Serbest Gezen Organik Kapitalizmin Sinemada Temsili

Serbest Gezen Organik Kapitalizmin Sinemada Temsili

Share Button

Amerikan kimya devi DuPont şirketinin tarımsal böcek zehiri olan pesticide üretiminde en önemli maliyet kalemlerinden birini çevresel yükümlülükler oluşturuyor. Bu yükümlülüklere ait maliyetin, zehrin toplam üretim maliyetinin yüzde yirmisine denk geldiği bilgisi ise dikkat çeken bir diğer husus.[1] Şirket adına acı verici bir yük olsa gerek.

Akıllı telefon sürümleri gibi sürekli bir üst modelinin geleceği artık aşikâr olan içinde bulunduğumuz Endüstri 4.0, Endüstri 5.0 döneminde, üretim tedarik zincirine bağlı ortaya çıkacak “ürünün” insanlığa vereceği faydadan çok maliyetinin nasıl düşürüleceğine dair bir savaş veriliyor. Bu savaşı kazanabilmenin tek yolu ise sürdürebilirlik adına yapılan düzenlemeler; ekonominin, siyasi iradenin ve tabii ki çevrenin sürdürülebilirliği. Daima ileri. Pozitivist aklın hız ve irtifa kaybetmemek adına duygu ve inanç yüklerinden bir meditasyon “matında” kurtulabildiği ticari istikamet yani.

Vadedilmiş Topraklarda Hayat Ağacı

Gus Van Sant’ın yönettiği ve başrolünü Matt Damon’un üstlendiği Promised Land (Kayıp Umutlar, 2012) filmini izlerken aklımda bu kalkınma yarışına dair pek çok soru beliriyor. Filmdeki karakterlerimiz maaşlarının belki de milyonlarca katı üstündeki bir ekonomik etkenin belirleyicisi konumunda. Dünyadaki pek çok beyaz yakalı gibi. Ülkenin önde gelen enerji şirketlerinden birini temsilen A.B.D. taşrasındaki bir kasabada tespit ettikleri doğalgaz kaynaklarını tatlı dil, güler yüz ve bol vaatle ele geçirmenin peşindeler. Amaca ulaşmak için ilk basamak toprak sahiplerinin evlerini ucuza kapatmak. Yani maliyet kalemlerini asgaride tutmak. Yöre halkının ise çok yakın zamanda sert bir ekonomik darbe almış olması nedeniyle zayıf noktaları, tabii ki kendi yaşamsal sürdürülebilirlikleri. Fakat eski Boeing mühendisi, şimdinin ise taşra öğretmeni idealist Frank Yates (Hal Halbrrok), bu ihtimale tek başına karşı çıkacak. Ekolojik savaş başlasın. Gerisi Hollywood klişeleri ile dolu mutlu son. Film finalinde bize birikim yapmak, elde ziyadesiyle meta tutmak ve sahip olmak gayesinin sınırsızlığı ile doğal olanın sınırlılığı arasındaki kaçınılmaz gerilimi gösteriyor.[2] Günümüz ekoloji krizinin başlıca sorumlusu olan kalkınmanın birikim yani mülklenme, paralanma üzerine kurgulanması gerçeğini. Kalkınma, istikrar ile özdeş. Bu da ekonomik istikrarın sürdürülebilirliği ile doğanın devamlılığı ilişkisinde kolektif bir bağımlılık yaratıyor. İşte ekonomik rasyonalite. Ne hazindir, ülkemizdeki Kanal ve benzeri kalkınma projelerindeki amaç da yine bu doğrultuda ilerliyor. Toplum kendisine faydalı olabilecek olanı seçemiyor, akledemiyor ve sahip olduğu yegâne dünyevi varlık olan arazisini belki de sonrasında oluşacak değerinin çok daha altında elinden çıkarmak durumunda kalıyor.

Pozitivist aklın elinde tuttuğu kapitalist yörünge, ekolojik savaşı bile güzel bir ambalajda bizlere satabilir. Avatar filmi (2009) bu güzel ambalajlardan yalnızca bir tanesi. Hikâyedeki yerliler tarafından hayat ağacı olarak adlandırılan kutsal metanın altında bu sefer doğalgaz olmasa da yine çok değerli bir element bulunmakta. Filmdeki baş kahramanımız bir müddet sonra Promised Land filmindeki Mat Damon’un canlandırdığı karakterin kaderine benzer şekilde ikili oynayamayacağını idrak ederek tarafını yerli halkın safında belirleyecek. Avatar, yüzeysel bir şekilde değindiği ekoloji savaşında siyasal erkin mevcudiyetini sorgulamaktan kaçınır. Zaten filmin dört yüz milyon dolara mal olmuş bir bacasız sanayi örneği olduğu düşünüldüğünde, izlediğiniz şeyden alabileceğiniz en iyi sonuç sermaye-ekoloji endüstrisi iş birliğidir. Avatar, yönetmen James Cameron’un deyimi ile kullandığı teknolojik aygıtlardan kaynaklı bir sinema devrimi gerçekleştirmiş olabilir fakat günün sonunda amaç seyirciye tatlı bir rüya gördürmek ise bu sadece pahalı bir yöntemden ileri gidemez. Kapitalist rasyonalitede Avatar filminde olduğu gibi ekolojik hareketi temsilen çevreci enstrümanlar ön plana çıkartılır. Burada ortaya çıkartılan amaç, çevreyi yok eden/edecek aklın bir ürünü olan çevre korumacılığı ile ilintili ekolojist gündemin yerleşmesini geciktirmek ve kamuoyunu oyalamaktan ibarettir.[3]

Ekolojist ideayı tek bir ideolojik tavır içinde değerlendirmek tabii mümkün değil. Yeşil anarşizm, radikal ekoloji, ekososyalizm, ekofeminizm ve hatta spiritürel hareketler, new age tarikatlar bu düşüncenin farklı temsil kolları.[2] Her birinin de kendine göre derinlikli manifestoları mevcut. Fakat karşıt güç kapitalizmin yer aldığı bir diyalektikte ekolojik varım isteği çoğu zaman The Beach (Kumsal, 2000) filminde tasavvur ettirilen dünyaya çıkıyor. Yani heterojen bir topluluğun kendini dünyadan soyutlayarak (teknolojiden, ekonomik aygıtlardan ve adli sistemden)izole bir kara parçasında kendi düzenini kurma hevesi. Nitekim günümüz dünyasında bunun örnekleri mevcut. Fakat filmimizde Leonardo Di Caprio’nun canlandırdığı karakter örneğinde olduğu gibi sistemin içerisine tepeden düşen bir yabancının özenle oluşturulmuş bu steril ortamın nimetlerinden faydalanması, akabinde canının sıkılması ve topluluk içerisinde bozulmalara, sistemin çökmesine sebebiyet verecek olması, insanın doğa ile iletişim kurması için kitlesel bir harekete ihtiyacı olmadığı gerçeği ile bizi karşı karşıya bırakıyor. Ormanlar ve denizler her yerde.

Fakat bireysel olarak doğa ile bağ kurma hevesi de çoğu zaman ambalajında “organik ürünlerin” tüketiminden öteye gidememekte. Günümüzün üretim yapısını düşündüğümüzde sınırlı olanın değerli olması ve bu sınırlı olanın ancak dar bir kesime ulaşabilmesi diğer bir sorunsal. Kapitalist düzende ekosistem devamlılığının, doğal olana yönelik arz-talep dengesinin eşit olmayan bir şekilde devam ettirilmesine ihtiyacı var. Kısaca, mevcut ekonomik ilişkilere dayalı bir çevresel politika ile mekânda ve insanlar arasında eşitsizlik üreterek varlığını ikâme ettirmek, toplum genelinde “sıfır büyüme” yaklaşımını geliştirmek demek.[4] Bu bağlamda Okja (2017) iyi bir inceleme örneği.

Güney Koreli yönetmen Joon-ho Bong’ın ses getiren filmi Okja, hemen giriş sahnesinde medyanın kapitalist sistemin en kullanışlı aygıtlarından birisi olduğunu organik et ürünü lansmanı ile teşhir ediyor. Tilda Swinton’ın etkileyici CEO Lucy Mirando performansı, Mirando gıda şirketinin yıllardır ürettiği GDO’lu yiyecekler ve zehirli atıklardan kaynaklı imajını düzeltmek üzerine kurulu.

Mirando Şirketi Şili’deki bir çiftlikte mucizevi bir şekilde keşfettiği (tabii ki laboratuar ürünü) süper domuz yavrusunu serbest gezen tavuk misali tamamen doğal yollardan çiftleştirerek başarılı bir şekilde çoğaltır. Toplamda yirmi altı adet süper domuz yavrusu elde eden firma, bu yavruları on yıl boyunca doğal yollardan yetişmesi için yirmi altı farklı ülkedeki lokal çiftçilere gönderecektir. Fakat tam da burada seyirciye ilk subliminal hasar verdirilir. The Economist dergisi Dünya Bankası’nın liberal baş ekonomisti Lawrence Summers’ın kapalı bir etkinlikte “kirli sanayi ve gıda üretimine yönelik etkinlikler göçünün özendirilmesi” önerisini ortaya çıkarmıştır. Çünkü sağlığı bozan kirliliğin maliyetinin ölçülmesi, artan hastalık ve ölümler nedeniyle elde edilemeyen kazançlara bağlıdır.[5] Üretim kanalları A.B.D. dışında herhangi bir lokasyonda yapılabilir. Bu nedenle A.B.D. dışında yirmi altı farklı ülke tercihi önemlidir.

Kahramamınız Mija (Seo-Hyun Ahn) işte bu yirmi altı farklı ülkeden biri olan Güney Kore’nin Seul şehrinin dağlık bölgesinde devreye girerek kendine emanet edilmiş akıllı süper domuz Okja ile güçlü bir iletişim örneği sergileyecektir. Yani doğa ve canlı ile kurulması tavsiye edilen bağ. Onuncu yılın sonunda hayvanının elinden alınmasını kabullenemeyerek (aslında herhangi bir çocuk için bu bir köpek veya kedi de olabilirdi) gerçek bir organizasyon olan Hayvan Kurtuluş Cephesi (Animal Liberation Front) marifeti ile kapitalist düzene karşı ekolojist bir savaşın içerisine ön cepheden giriverecektir. Bu arada Greenpeace’in Amsterdam Borsası üzerinden geçmiş tarihlerde “farklı bir şey deniyoruz” diyerek Shell ve BP hisselerinden satın alarak yönetim kurulu üyeliklerine girmesinin güldürüsünde, Animal Liberation Front’un hangi mali kaynaklarla eylem gerçekleştirdiği de farklı bir yazının konusu.

Okja filminin finali, mevcut düzenin bir şekilde devam edeceğini ve bizim bunu değiştiremeyeceğimiz algısını oluşturur. Fakat artık “evcil” hayvanımız Okja, evlerimizdeki çocuklarımız ağlamasın diye bu düzenden çekip çıkarılmıştır. Finalde verilen mesaja istinaden birazcık da Žižek’e kulak vermekte fayda var.

“2008 Temmuz’unda, CNN’de devamlı dönüp duran bir “Grönland’ın Yeşillenmesi” (The Greening of Greenland) haberi vardı. Haber büyük bir sevinçle, eriyen buzulların Grönlandlılara yeni fırsatlar yarattığını duyuruyordu: İnsanlar şimdiden açık alanlarda sebze yetiştirebiliyorlardı vs. Bu haberin tek rahatsız edici yanı, küresel bir felaketten doğacak önemsiz bir kârı odağına alması değildi; haber aynı zamanda, kullanageldiğimiz “green” sözcüğünün çift anlamlılığından da nemalanıyordu (hem bitkilendirme hem de ekolojik bağlamdaki “yeşil” anlamında). Böylelikle küresel ısınma sebebiyle Grönland topraklarında daha fazla bitki yetişebilmesi ile ekolojik farkındalığın artması arasında ilişki kuruyordu. Bu olaylar, Naomi Klein’in, Şok Doktrini kitabında bahsettiği, küresel kapitalizmin “eski usul” sosyal kısıtlamalardan kurtulmak ve geçmişe sünger çekip planlarını sıfırdan uygulamaya koymak için felaketlerden (savaşlar, politik krizler, doğal felaketler) nemalandığına ilişkin tespitlerinde ne kadar haklı olduğunun bir göstergesi değil mi?” [6]

Sinema adeta bir rüyanın izdüşümü. Ülkemizde de yönetmen Semih Kaplanoğlu kendi eserlerinde bu izdüşümün iyi temsilcilerinden. İnsanın doğa ile kurduğu bağı tantanaya girmeden ifade edebilmek, gerçek bir arayış içerisinde olana en güzel kılavuz. Nitekim Yumurta‘da (2007) kentli Yusuf’un (Nejat İşler) hiddeti sonucu taşrasından kaçmak üzereyken karşısında beliren köpeğin bir nevi onu durdurarak şehre yani kendinden uzaklaşmasını engellemesi, Süt’te (2008) Yusuf’a (Melih Selçuk) görünen balığın onu bir başka adamla evlenmek isteyen annesine taş atmaktan alıkoyması ve Bal’da (2010) Yusuf kıssasından yola çıkılarak Yusuf karakterinin (Bora Altaş) kıyısına geldiği nehrin suyundaki yansımada karşı tarafta beliren ceylan sayesinde babasının gittiğini hayal ettiği cenneti hissetmesi çok zarif betimlemelerdir mesela.

Sinema az önce de ifade ettiğim üzere bir rüyanın izdüşümüdür fikrinden yola çıktığımda Bal filmi Yusuf’un rüyası olan “oku” ile başlar ve Rimbaud’un şu şiiri ile devam eder:

“Mavi yaz akşamlarında, özgür, gezeceğim,
Ayaklarımın altında nemli, serin kırlar;
Başakları devşirip otları ezeceğim,
Yıkayıp arıtacak çıplak başımı rüzgâr.

Ne bir söz, ne düşünce, yalnız bitmeyen düş
Ve yüreğimde sevgi; büyük, sonsuz, umutlu,
Çekip gideceğim, çingene gibi, başıboş
Doğada, -bir kadınla birlikte gibi mutlu.”

Arthur Rimbaud, 20.04.1870

Kaynakça

[1]Clapp, J., (1998). “Foreign Direct Investment in Hazardous Industries in Developing Countries: Rethinking the Debate”, Environmental Politics, 7 (4), ss.92-113.

[2]Öztürk, A., (2007). “Postmodernizm ayracında ekolojist düşünce ve kapitalist rasyonellik üzerine”. Sivil Toplum Dergisi, 5 (20), ss. 3-16.

[3]Bahro, R., (1996). Nasıl sosyalizm? Hangi yeşil? Niçin tinsellik? (çev. T. Bora). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

[4]Pepper, D., (1996). Modern Environmentalism: An Introduction, Routledge, North Yorkshire.  

[5]Çoban, A., (2004). “Çok Uluslu Şirketler – Ekolojik Zarar İlişkisinin Ekonomi – Politiği” içinde M.C. Marin, U.Yıldırım (ed.) Çevre Sorunlarına Çağdaş Yaklaşımlar: Ekolojik, Ekonomik, Politik ve Yönetsel Perspektifler, İstanbul, Beta.

[6] Žižek, S., (2017). “Ekolojik Kıyametten Alınacak Dersler”, (çev. E. Sezgin), https://www.e-skop.com/skopbulten/ekolojik-kiyametten-alinacak-dersler-2017/5708

, , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir