- İnsanın en güzel, en anlamlı olduğu anlardan biri de yaptığı işe her şeyden soyutlanarak konsantre olduğu halidir çoğu zaman. Geride kalanlar silikleşir, yanında duran sevgili, seninle konuşan insanlar, uçuşan martılar… İki adamın denizi, kadınlardan bile çok sevişine, denize hayatın kendisinden bile daha çok değer verişlerine tanık oluruz (Her ne kadar verdikleri değerin anlamı farklı olsa da).
Konuk Yazar: Besna Ağın
“Deniz dünyadaki bütün lekeyi ve acıyı temizler.” – Euripides
“Çünkü sevdikçe beni sen, kendini tanıdın.” – Edip Cansever
Johanna, Jacques’a dalmanın nasıl bir duygu olduğunu sorduğunda Jacques, ‘kaymadan düşmek’ gibi hissettirdiğini söyler. “En zoru da dipte olmak; çünkü yukarı çıkmak için iyi bir sebebe ihtiyacın var ve ben bunu bulmakta zorlanıyorum.”
New York’ta bir sigorta şirketinde çalışan, aşkı için kendini kovdurup, Yunanistan’a, Jacques’ın yanına gelen Johanna şöyle der:
“Derdimiz aynıymış. Çünkü ben de senin yanında kalmak için bir neden bulmakta zorlanıyorum.”
Özgürlük nedir? Deniz midir özgürlük; cinsiyetlerin midir? Kendine yeter mi?
Derinlik Sarhoşluğu, özgürlüğün, denizin, aşkın bir arada nasıl barınıp birbirini nasıl yıkabileceği ve yeniden doğurabileceğini anlatan, bütün duyuları aynı anda uyarmayı başaran bir başyapıt.
Peru’dayken, Johanna ilk görüşte âşık olur Jacques’a; onun ruhunu kendi içinde hisseder. Jacques’ın ne kadar derine dalabileceğinin ölçüldüğü bir deney sonrası eline geçen kalp atışlarının olduğu kâğıtları alıp New York’taki evine götürür. Ne yapıp edip, geri dönüp sevdiği adamı bulmayı aklına koyar; daha önce böyle birini tanımamıştır. New York’un korkunç kaosu ile şehrin bulanıklığı onu büyüden, aşktan ve gerçek anlamda yaşamaktan alıkoymuş olsa da, Jacques’ın yunusları andıran gülümsemesi aklından çıkmaz; adeta yeniden doğmuş gibi kendini Sicilya’da bulur.
Aşk mıdır Johanna’yı Sicilya’ya sürükleyen? Yoksa büyük şehirlerin kimimizin alışık olduğu değersizlik ve boğulma hissinden kaçıp denize ulaşma, özgürlüğe ve kendimize yol alma isteği mi? Şair doğru söylüyor; sevdikçe kendimizi daha iyi tanıdık. Bu genç, ‘dünyanın merkezinde’ yaşayan sigortacı kadın, kaybettiği kendisini Jacques’da bulacağına inandı içten içe; Jacques’ın kendisini hiçbir zaman bulamadığını ve o arayışta olmadığını hesaplayamadan.
Ve bir erkekten çok bir yunustur Jacques. Onlar kadar duyarlı, zekidir aynı zamanda. Belki de Johanna’yı Jacques’a tutkuyla âşık eden, bir erkeğin en saf, en güzel halini görmüş olmasıdır.
İnsanın en güzel, en anlamlı olduğu anlardan biri de yaptığı işe her şeyden soyutlanarak konsantre olduğu halidir çoğu zaman. Geride kalanlar silikleşir, yanında duran sevgili, seninle konuşan insanlar, uçuşan martılar… İki adamın denizi, kadınlardan bile çok sevişine, denize hayatın kendisinden bile daha çok değer verişlerine tanık oluruz (Her ne kadar verdikleri değerin anlamı farklı olsa da). Oysaki denizin de hayatın bir parçası olduğunu fark etmemeleri, kadınla, denizle, hayatla ve aşkla bir bütünlük yaratmayı unutmuş olmaları Enzo’nun ölümüne, Jacques’ın da mental anlamda derinlik sarhoşluğunda boğulmasına yol açar. Yönetmenin de filmin sonunu Jacques’ı yunuslarla kavuşturup, az önce hamile olduğunu öğrendiği Johanna’yı yukarıda bıraktırmasının sebebi bu adeta. Âşık olduğu kadın ve doğacak çocuğu yukarı çıkmak için yeterince iyi sebepler mi? Bu sorunun cevabı da seyirciye bırakılır.
Johanna, Jacques’ı kazanmaya çalışır, kendisini dinlemesi için (!) denize atladığında ondan beklentilerini söyler: Birlikte bir hayat, araba, ev, bebekler… Bir hayat kurmak ister, birlikte yaşlanacakları uzun bir hayat. Jacques ise öylesine özgürdür ki, her şeyden kopuk ama evrenin merkezine bir o kadar da yakındır. Johanna’ya âşıktır; fakat ne kadar özgür olabilir ki bir kadın ve erkeğin aşkı, denize duyulan sevdanın yanında?
Filmdeki Enzo Molinari karakteri, Jacques’ın tam tersi bir portre çizer. Günümüz insanının başarıyı, kazanmakla eşdeğer görmesi ve özgürlük yanılsaması içinde bir kısır döngü yaratması, Enzo’nun deniz ile dalmak arasındaki ilişkiye benzer. Jacques, Enzo için hem hayran olduğu kadim bir dost, hem de dünya şampiyonu olmakla arasındaki tek engel. Bilinçaltı Enzo’yu kandırmayı başarır ve asıl kazancın dostluk olduğunu göremez. Kazanmak kelimesine yüklenen yanlış anlamlar onu da ele geçirir. Enzo ise bu hırsını canıyla öder.
Enzo’yu denizin almış olmasına anlam veremez Jacques ve gecenin bir yarısı dalmak için hazırlanır. Soğuk, karanlık bir akşamdır ve Enzo’nun ölümünden henüz birkaç saat geçmiştir. Jacques’ın bu saatler içerisinde odasında gördüğü rüya ise filmin en etkili sahnelerinden biri. Tavandan deniz dolmaya başlar odanın içine, deniz ters dönmüştür sanki. Gök de deniz olmuştur; varoluş denize hapsedilmiştir. Jacques ile deniz ilişkisini en yoğun hissettiğimiz andır, birbirlerinin iliklerine işlemiş iki su.
Johanna peşinden gider Jacques’ın, onu durdurmaya çalışır. Jacques:
-“Gidip görmeliyim.”
-“Neyi göreceksin? Görülecek bir şey yok! Orası kapkaranlık. Soğuk. Yapayalnız olacaksın. Bense buradayım. Gerçek olan benim! Yaşayan benim.”
Johanna ağlamaya başlar. Jacques tepkisizdir.
“-Seni seviyorum Jacques. Hamileyim. Beni duydun mu?”
Jacques dalış için hazırdır. Kafasını sallar, sevdiği kadının elini tutar. Johanna anlamıştır, onu bırakmaktan başka şansı yoktur. Sevdiği adamı yalnızca özgür bırakırsa o yine sevdiği adam olarak kalacaktır:
“-Git. Git ve gör aşkım.”
Luc Besson balıkgözü lensleriyle, canlı-mavi renklerle ve Akdeniz pırıltısıyla bizi sürekli filme davet eder, kendimizi Jacques ve Enzo gibi paletlerimizi ıslatırken, dalmaya hazır hissetmeye başlarız. Besson, filmi yaparken uzun süre ara vermek zorunda kalmış çünkü tıkanmış. Filmdeki Jacques’a esin kaynağı olan gerçek Jacques Mayol, Besson’u birlikte dalmaya ikna etmiş. Ancak bundan sonra ne anlatmak istediğimi buldum, diyor Besson; anlatmak değil, hissettirmek istiyorum, denizin uçsuz bucaksızlığını ve gerçekliğini.
Eric Serra’nın harika film müziklerini de unutmamak gerek. Besson, Leon ve Angela filmlerindeki müzik zevkini burada da konuşturmuş. Filmle böylesine bütünleşen, müziği her dinlediğinizde kendinizi okyanusun derinliklerinde ya da Sicilya’da, mükemmel güneşin altında yunuslar ve Jacques’la hissettirmek ustaca bir aklın yapabileceği iş.
Yunanistan, 1965… Küçük bir Fransız çocuk, Jacques, Yunanistan’ın deniz kokulu büyülü sokaklarında koşturur; arkadaşları denizde parlak bir şey gördüklerini söylediklerinde bir yunus görmeyi bekleyen ve heyecandan ağzı kalbinde atan Jacques denize koşar; sanki biraz daha hızlanmazsa deniz ondan kaçacakmışçasına. Oysa su hiç kaçmaz, hep Jacques’la kalır. Sicilya’da, Yunanistan’da, Peru’da ve rüyalarında…
Aynı anda bunca saf, masum ve özgür olabilirmiş bir insan. Belki de sadece Jacques böyle olabilir. Çünkü Enzo’nun dediği gibi; o bir insan değil, farklı bir dünyadan. Ve belki de gerçekten dünyada Sicilya’dan daha güzel bir yer yoktur.
Not: Derinlik Sarhoşluğu, Yönetmenin Kurgusu üzerine yazılmıştır. Kısa versiyonu hiç doyurucu değil, bu güzel filmin bir sahnesinin bile kurguda atılmış olmasına yürek dayanmıyor.
Cineritüel’e yazıları ile katkıda bulunan konuk yazarlarımızın ortak hesabıdır.