- Kelebek koleksiyoncusu, asosyal Frederick Clegg, sıradan bir bankacı iken spor toto’dan büyük bir ikramiye kazanır ve bu ikramiye ile kendini toplumdan rahat ve güvenli bir şekilde izole etme lüksüne kavuşur. Frederick istediği her şeyi yapabileceği kadar para kazanmıştır; bir şey hariç ne isterse satın alabilecek konumdadır: Değer.
Konuk Yazar: Besna Ağın
“Sen de benim kadar gerçekleri görüyorsun, beraber olamayız benim gibi biliyorsun.” – Sezen Aksu
– “Hepimiz elde edemediğimiz şeyleri isteriz.”
– “Hayır! Hepimiz ne elde edebiliyorsak onu alırız. Ben senin avantajlarına hiç sahip olmadım. “
– “Ama artık harika bir hayatın olabilir. Keşfedersin, dünyayı gezersin, yaşarsın! Bu ölüm, görmüyor musun? Bunlar ölü, ben ölüyüm, buradaki her şey ölü. Sevdiğin şey bu mu? Ölüm mü?”
(Frederick, Miranda’yı kelebek koleksiyonu ile etkilemeye çalışırken)
Değer verilmenin insana var olduğunu hissettiren bir hazzı var. O değerle bütünleşmek ve onu bir parçamız haline getirmek, istediğimiz her şeyi başarabileceğimiz bir güç veriyor bize. Kelebek koleksiyoncusu, asosyal Frederick Clegg, sıradan bir bankacı iken spor toto’dan büyük bir ikramiye kazanır ve bu ikramiye ile kendini toplumdan rahat ve güvenli bir şekilde izole etme lüksüne kavuşur. Frederick istediği her şeyi yapabileceği kadar para kazanmıştır; bir şey hariç ne isterse satın alabilecek konumdadır: Değer. Değer vermeyi, değer verilmeyi ve bir değer olmayı satın alamayacağını bilinçaltıyla sezse de, istediğini elde etmek için imkânlarını sonuna kadar kullanır; işe yaramayınca da bunu göz ardı edecektir. Tüm bu süreçte Frederick kendini sürekli yetersiz hisseder. Değer oluşturmanın birincil özelliğini yaratmada sınıfta kalır; insanlarla iletişim kurmayı beceremez. Nadir güzellikleri bulup saklamaktır onun yeteneği ve bunu insanlar üzerinde de kullanmamak için bir sebep görmez.
Değer vermek ve değerli olmak. Bir nokta koydum, değer kelimesinin ağırlığını düşünmek için. Değerli olmamak ve aşağılanmak cinayet sebebi olabilir; ki oluyor da. Frederick’in nasıl bir sosyopat olduğunu, bu hale gelmeden önce nasıl aşağılandığını ve nasıl kompleksler yaşadığını daha yoğun sahnelerle görebilseydik, filme zenginlik katacak bir konuyu derinlemesine analiz etme şansımız da olacaktı. Nitekim filmin belki de en büyük eksikliği, Frederick’in kişiliğinin derinine inilmemesi… Neyse ki elimizde kelebekler de var; derine inmek için güçlü bir bahane.
Türüne ve yaşadığı iklime göre değişmekle birlikte, bir kelebeğin ortalama yaşam süresi bir ay. İronik bir şekilde, Frederick Miranda’ya kendisine âşık olabilmesi için 4 haftalık bir süre tanıyor. Aslında aklında daha uzun bir süre olsa da -bilirsiniz, âşık olmak kolay iş değildir-, Miranda ile yaptıkları pazarlık onu 4 haftaya razı ediyor. Frederick, Miranda kendisine âşık olmayınca, ondan sadece biraz çaba göstermiş olmasını istediğini söylüyor. Diyor ki aslında; yediğin önünde, yemediğin arkandaydı Miranda. Belki evinde bile bu denli bol sanat kitabı, doğal yiyecek ve nezaketle karşılaşmadın. Ama buna rağmen beni sevmeye çalışmaman, buna çabalamaman büyük kabalık. Çünkü her kadın kendine değer veren ve onu seven erkeğe âşık olmak için çaba göstermeli biraz, söz konusu erkek onu kaçırmış olsa bile. Hem bir erkek, sevdiği kadın için daha ne yapabilir ki, onu tam anlamıyla rahata kavuşturmaktan başka? Daha ne yapmalı bir adam, bir kadına daha ne vermeli? Değil mi ama!
– “Sadece seni tanımak istiyorum.”
– “İnsanları tanımak için onları kaçıramazsın!”
Aslında Miranda ve Frederick’in birbirlerine zerre kadar değer vermemelerine şahit oluyoruz film boyunca. Frederick, “âşık olduğu” kadına, kelebeklerine duyduğu sevginin ve harcadığı emeğin onda birini veriyor, o da göstermelik. Aynı şekilde Miranda, Freddie’yi öldürdüğünü sandığında bile, sadece birini öldürebilmiş olmanın ağırlığını ve oradan çıkış anahtarını yok etmiş olmanın korkusunu yaşıyor sadece.
1960’larda, değişen dünyanın İngiltere’sinde işçi ve burjuva arasındaki sınıf çatışmasına ve farklılaşan kültür dinamiğine şahit oluyoruz. Filmin zamanında çok başarılı olmasının bir sebebi çağına ışık tutması, bir diğeri de filmin John Fowles’ın aynı isimdeki bestseller kitabından uyarlanmış olması. Bu yıllardaki artan gelirleri ve halkın kolayca ulaşabildiği tüketim malzemelerini, koleksiyon yapmanın ardında yatan materyalizmi sorgulayabiliriz. Burjuva sınıfı toplamaya başlamıştı; Picasso’nun tablolarını, Salinger’in bulunmaz kitaplarını biriktiriyorlardı.
– “Bu başarılı bir resim değil mi?”
– “Evet, o bir Picasso.”
– “İnsanlar günlük hayatta bu resimdeki gibi görünmüyor değil mi?”
– “Tabii ki hayır. Picasso’nun derdi yüzleri birebir çizmek değil, yüzleri kendi gördüğü ve hissettiği şekilde ifade ediyor.”
(Frederick sinirlenir)
– “O öyle görüyor diye, bu tabloyu güzel mi yapar?”
Yüksek sanatı anlayamayan Frederick ile sanat okuyan kültürlü Miranda, Picasso üzerine fikir yürütüyorlar. Fakat ana kahramanımız bu sanat ve koleksiyon işini biraz yanlış anlamış gözüküyor. Frederick’in neden kelebekleri topladığını düşününce, güzel bulduğu şeyleri öldürebilmenin ona yönetme gücü verdiğini, Frederick’in kendini baskın hissettiğini fark ediyoruz. Miranda elit bir eğitime, dikkat çekici bir güzelliğe ve ayrıcalıklı bir yetiştirme tarzına sahip. Frederick ise bunları kişisel hakaret olarak alıyor ve aralarında sınıf çatışması başlıyor. Miranda’nın Frederick’e âşık olması sadece ilişki zaferi değil, sınıf atlama zaferi de olacak. Böylece Frederick yücelim açlığını bir taşta iki kuş vurmakla doyuracak.
Terence Stamp’in harika oyunculuğunu da es geçmeyelim. Bütün filmi omuzlarında taşırken duruşuyla bile karakterin içini göstermeyi başarıyor bize. Yönetmen Wyler, çekim araları dâhil film boyunca, Stamp’in karakterden çıkmasına izin vermemiş. Miranda karakterindeki Eggar özellikle çok bozulmuş bu işe, çünkü kimse ona Stamp’in Wyler’dan böyle bir emir aldığını söylememiş ve Eggar’ın psikolojisi bozulmuş maruz kaldığı bu tavırlardan. Bu da aralarındaki gerilime katkı sağlamış ve ikilinin hapseden ve hapsedilen rollerini içlerinde hissetmelerine sebep olmuş.
Koleksiyoncumuz, değeri ne parayla ne de kibarlıkla satın alamayacağını anlayamıyor olsa da sürüp gitmekte olan sınıf çatışmasını kavramış. Lakin sonradan görme zenginliği, aşağılık kompleksinden kurtulmasına izin vermiyor ve Miranda gibi kadınlara değil, kendi sınıfından, ‘halktan’ birine âşık olmaya karar veriyor. Bir hemşirenin peşine takılıyor filmin sonunda ve ona, bana değer vermesini öğretebilirim diyor. Bizim ise kulağımızda Miranda’nın sözleri çınlıyor: “Şimdi de beni biriktiriyorsun, öyle değil mi?”
Cineritüel’e yazıları ile katkıda bulunan konuk yazarlarımızın ortak hesabıdır.