Virginia Woolf’ün “biz kadınların, yanımızda erkek olmadan kütüphaneye girmemiz bile yasaktı.” cümlesini okuduğumuzda bile çok uzak bir zamandan bahsediyormuş gibi geliyor. Ne var ki çok değil, bundan bir asır evvelinden bahsediyor; 20. yüzyılın başlarından… Son yüzyılda kadın hareketinin, kadınların mücadelesinin başarısı göz dolduruyor. Senaryosunu Shame / Utanç (2011) ve The Iron Lady / Demir Leydi (2011) filmlerinde de imzası bulunan Abi Morgan’ın kaleme aldığı ve yönetmenliğini Brick Lane (2007) filminden tanıdığımız Sarah Gavron’un üstlendiği Diren! (orijinal adıyla Suffragette) kadın hareketinin önemli bir dönüm noktasına odaklanıyor: Kadınların oy verme mücadelesine. Carey Mulligan, Helena Bonham-Carter, Meryl Streep, Brendan Gleeson ve Ben Whishaw’un da dahil olduğu kadrosu ile film 15 Ocak’ta Türkiye’deki seyirciyle buluşmaya hazırlanıyor. İngiltere’de 1910’lu yılların başlarında geçen film, sanayi devriminden sonra zor koşullarda büyük emek harcayan ancak maddi karşılığını çok da alamayan kadınların hikayesi etrafında, kadınların da erkeklerle eşit olduğunu ve kadınların da erkekler gibi oy kullanmaları gerektiğini savunan süfrajet hareketini anlatıyor.
Film, Türkçe adından da anlaşılacağı gibi bir direnişi tasvir ediyor ama yönetmenin yanlış tercihleri ve senaryodaki zayıflık sebebiyle bir direniş filmi olmayı başaramıyor. Dönem filmi yapmanın en zorlu yanı şüphesiz atmosfer yaratmaktır. Seyirciyi filmin geçtiği yıllara götürebilmek ve film metni düzleminde filmi inandırıcı kılabilmek önemlidir. Sarah Gavron’un mizansen kurma ve sahneleme becerisinden yoksun olması, filmin doğru atmosferi yaratmasını engelliyor. Yönetmenin ısrarla kullandığı kapalı kadrajlar ve dar açıların buna sebep olduğu söylenebilir. Kapalı kadrajların ve dar açıların dramatizasyonu güçlendirmesi ve metni duygusallaştırması da filmi ana akımın kalıplarına iyice sokuyor. Filmi, bir direniş filmi olmaktan uzaklaştıran yanı tam da burası. Uzun çekimler ve açık kadrajların düşünceli seyirciye açtığı alanı, yönetmen böylece peşinen kapatmış oluyor. Ana karakter Maud (Carey Mulligan)’un süfrajet hareketine katılmasıyla filizlenen olayların, kadınların haklı mücadelesine evrileceği yerde, Maud’un kişisel trajedisini öne çıkartıyor ve kapalı kadrajların metni duygusallaştırması filmi sosyal bir meseleye odaklanmaktan çıkartıp kişisel bir drama çeviriyor. Maud’un kadın hareketine katılma sürecinin anlatıldığı sahnelerin de inandırıcılıktan yoksun olduğu söylenebilir. Maud’u harekete katılmak için güdüleyen olayların yapaylığı ve arka arkaya gelen tesadüfler zincirinin bu yoksunluğu beslediğini düşünüyorum. Burada elbette zayıf olan şey senaryo. Senaryonun tesadüflere ve klişelere bu kadar sıklıkla yaslanması da bu yoksunluğa sebep olmuştur denebilir.
Carey Mulligan’ın güçlü oyunculuğu ve diğer oyuncuların başarılı performansları –kısa bir sahne de olsa Meryl Streep’in görkemli konuşması- filmi ayakta tutuyor. Filmi görmeye değer kılan, oyunculardan ziyade değindiği konu. Kadınların özne olma mücadelesinin önemli bir ayağını konu edinmesi filmi cazip kılıyor. Kadınları erkeklerin temsil ettiği dünyada süfrajet hareketinin on yıllar süren mücadelesi filme ilham veriyor. Devlet erkiyle kolayca özdeşleşebilen erkeklerin sözlü ya da fiili her türlü şiddetine maruz kalan kadınlar, yılmadan mücadeleye devam ediyorlar. Yasaya saygı duymak yerine yasayı saygı duyulacak hale getirmeye çalışıyorlar. Kadınların çocukları üzerinde yasal bir hakkı olmadığı, oy veremediği, erkeklerle aynı işi yapsalar da onlardan daha az maaş aldıkları ve henüz kocanın bir efendi gibi her konuda söz hakkını elinde bulundurduğu bir dönemde, bu mücadele daha da anlamlı hale geliyor. Nitekim süfrajet hareketinin yılmadan verdiği mücadele, pasif direniş, iş bırakma, açlık grevleri, anarşist eylemlerle devam ediyor ve seslerini duyurana kadar durmuyorlar. Sonuçta zafer kaçınılmaz oluyor ve hareket kıta Avrupa’sında ve tüm dünyada yankı buluyor. Kısa bir süre sonra kadınlar oy verme hakkına kavuşuyorlar.
Filmin finalinde kronolojik olarak kadınlara oy verme hakkı verilen ülkeler sıralanıyor. Neredeyse yüz yıla yayılan bir kronoloji bu ve en son Suudi Arabistan’da 2015 yılında kadınların oy verme taleplerinin görüşüldüğü yazıyor. Filmin bu örtük mesajı adeta süfrajet hareketinin bir başlangıç olduğunu, mücadeleye devam edilmesi gerektiğini söylüyor.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mezunu. Marmara Üniversitesi iletişim Fakültesi’nde Sinema yüksek lisansını tamamladı. Sinema Kafası’nda başladığı film eleştirilerine Cineritüel sitesinin yanı sıra Dipnot Dergisi’nde film eleştirileri ve makalelerini yayınlayarak devam ediyor.