Eylül, ekonomik çıkarlarından ve ticari itibarından başka hırsı olmayan kocasıyla mutsuz bir evliliği sürdürmek zorunda kalmış, orta yaşı biraz geçmiş güzel ama mutsuz bir kadındır. Kocasının sevgisiz ve umursamaz tavırlarının yanı sıra sürekli para ve iş hayatının konuşulduğu samimiyetsiz zenginler kulübü toplantılarından bunalan Eylül, biraz olsun nefes alabilmek ve kendiyle baş başa kalabilmek için Bodrum’a gider ve orada ressam Ali ile yolları kesişir. Yıllardır hasret kaldığı ve artık bulmaktan umudunu kestiği huzuru ve sevgiyi Ali’de bulduğunu sanan Eylül, Ali ile kısa ama unutulmaz bir aşk yaşar. Ancak Ali’nin de aslında kocası gibi ruhunu para hırsı bürümüş bir erkek olduğunu anlaması uzun sürmez ve bir kez daha yıkılır…
1980’li yıllar sinemamızda krizlerin yaşandığı, temasal ve içeriksel dönüşüm, değişim sürecine girildiği, çeşitli açılımların yaşandığı çok ilginç ve renkli bir on yıllık dönemdir. Bir açıdan bakıldığında sektörün çöktüğü ve bittiği, bir başka açıdan bakıldığında ise silkiniş ve yenileniş dönemidir. Bu döneme ait en belirgin ve iz bırakmış olgulardan birisi meşhur ”Kadın filmleri” furyası, akımı veya dalgasıdır.
80’li yılların kadın odaklı filmlerinin en baskın özelliği, 60 ve 70’li yılların kadın figürünü tersyüz etmesidir. Bu dönem filmlerinde geçmiş dönemin genelevde dahi çalışsa namus, fazilet ve saflık abidesi, öpüşmeyen, yatağa girmeyen, yemeyen, içmeyen, sürekli ağlamaya ve acı çekmeye programlanmış, ince hastalığa yakalanıp mendiline kan tüküren, aşktan başka hiçbir derdi olmayan, titrek sesli, boyutsuz, derinliksiz, şablon kadınlarının yerini en başta cinselliği özgürce yaşayan ya da yaşamak isteyen, arzulu, zaafları olan, toplumsal kimliğini sorgulayan, hak arayan, olumlu ve olumsuz yönleri ile gerçek ve yaşayan kadınlar almıştır.
Bu akımın öncüsü ve mimarı hiç kuşkusuz ”kadın filmleri yönetmeni” gibi payeyi de apoletinde taşıyan Atıf Yılmaz’dır. Usta yönetmen Müjde Ar, Hale Soygazi, Türkan Şoray gibi aktrislerin cesur oyunlarının da katkısıyla, ”Türkiye’de Kadın Olmak” sorunsalını mercek altına almış, fahişesinden entelektüeline toplumun çeşitli katmanlarında varolma mücadelesi veren kadınların cinsel ve duygusal açmazlarını ve önyargılarla mücadelesini beyazperdeye yansıtmıştır. Mine, Dağınık Yatak, Bir Yudum Sevgi, Dul Bir Kadın, Adı Vasfiye, Aaah Belinda, Asiye Nasıl Kurtulur?, Kadının Adı Yok, Ölü Bir Deniz, Düş Gezginleri gibi bir dizi nitelikli filmde keskin bir feminist tavır sergileyen Yılmaz, hem sinemada hem de toplumsal yaşamda kadın algısını tartışmaya açmış, sorgulamış, yenilemiş, ezberleri bozdurmuştur.
Şerif Gören de ustasına Güneşin Tutulduğu Gün, Gizli Duygular, Firar, Kurbağalar, On Kadın gibi filmleri ile nazirede bulunmuş, Fevzi Tuna da edebiyatçılarla işbirliği içerisine girerek Tutku, Seni Kalbime Gömdüm, Bir Kadın Bir Hayat filmlerini çekerek akıma dâhil olmuştur. Akım bir süre sonra alt kırılımlar yaşayarak kendi klişelerini oluşturmuştur.
Filmlere topluca yüzeysel bir göz gezdirilecek olursa; örneğin Müjde Ar’la Türkan Şoray’ın farklı tipte kadınları oynadığı görülmektedir. Ancak her iki oyuncu da kendi kulvarında sürekli ayni tipi canlandırmış ve bu tipler de kaçınılmaz olarak basmakalıplaşmıştır. Sözgelimi Müjde Ar soyunmaktan ve yatağa girmekten çekinmeyen, istekli, arzulu, daha cesur ve hakkını arayabilen bir tiplemedir. Duygularından çok mantığıyla hareket eder. Melankolik, aşk acısı çeken, mızmız bir kadın değildir. Türkan Şoray ise yazımıza esin kaynağı olan Seni Kalbime Gömdüm filminde de olduğu gibi daha muhafazakâr, hassas ve güçsüzdür. Ya da sinema yazarı İbrahim Altınsay’ın tabiriyle ”yazık olmuş kadın”dır. Cinselliği reddetmez, belirli bir seviyede yaşar ancak bu konuda Müjde Ar kadar radikal ve istekli değildir. Ne de olsa Türkan Şoray olmanın dayanılmaz ağırlığı ile geçmişten gelen geleneksel bir ağırlık mevcuttur. Hatta daha ileriye giderek diyebiliriz ki geçmişteki kadınlardan tek farkı sadece cinsellikten soyutlanmamış olmasıdır. Ama değişmeyen tek gerçek şudur: O bir aşk mabudesidir.
Son tahlilde, Türk Sineması’ndan günahıyla sevabıyla bir kadın filmleri rüzgârı esmiş geçmiş, geniş yankı bulmuş, bir kuşağı derinden etkilemiş, günümüzün modern ve dinamik sinema anlayışının şekillenmesinde esin kaynağı ve model olmuştur.
Konuk Yazar: Yalçın ENGİN
Cineritüel’e yazıları ile katkıda bulunan konuk yazarlarımızın ortak hesabıdır.