Konuk Yazar: Burç Karabulut
Bir Hristiyanlık alegorisi olarak okuyabileceğimiz The Baby of Mâcon, Hristiyanlığa karşı bir tehdit olarak perdede arz-ı endam ediyor. Hristiyanlıkta yer alan bakire Meryem-mucizevi çocuk gibi öğeler ve neredeyse tüm Hristiyanlık ikonografisini kara mizah malzemesi olarak kullanan filmde, Hristiyanlığın yeni ortaya çıkan din karşısındaki konumu aktarılır. Bir nevi Hristiyanlığın kendine karşı konumlanması şeklinde yorumlayabileceğimiz yeni dinde, bilinen bir inanç olarak Hristiyanlık gayet normal karşılanıp aslında yine Hristiyanlığın öğeleri kullanılıyor olmasına karşın, Hristiyanlık bu yeni inancı yozlaşmış olarak lanse etmeyi tercih eder. Hristiyanlığın bir anlamda kendini iyi, başkasını sorunlu gören anlayışı filmin genelinde ana eleştiri olarak öne çıkar. Örnek vermek gerekirse; bin yıl önce gerçekleştiğine inanılan mucizevi doğum hikayesinin yeni dinde de tekrar yaşanmasına bir safsata olarak bakılır.
The Baby of Mâcon bir tiyatro oyunu olarak kurgulanmasına karşın sinema tekniği olan yakın çekimleri de kullandığından algıda değişikliklere, anlatımda ister istemez değişimlere ve sorunlara yol açabilecek durumlar da gerçekleşmektedir. Seyirci, izleyen olarak kendini görünmez bir konumda hissedebileceği gibi filme alınan tiyatro seyircisinin katılımı sebebiyle sunulanın bir oyun olduğunu da düşünebilir. İtalyan Tiyatrosu’na (20.yy.ın ilk yarısında vücut bulan) benzer bir açılışla girdiğimiz film, seyirciyi bir ikona havarisi ile yakın plana sokar; ardından Greenaway, seyirciye bu hikayenin bir tiyatro oyunu olduğunu anlatır. Seyirci için kendini hem bir tiyatro izleyicisi hem de sinema seyircisi olarak konumlandırmanın zorluğu seyir keyfini de etkileyebilir. Etrafı saran kadınların bağırışları arasında bir ‘mucize bebek’ dünyaya gelir. Hristiyanlığın ilk tepkisi burada başlar; zira bebeğin herhangi bir şekilde mucize bir bebek, hatta Tanrı’nın oğlu olma ihtimali bir sorun teşkil etmektedir. Papazlardan biri, kendi öğretisiyle çelişen şekilde şüpheci bir tavır ile bu yeni (yoz) inanca bilimsel yaklaşmayı uygun görünce film, Hristiyanlığın karşıt bir teknik uygulayarak kendini maskelediğini ele vermeye başlar. Hristiyanlık, burada bir ben egosu yaratarak kendini bilimsel, modernist bir tavırda görmeyi yeğler; ta ki bu inanç mağlup edilene kadar. Oysa her haliyle bu kan ve şiddet tufanı varlığını alttan alta gösterir. Hristiyanlığın bu, sözde yeni inançtan kurtulma çabası kısa sürede vahşileşen bir hal alır. Mâcon bebeği, Hristiyanlığın kendi yüzü ile maskesi arasındaki müthiş savaş ortamını biz seyirciye sunar.
Hristiyanlığın Ben Egosu: İkonadan Gerçekliğe
Jacques Lacan, bir çocuğun gelişmesinde en önemli sürecin ayna evresi olduğuna hükmeder. Ona göre çocuk, bu yaşlarda bir kimlik kazanıp anneden kopar. Artık ayrı bir imaj, görüntü olduğunu fark eden bebek, bir ben ego geliştirmeye başlayacaktır. Hristiyanlığın en önemli ikonlarından biri olan İsa bebek figürü, belki tepki çekmemek için, belki de alegorik olarak karar seyirciye bırakılmak üzere filmin dışında bırakılır. İsa bebek figürü, Hristiyanlığın egosunun kurulmasıyla yakından ilişkili olarak okunabilir. Bir mucizeyle birlikte var olan ve kendini kitlelere kabul ettiren Hristiyanlık, bir ben egoya kavuşmuştur. Hristiyanlığı sembolize etmekle birlikte bebek figürü ister istemez onun imajını da almıştır. Nitekim İsa’nın çarmıha gerilişi bile bu duruma ciddi bir örnektir. İsa, hep bakire Meryem ile resmedilmiş ya da onun göğsünden süt emerek görüntülenmiştir. Bu, aynı zamanda bir bütünlük imajı da yaratır. Oysa alegorik olarak yaratılan Hristiyanlıkta bütünlük imajı doğal olarak paramparçadır; çünkü sadece bir anne ve bir bebek vardır. İsa – Meryem birlikteliği, Lacan’da ben egonun birlikteliği olarak okunabilir. İsa birçok ikonada ya da frescoda anneyle bir bütün olarak çizilmektedir. Bu durum aynı zamanda bebek ve annenin masumluğuna ve doğal olarak dinin kutsallığına atıf yapar. Oysa bebek ve anne, Greenaway’in filminde parçalanmış bir ego yaratır. Hatta çocuk kendi başına el sallar, yeri gelir konuşacak kadar kendi egosunun farkındadır. Anneden kopmuş olmasının verdiği huzursuzlukla parçalanmış egosuna rağmen anneyle birlikte olmayı istemektedir.
Papaz ile bakirenin bir seksüel ilişkiye girmeye çalıştığı sahne ister istemez bu masumiyetin de yitirileceği sahne demektir. Bakirelik yitirilince kutsallık bozulacaktır; kutsallık bozulursa din de elden gidecektir. Papazın, bakire ile ilişki çabası hem bakireliği bozmak hem de bakirenin değersiz bir kadın olduğunu vurgulamak için girişilen bir aşamadır. Ne var ki, mucize ile estetik olarak groteskleşen bir sahnenin sonunda papaz, bakireyle ilişkiye giremez. Bebek İsa’nın alegorisi olan mucize bebeğin bu durumu engellemesi de önemli bir noktadır. Paramparça bir özne olan (alegorik) mucize bebek, bir anda kendi egosuyla yüzleşir. Ben ego olarak yaratılan imajın silinmemesi için adeta ikonada kendini yerine koyduğu İsa’nın masumiyetinin yitirilmemesi adına, bebeklikten çıkarak bir papazın ölümüne sebep olacak kadar hem kendini hem de annesini korumaya alacaktır. Papazın kendi alegorisinin kurbanı olması ise din için bir kurban verme olarak addedilebilir.
Bu ölüm mucize olarak adlandırılan bebeğin sonu olur; çünkü Hristiyanlık ondan öç alacaktır. Nitekim bakirenin bir sürü adam tarafından bakireliğinin elinden alınması sahnesi, bir şiddet pornosuna rahatlıkla benzetilebilir. Kendi kutsallığına zeval gelmemesi için kendi kanunları içerisinde dokunamadığı bakireyi, adeta lanetleyerek, küçük düşürerek cezalandırır. Hristiyanlığın kadına bakışı bu değildir elbette; ancak kendini var etme çabasındadır. Bir başka bakire, mucize bebek ve yeni oluşacak bir din, Hristiyanlık için yok oluş demektir. Sonunda ortaya çıkacak olan Lacan’ın “Gerçek”inden kaçınmanın tek yoludur. Gerçek ise Hristiyanlığın şiddet ve kan temsili olmasında saklıdır. Bunun üzerini kapatmak için bakire, bakirelikten çıkarılıp düşük bir kadın durumuna getirilmeye çalışılır.
The Baby of Mâcon filminde izleyici, var olan bir düzen olarak Hristiyanlık ve onun tamamen aynısı olmasına rağmen sahte olarak gösterilmeye çabalanan Hristiyanlık arasındaki savaşı izler. Bu savaştan galip çıkan, şiddet ve kan ile kendi yanlışlarını örtme çabasında başarılı olarak varlığını sürdüren yine Hristiyanlık olacaktır. Bir dinin devamı için şiddet ve kan gereklidir.
Cineritüel’e yazıları ile katkıda bulunan konuk yazarlarımızın ortak hesabıdır.