The Gods Must Be Crazy (1980): Bir Kola Şişesi Nelere Kadirmiş Arkadaş!

The Gods Must Be Crazy (1980): Bir Kola Şişesi Nelere Kadirmiş Arkadaş!

Yazar Puanı4.5
  • Modern dünya ile kara Afrika’nın sıcak temasına şahit olduğumuz The Gods Must Be Crazy, bizim medeniyet dediğimiz tek dişi kalmış canavarı yerden yere vururken, seyirciyi de o ‘ilkel’ göçebe kabile hayatına özendiriyor. Bizler egzoz dumanıyla dolu havayı yıllarca oksijen diye solurken, o insanlardan biri içine kapatıldığı dört duvarın küçücük penceresinden görebildiği gökyüzü parçasından gözlerini ayıramıyor ve birkaç gün içinde kaskatı kesilerek ne kadar da doğaya ait olduğunu gösteriyor.
Share Button

Konuk Yazar: Selin Yetimoğlu

Yapımcılığını, senaristliğini ve yönetmenliğini Jamie Uys’un üstlendiği 1980 yapımı, Güney Afrika’da çekilmiş ve ülkemizde 1981 yılında gösterime girmiş aksiyon-komedi filmi olan The Gods Must Be Crazy (Tanrılar Çıldırmış Olmalı), birbirine paralel üç hikâye anlatır: İlk hikâyede öfke, kıskançlık, mülkiyet, suç gibi kavramlardan bihaber yaşayan Bushman’lerden oluşan bir kabilenin hayatının, modern dünyaya ait bir kola şişesiyle değişmesi anlatılırken; ikinci hikâyede botanik araştırması için Afrika’ya gelen bir araştırmacının, öğretmenlik yapmak için oraya gelen Amerikalı güzel kadını etkilemeye çalışması konu edilir. Üçüncü hikayede ise otorite peşindeki gerillalar vardır.

Jules Verne’in Balonla Beş Hafta adlı romanının bir bölümünde yükü hafifletmek amacıyla balondan ağırlıklar atılmaktadır. O sırada bir şişeyi de atarlar. Şişeyi atan Joe, arkadaşlarına “Eğer bu şişeyi bir Afrikalı bulursa onu bir mucize gibi görecek ya da ona tapacaktır.” der, Jamie Uys da Tanrılar Çıldırmış Olmalı’yı bu fikirden yola çıkarak yaratmış olmalı. Ancak bu fikri senaryoya dönüştüren, o şişeye taptıktan sonraki şişeden nefret etme aşaması ve ondan kurtulma çabaları oluyor.

Ana hikâyede başroldeki Xi’nin de üyesi olduğu Bushmen kabilesinin yaşamlarını sürdürdükleri alanın üzerinden geçen, onların “kanatsız ve gürültülü kuş” diye tanımladıkları uçakların birinden bir kola şişesi düşer ve o güne dek modern dünyaya dair hiçbir araçla tanışmamış bu insanların hayatları altüst olur. Önceleri tanrının kendilerine yardımcı olması için yolladığına inandıkları bu şişeyi günlük işlerinde kullanmaya başlarlar ve eskiden ağaç dalları ve hayvan kemiği gibi materyalleri kullanarak yaptıkları tüm işler “su renginde” olan bu “dünyanın en sert taşı” sayesinde çok daha kolay hale gelmiştir. Ancak bir süre sonra bu şeyi paylaşamamaya başlarlar, ne de olsa daha önce bilmedikleri sahiplik olgusu hayatlarına girmiştir ve bu olgu kıskançlığı da beraberinde getirir. Önceden sakin ve küçük dünyalarında mutlu hayatlar sürdürürken, artık modern dünyanın gönderdiği şişe yüzünden mutsuzluk hissini tatmaya başlarlar. Bu noktada filmin esas eleştirisi göze çarpar. Sadece doğada bulunan materyalleri kullanarak kendilerine gereken her ürünü elde edebilen, ceza kavramıyla tanışmamış çocuklarını yaratıcı oyunlarıyla ağlatmadan büyüten, aralarında polis, lider, patron gibi sınıfsal terimlerin yer aldığı hiyerarşik düzenlere ihtiyaç duymadan ve takvim, saat gibi araçlar olmadan da hayatlarını kendi içinde bir plana uydurarak sürdürebilen bu insanlar, onlarca metre yükseklikteki binaların ve en teknolojik aletlerin yer aldığı bir şehirden sadece birkaç kilometre ötedeler. O ‘modern’ denilen şehirdeki ‘uygar’ insanlarsa kendilerine daha kolay bir hayat sağlamak amacıyla kullanmaya başladıkları teknoloji alanında ipin ucunu kaçırmışlar, en başta doğal çevreyi kendilerine uydururken, artık kendilerini de yarattıkları o suni çevreye yeniden uydurmak zorunda kalmışlar. Bu yüzden okullarda çocuklarına caddede karşıdan karşıya nasıl geçmeleri gerektiği gibi bilgiler vererek onlara hayatta kalmayı öğretmektedirler.

Sanayi toplumlarının içine doğmuş bireyler olarak bizim algılarımızı zorlayan şey aslında Bushman’lerin kurduğunu gördüğümüz, kendi içinde oldukça planlı bir sistemi olan düzendir. Dışarıdan hiçbir şekilde etkilenmemiş bu kabile, filmde gördüğümüz sistemlerini tamamen ihtiyaçları doğrultusunda yaratmışlardır. Onlara kurak dönemde su üretmek için gece yaprakları ne şekilde bırakmaları gerektiği diğer komünler tarafından öğretilmemiştir mesela. Bunun yanında, bizim ‘kanun’ dediğimiz toplumsal düzenleme araçlarına sahip değiller ancak kendi ahlaki kanunlarını da yaratmış durumdalar. Filmde görüyoruz ki şişeyle tanışmadan önce çocuklar bile birbirleriyle kavga etmeden oyun oynayabiliyorlardı. İngiliz antropolog E. E. Evans-Pritchard’ın 1940’ta Sudan’daki Nuer kabilesi üzerinde yapmış olduğu çalışmanın sonuçları da aynı noktaya varır. Nuer insanları göçebe bir kabileye mensuptur ve Bushman’ler gibi dışarıdan etkilenmeyen ve -Batı odaklı bakış açısıyla- ilkel bir sosyal düzenleri vardır. Yazılı bir kanun ya da herhangi bir yargılama organı olmadan tüm sorunlarını kabilenin kendi yöntemleriyle çözen, kargaşaya asla yer vermeyen bir düzendir bu. Bugün milyonlarca insanın yaşadığı toplumlarda o ‘ahlaki kanun’ sisteminin yürütülebilmesi her ne kadar ütopik görünse de, diğer sistemlerden en ufak bir şekilde bile etkilenmeyen bu kabile düzeninde birbirine saygı duyan 1 milyon kişinin yine aynı düzen içinde yaşayabiliyor olması yadırganmazdı. Ve bu durumda asıl ‘medeni’ olan toplumun hangisi olduğu tartışmaya açık bir konudur.

Toplumsal yapının en ilkel halini gördüğümüz Bushman kabilesindeki değişim tarihsel materyalizm kuramı üzerinden de incelenebilir. Marx ve Engels, toplumların gelişmesini ve geleceğini, birbirini takip eden beş döneme ayırır. Bunlardan ilk ikisi film ile bağdaştırılabilir. İlki “İlkel Komünizm” dönemidir; Bushman’leri de örnek olarak gösterebileceğimiz, avcı ve toplayıcı dönemdeki paylaşılan mülkiyete ve ilkel demokrasiye dayanan kooperatif kabileleri kapsar. Hemen ardından ise “Kölelik” dönemi gelir; toplumun kabileden şehir devlete geçtiği, köleliğin, özel mülkiyetin ve aristokrasinin doğduğu dönemdir. Kola şişesi hayatlarına girmeden önce her şeyin komün tarafından paylaşıldığı, hiçbir şeyi sahiplenmeye gerek duyulmadığı ‘paylaşılan mülkiyet’ dönemi, bir şişeyle sona erer, özel mülkiyet ihtiyacı doğmaya başlar ve Bushman Xi’nin şişeyi dünyanın sonuna götürme macerasında kendisinin işçi olarak satın alınması da ironik bir yaklaşım olarak göze çarpar.

Modern dünya ile kara Afrika’nın sıcak temasına şahit olduğumuz The Gods Must Be Crazy, bizim medeniyet dediğimiz tek dişi kalmış canavarı yerden yere vururken, seyirciyi de o ‘ilkel’ göçebe kabile hayatına özendiriyor. Bizler egzoz dumanıyla dolu havayı yıllarca oksijen diye solurken, o insanlardan biri içine kapatıldığı dört duvarın küçücük penceresinden görebildiği gökyüzü parçasından gözlerini ayıramıyor ve birkaç gün içinde kaskatı kesilerek ne kadar da doğaya ait olduğunu gösteriyor.

Başrol oyuncusu N Xau gerçek bir Bushman ve modern hayatın getirdiği, filmde kullanılan birçok alet edevatı çekimler esnasında gerçekten de hayatında ilk defa görmüş. Filmin bu derece komik ve doğal olmasının en önemli sebebi bu. Ancak benim merak ettiğim bambaşka bir şey; o kabile üyelerinin hayatına kameralar, ışıklar setteki diğer teknolojik aletler ve kendilerine komutlar veren insanlar girdikten sonra eskisi gibi sahip olduklarıyla yetinebilen yaşam tarzlarını sürdürebilmişler midir acaba?

, , , , , , , , , , , ,

1 comment

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir