- Scott Kalvert’in ilk uzun metraj olan “Basketbol Günlükleri” edebiyat içinde sporu, basketbol içinde şiiri ve bir çocuğun yetişkinliğe geçişte yaşadığı yoğun ızdırabı hissettirir izleyiciye. Jim Carroll için sempati besledikten sonra unutup gitmeyi değil, empati duyup daha akıllıca hareket etme seçeneğini değerlendirtir. Ve bu seçeneğin yanlış olmadığını son sahnede Jim’in monoloğu anlatır bize.
Konuk Yazar: Besna Ağın
– “Söylesene Shakespeare, maçı bitirecek miyiz?”
– “Hadi ama Reggie, biliyorsun ki bu maç hiç bitmez.”
İnsan kendini uyutur. Uykuyla uyutur, uykusuzlukla uyutur. Açlıkla uyutur, çok yiyerek uyutur. Ve insan kendini uyuşturur, yalnızlıkla uyuşturur, kalabalıklarla uyuşturur. Uyurken uyuşturur, uyuştururken uyutur.
İnsanı yine kendisi uyandırır. Daha önce uyumuş, uyuşmuş insanlar uykuyu iyi tanır. Uykunun yok ediciliğini bilenler, diğerlerini uyandırır. Onları da bir başkası uyandırmıştır, borçlarını ödeme zamanıdır.
Jim Caroll bir katolik lisesinde öğretmeninden dayak yer. Küçük bir dünya simülasyonudur sınıfın içi, Jim dayak yerken onun için üzülenler, empati duyanlar, sempati hissedenler, öğretmenin daha sert vurmasını isteyenler ve bundan keyif alanlar arasında geziniriz. Nitekim gerçek hayat da bundan farklı olmaz, Jim bataklığın içinde debelenip dururken yanındaki insanlar sınıftakilerin tepkilerinden birini verirler.
Jim Caroll’un otobiyografik romanından uyarlanan “The Basketball Diaries”, şiir ve basketbolu, müptelalık ve Tanrı sorgusuyla harmanlamayı başarmış, insanda silkinme isteği uyandıran bir film.
Jim, Pedro, Neutron, Mickey ve Bobby New York’un en iyi basketbol takımına sahip katolik lisesine giden ve her gün Manhattan’ın yarım milyon pisliğinin aktığı yamaçtan Harlem Nehri’ne atlayan 16 yaşında 5 çocuktur. Nehre atlarlar çünkü içinde oldukları pislik ve fakirlikle dalga geçerler. Parasızlığı ve din eğitimi adı altında onlara psikolojik ve fiziksel işkence yapan liselerini umursamazlar çünkü ellerinde çok daha iyi bir şey vardır: Basketbol.
“Sahada varlığını göstermen gerekir”, der Jim. “Şempanzeden ziyade çita gibi olmalısındır. İkisi de iyidir ama şempanze bütün gün yiyeceğinin peşinde koşar. Çita ise seksi, ağır yürüyüşüyle ilgisiz bir tavırla yaklaşır. Ben, çita gibi oynarım.” Tutkuyla bağlıdır basketbola, şiire olduğu gibi. Wilt Chamberlain’i Shakespeare’i sevdiği kadar sever.
“Ya dördümüz Wilt Chamberlain’e karşı oynarsak? O zaman ne olurdu sizce?”
“Chamberlain hepimizi mahveder.”
“Topu biraz hızlı dolaştıracağız hepsi bu. Boş şutları kaçıramazsınız. Hem ribaundları kimin alacağını biliyorsunuz.”
Pedro sorar, Jim gerçekçi bir şekilde yanıtlar, Mickey ise dördü bir araya gelirse Chamberlain’i bile yenebileceklerini söyler. Aralarındaki dostluk basketbolla kurulmuştur, kazandıkları ve kaybettikleri her oyunda birbirlerine kenetlenirler. Daha fazla şut çalışırlar, daha fazla maç yaparlar. Fakat bir adam eksikle devam ederler maça, o eksiğin hep farkındadırlar, lakin dillendirmezler.
Aralarında en yeteneklileri Bobby’i üç yaşından beri tanır Jim, en iyi dostudur. İki yıldır kan kanseri olan Bobby’nin iyileşmesini bekler Jim yılmadan. En iyi dostunu keyiflendirmek için yazdığı şiirleri bile paylaşır onunla; Bobby’e mahremini açar. Şiiri ve basketbolu paylaştığı yansımasıdır Bobby ve onsuz hayatta dengesini nasıl sağlayacağını bilemez.
Ölümle yüzleşince dengesini kaybedenlerden olur Jim. İlk kez bir ölü görür, en yakın arkadaşı Bobby ölür. Hastalık yüzünden 60 yaşında gösteren 16 yaşındaki arkadaşına bakarken içindeki tutkuların çürüdüğünü hisseder, hayattaki sabitini yitirmiştir.
“Riverside Parkı’nda o siyahîyi atlatıp nasıl smaç yaptığımı hatırlıyor musun Jim?
“Sen her zaman iyi sıçrardın Bobby.”
Katolik lisesi onlara hiçbir şey katmasa da, basketbol her şeyi katmıştır. 16 yaşındaki bu çocukların ölümle başa çıkmak için bildikleri tek yol basketboldur. Acılarını da topa yüklerler; yağmurda arınırcasına basketbol oynarlar. Acının üstüne şutlarla ve meydan okumayla giderler.
İlk arınmanın etkileri geçince Bobby’nin ölmesinden kendini sorumlu tutmaya başlar Jim. Tinerle ve sigarayla uyuşturup cezalandırır kendisini önce, sonra da eroin ve kokainle. Alkolik bir babaya sahip Pedro ve psikopat bir abiye sahip Mickey de katılır ona, takımı bırakır, okuldan atılırlar. Olaylar öyle hızlı ilerler ki, kendileri bile unuturlar neden başladıklarını uyuşturucuya. Müptelalıkları onlara acılarını unutturur, en acısı da budur. Bütün şehir giyinikken, beş kat aşağıda arabalar dolanırken yıldızların altına çırılçıplak yatarken büyük bir güç hisseden Jim artık sadece büyük bir korku duyar.
“Bazen bir şeylerin beni kovaladığını hissediyorum. Çatıda bir deli varmış da beni her an öldürebilecekmiş gibi. Büyük bir korku duyuyorum. Aklımdaki şiirleri tamamlayacak zamanım olacak mı acaba?”
The Doors grubunun “Riders on the Storm” müziğiyle güçlenen sahnede görürüz ki basketbol oynamak için iradeleri kalmaz, kullandıkları uyuşturucular onları yok eder. Annesi boş zamanın şeytan işi olduğunu söylediğinde ona ilk kitabı için iyi bir isim bulmuş olabilirim deyip teşekkür eden yazar ruhlu çocuk, son bir defa daha kendini uyuşturup sonra bırakacağını söyleyerek kendini kandıran bir yetişkine dönüşür.
Tüm bunlar olurken Jim hep yazar; günlüklerine yazmayı hiç bırakmaz. Basketbola gücü kalmayınca, şiir ve yazıyla hayata tutunur. Ölmek üzereyken birlikte sokak maçları yaptığı koca siyahî adam Reggie bulur onu. Karşılıksız yardım alma konseptini unutmuştur ve Reggie’ye bunu neden yapıyorsun diye sorar ısrarla. Bir zamanlar birinin de kendisine yardım ettiğini ve borcuna hep sadık olduğunu söyler Reggie, çünkü insan insanı mahvettiği gibi kurtarır da.
Scott Kalvert’in ilk uzun metraj olan “Basketbol Günlükleri” edebiyat içinde sporu, basketbol içinde şiiri ve bir çocuğun yetişkinliğe geçişte yaşadığı yoğun ızdırabı hissettirir izleyiciye. Jim Carroll için sempati besledikten sonra unutup gitmeyi değil, empati duyup daha akıllıca hareket etme seçeneğini değerlendirtir. Ve bu seçeneğin yanlış olmadığını son sahnede Jim’in monoloğu anlatır bize:
“… Bir de biz sokak çocukları vardır. Çok genç yaşta başlarız. 13 civarında. Her şey kontrolümüz altındadır. Müptelası olmayız. Ama bu da işe yaramaz. Ben de canlı kanıtıyım. Öte yandan, uyuşturucu müptelalığını 9-5 arası çalışılan bir iş gibi görmelisiniz. Çalışma saatleri giderek geç saatlere uzar. Ve hayatınız, artık sizin değildir.”
Cineritüel’e yazıları ile katkıda bulunan konuk yazarlarımızın ortak hesabıdır.