi
Roland Barthes‘a göre Paris’te çekilen her filmde Eiffel Kulesi mutlaka görünür. Haksız değildir Barthes. Hem bu durumu sinemayla sınırlamak da doğru olmaz. Paris’e giden her turistin mutlaka ziyaret ettiği bir yerdir bu kule. Bir Paris fotoğraf sergisinde Eiffel Kulesi’nin fotoğrafına rastlamamak imkansızdır. Bu kule, dünya üzerinde benzeri olmayan, tamamen kendine özgü –sui generis– bir yapıdır. Barthes, Eiffel Kulesi üzerine yazdığı denemesinde kulenin içsel anlamlarını göstergebilimsel yöntemle detaylı biçimde inceliyor zaten. O yüzden biz konuyu dağıtmayalım ve Eiffel Kulesi etrafına yayılmış Paris şehrinin, The Smurfs 2‘de Peyo‘nun sevimli kahramanlarına ne maceralar yaşattığına bakmaya başlayalım.
Çoğumuz yıllardır bilmiyorduk ama meğerse Şirine’yi Gargamel yaratmış. Onu şeytani bir ajan olarak Şirinler Köyü’ne yollayan Gargamel’in amacı şirinleri tuzağa düşürmek ve Şirine sayesinde tüm şirinleri yakalamaktır ama Şirin Baba duruma müdahale etmiş ve bir büyüyle Şirine’yi gerçek bir şirin yapmıştır. Bu öncül bilgiyle başlayan The Smurfs 2 ilk bakışta kadın temsili açısından sorunlu bir görünüme sahip. 1000 tane erkek şirini, şeytanlığıyla tuzağa düşürmek isteyen bir kadın şirin ve sonrasında teni maviye saçları sarıya dönüşerek gerçek bir şirin olduğundaysa köydeki tüm şirinler için fetiş objesi olan bir femme fatale. Filmin başlangıcındaki ön kabul ile ortaya çıkan ve Laura Mulvey‘in haklı tepkisini çekecek bu kadın temsili, neyse ki hikayenin devamına sirayet etmiyor ve hızla kaybolup gidiyor. Böylece macera başladığında, bu küçük sıkıntıyı görmezden gelip Paris fonu önündeki şirinlerin hikayesine odaklanabiliyoruz.
Hikayeyi orijinal mekanından alıp başka bir mekana yerleştirmenin bir amacı vardır. Mesela son zamanlarda bunun hiç de fena sayılmayacak bir örneğini The Hangover serisinde gördük. Önce Las Vegas, sonra Bangkok ve en son Meksika’da çekilen serinin her filminde şehirler adeta kurt çetesinin bir üyesiymişçesine ön plandaydı. Özellikle ilk iki film dramatik örgü bakımından birebir aynı olsa da mekanların özgün atmosferini etkin kullanarak bu benzerliği aşmayı ve apayrı iki maceraymışçasına filmlerini bize sunmayı başarmıştı Todd Phillips. 2011 yapımı The Smurfs de bu bakımdan New York şehrini oldukça doğru kullanmaktaydı. Her ne kadar propagandist bir tavra sahip olsa da The Smurfs’ü izlediğinizde sanki bu macera dünya üzerinde başka bir şehirde yaşanamazdı hissine kapılıyordunuz.
Maalesef aynı şeyi The Smurfs 2 için söylemek mümkün değil. Bu film Paris’i sadece fon resmi olarak öyle kullanmış ki, aynı macera hiç değişmeden dünyanın herhangi bir şehrine kolaylıkla taşınabilir vaziyette. Bir mekan olarak Paris şehrinin vaad ettiği sonsuz olanakları ellerinin tersiyle itmelerine rağmen, filmin yönetmeni ve yapımcılarının yine de burayı seçmelerinin bir nedeni olmalı. İşte o neden, serinin iki filmini bir arada düşündüğümüzde ortaya çıkıyor. Peyo’nun yarattığı Şirinler Köyü’nde bir nevi komün hayatı süren şirinler, ilk filmde köylerinden alınıp New York’a götürülmüş ve Amerikan rüyasının bu sembol şehrine hayran kalmışlardı. Bu film kapitalizmin komünizme karşı kazandığı bir zaferdi. Şimdi de şirinlerin Paris’e gidiyor olması, yine aynı nedenden. Facebook, YouTube, Sony gibi ürün yerleştirmeleriyle, her şeyi alınıp satılabilir bir tüketim malzemesi gibi bize sunmaktan çekinmeyen The Smurfs 2 için aslında Paris biçilmiş kaftan, çünkü yönetmen ve yapımcıların ihtiyaç duydukları tek şey dünya turizminin pazarlama harikası olarak Paris’in tüketilebilirliği. Bunun için de şehrin Eiffel Kulesi, Fransız aksanı ve opera binasından ibaret bir siluetini fona yerleştirmek gayet yeterli. Bir Midnight in Paris çekmek niyetinde olmadığından, Raja Gosnell her şey gibi hem Paris’i hem de şirinleri birer tüketim malzemesine dönüştürüp satmaktan çekinmemiş açıkçası. Gerçi biz de başka türlüsünü beklemiyorduk kendisinden.
Yine de ilk filmde insanın gözüne sokulan Amerikan propagandasının bu filmde olmayışı ve ürün yerleştirmenin bir nebze olsun daha az kullanılması, daha tempolu ve eğlenceli dramatik örgü ile birleşince, Peyo’nun sevimli karakterlerine karşı hepimizin içinde var olan aşinalığın verdiği nostaljik sevgi The Smurfs 2’de karşılığını buluyor. Bir de kişisel olarak Paris’in ölüsünün bile en kötü filmi seyredilebilir kıldığını düşünenlerden olduğumdan, serinin ikinci filmi ilkine göre çok daha izlenilebilir olmuş diyebilirim. Bu filmde de yapımcıların fazlasıyla kâr edecekleri şüphesiz olduğundan, serinin üçüncü filmi kaçınılmaz görünüyor. Eğer bir zaman yolculuğu olmayacaksa benim üçüncü film için şehir tahminim Hong Kong veya Rio. Bekleyip göreceğiz.
Sosyoloji bölümü mezunu. Birkaç sinema filminin prodüksiyon aşamasında yer aldıktan sonra 2013 yılında Sinema Kafası’nı kurdu. Yazılarına Cineritüel’de devam etmekte, sinema doktorası yapmakta ve çevirmen olarak çalışmaktadır.