“Dünya kendi ekseni çevresinde batıdan doğuya doğru döner. Buna Dünya’nın günlük hareketi denir.”
Reha Erdem’in yönetmenliğini yaptığı Beş Vakit filmi için, köyde geçen, doğal bir yaşantının içerisinde, çocukların büyüklerine, oğulların babalarına, kızların annelerine karşı ödipal kıskançlık tavrı içerisinde bulundukları söylenebilir. Film, kendine has bir zaman algılayışı içerisinde beş vakte bölünmüş bir günü yaşayan ailelerin, gündelik yaşam pratiklerine yansıyan; masumiyetin yitirilişi, ataerkil iktidar ve doğaya yabancılaşma gibi sorunları “üç kuşak ekseninde” çocukların gözünden izleyiciye sunmaktadır.
Filmin konusu; sırtını yüksek kayalıklara dayamış, yüzünü yüce bir denize dönmüş, etekleri zeytinliklerle süslü, küçük, fakir bir köyde geçen yaşamdan bahsedilmektedir. Köyün sakinleri sert bir coğrafyayla başa çıkmak için uğraş veren, sade ve çalışkan insanlardır. Zaman her gün ezan sesiyle beş ayrı vakte bölünür. İnsana özgü bütün olaylar her gün bu beş vakit dilimi içinde yaşanır. Yetişkinler, büyüklerinden gördüklerini çocukları üzerinde devam ettirirler. Sevgilerini beceriksizce gösterip, dayağı cennetten çıkma sayarlar. Babalar daima oğullarından birini ötekine üstün tutar. Anneler kızlarına acımasızca iş buyurur. Çocukluktan gençliğe geçen 12-13 yaşlarında üç çocuk, Ömer, Yakup ve Yıldız bu beş vakitli filmde, köy sakinleri arasında öne çıkar. Beş vakit geçer ve çocuklar bu küçük köyde öfkeyle suçluluk arasında gidip gelerek, ağır ağır büyürler.
Film, evinde hasta yatan babasına sırtını dönük dışarıda oturan Ömer’in, köyün zamanla tek ilişkisi olan beş vakitten “yatsı”yı köylüye bildirmek üzere yola çıkışıyla açılır. Doğa ile ailelerinden daha çok ilgili gözüken Ömer ve Yakup’un gece gökyüzüne bakarken, filmin bir diğer kahramanı Elif’in sesini duyarız.
Erdem, filmde üç çocuğun hikayesini anlatıyor. Film, dini bir metafor olan beş vakitle, beş ayrı sekansla bölünüyor. Taşranın en küçük birimi olan köyde; aile, anne-kız, baba-oğul gibi kavramları sorgulatıyor. Reha Erdem’in sinemasından alışık olduğumuz ebeveynleriyle; ataerkil otoriteye karşı öfkesi olan insanları anlatıyor. Aynı zamanda yine alışık olduğumuz bir kavram olan taşrada zaman; mevsimlerin, gecenin ve gündüzün ritmine göre yaşanıyor.
Toplum, bireyin rolünü belirlemek için oluşan bir örgütlenmedir. Aile bu örgütlenmeyi denetleyen kurum olarak bilinmektedir. Toplumun peşinden giden bireyse, kendi kişiliğini ortak amaçlar için unutan ve artık davranışları başka standartlar tarafından belirlenen örgütlü yapının parçasıdır. Sistem basittir. Yaşın, cinsiyetin, konumun neyse o şekilde davranmak zorundasın. Eğer farklı olursan toplum bir şekilde seni cezalandırır.
Köyde yaşayanların tüm kişilik özellikleri, yaptıkları işlere yansımaktadır. Yıldızın babası ile amcasının ürettikleri duvarlar bile birbirlerinin otorite karşısındaki tutumlarını yansıtmaktadır. Yıldızın babasının yaptığı kurallara daha uygundur, amcasının duvarı ise disiplinsiz olduğu için formu bozuktur. İlerleyen sahnede oğullarda babaları tarafından işlevsel değil uygar forma uygunluğu oranında sevilecekler ya da azarlanacaklardır. Film kıstasında da verildiği üzere çocuklardan büyük olanlar; azarlanan, itilen, hor görülen evlat olurken, küçük olanlar; sevilen, daha çok kayırılan, sürekli takdir edilen olurlar. Bu durum da çocukların ailelerine, yani yakın olarak görülebileceği hem cinslerine karşı kin ve nefret duygusu beslemelerine sebebiyet vermektedir.
Yönetmen, insanın kendinden önceki dönemlere atıfta bulunan uygarlığı temsil eden pastoral yaşam içerisinde başlayan doğa ve insanın yabancılaşmasını sorgulamaktadır. Bu konudaki tavrını henüz uygarlık aşamasında doğanın tarafında kalmayı seçip, otorite olarak ailelerine başkaldıran “ehlileşmemiş” çocuklar yoluyla ilerleme fikrini ve doğadan uzaklaşmayı eleştirmektedir.
Çocukların da gökyüzüne ve doğa ile ilişkilerine baktığımızda, doğada bu tarz sınırlamaların olmadığını görürüz. Bu nedenle çocuklar büyüklerinin kurduğu bu varsayımsal dünyaya uyum sağlamakta zorluk çekerler. Köydeki çocuklar henüz egemen ataerkil değerler ve uygarlaştırılma süreçlerinin başında oldukları için doğa ile çok daha bütünlüklü ve uyumlu bir ilişki içerisindedirler. Babalarının kendi babalarına ve oradan kendilerine ulaşan “disipline etme tavrına” karşı doğaya sığınmaktadırlar.
Bir diğer ailede, büyük babanın, oğullarından taş kaplanmış tarlayı düzenleyeceklerine dair bir söz aldıktan sonra bir atın sesini duymamız, insanın doğa karşısındaki evcilleştirici tavrının kökenlerini hatırlatır.
1.Ömer
Filmde ilk tanıdığımız karakter olan Ömer, yalnızca babasıyla değil annesiyle de alışık olduğumuz türden bir ilişki kuramamaktadır. Ömer içinde bulunduğu durumun sorumlusu olarak ve aynı zamanda iktidarı ve geleneksel otoriteyi simgeleyen babasının ölmesini istemektedir. Ancak buradaki öldürme ödipal bir kompleksle anneye kavuşmayı değil, doğaya kavuşmayı ifade eder. Baba tüm gücüyle insan gelişmişliğini ve kültürü temsil etmektedir.
Film, Ömer’in babasına karşı duyduğu ödipal çatışması üzerine kuruluyor. Ömer’in birey olma ya da başka bir deyişle büyümeye başlaması filmin temel söylemi haline geliyor. Ömer’in babasına karşı duyduğu nefret filmde en çok yemek yediği sahnede doruğa çıkarken; onun için iktidar olan babası yok edilmesi gereken bir nesne haline geliyor. İmam olan babasının dinle yakınlığından dolayı da dine karşı bir tutum sergilemesiyle; birey olması için mutlaka gereken toplumun kurumlarına bağlılık olgusu yok oluyor ve bir nevi Ömer’in yine toplumsallaşmasındaki en önemli engel babası oluyor.
Ömer’in babası, oğlunun yaptığı ödevleri beğenmez ve onun yazılarının tertipsizliği ile suçlar. “Yazı”nın cinsel kimliği erkek otoriteyi simgeler. Ömer bu noktada eril uygarlığa tepkisini gösterir. Babasının cezalandırmalarından sonra ödipal bir biçimde anneye değil “dişi” olarak doğayla bütünleşmeye çalışır. Ömer’in kardeşi ise, babasının sorduğu tüm varsayımsal gerçekliklere gönderme yapan matematiksel sorulara verdiği cevaplarla, ne kadar uyumlu olduğunu gösterdiği oranda sevilmektedir. Bu durum baba figürünün yarattığı ayrımın en çıplak örneğini temsil etmektedir.
Evin duvarları da çocukların ruh hallerini izleyiciye yansıtmaktadır. Ömer, ailesi yemek yerken duyduğu rahatsızlığın ardından odayı terk ettiğinde, arkasındaki duvarın çatlak ve pürüzlü olduğunu görürüz. Duvardaki pürüz, Ömer’in parçalanmış ruhunu temsil etmektedir burada.
Çocuklar, kara saban ile başlayan insanoğlunun doğa üzerindeki egemenlik mücadelesi ve gelişim serüveni içerisinde kendilerine bir yer bulamazlar. Onlar otoriteyi yıkıp doğa ile bütünleşmek isterler.
2.Elif
Çocukların aileleri, evlatlarının doğa ile kurduğu ilişkiyi beğenmezler. Elif’in annesi “kızı haliyle dağlarda gezdiği” için otorite olarak babasından disipline edilmesini ister. Baba ise, annenin şikayetlerini önemsememektedir. Çünkü babaya göre “Elif” onun bi tanesidir, en sevdiğidir. Bu sebeple annenin şikayetlerini anlamsız bulmaktadır.
Yıldız, babasına karşı büyük bir aşk beslemektedir. Babasıyla annesinin cinselliğini duyduğu sahnede ağlamaya başlaması; bu aşkın ilk işareti oluyor. Elektra kompleks olarak bilinen bu süreçte kızın babasına aşık olması; annesini kıskanması ve onu rakip olarak görmesi süreci Yıldız karakteriyle öne çıkarken; Yıldız’ın toplum kurallarına göre yaşaması için verilen görevlere karşı (bebeğe bakması, ev işlerinin yaptırılması) bebeği düşürdüğü sahnede bu kurallara henüz uygun olmadığını gösteriyor. Ona verilen görevleri yerine getirememesiyle de son kahramanımız da toplumsallaşmasını yerine getiremiyor. Her karakterin bu anlamda bireylik yitimi dediğimiz sürecin gerçekleştiği yani toplumsallaşamayan bireyin ölümü -mizansen anlamında aşağıdaki karede görüldüğü gibi- doğanın içinde sembolik anlamda veriliyor.
3.Yakup
Yakup, ödipal çatışmasını annesini kıskanması üzerine değil babasından öğretmenini kıskanması üzerine kuruyor. Kendisi için bir rüya, düş, aşk simgesi olan öğretmeni; babası için taşranın meşru cinsel objesi olan; dışarıdan gelen olanla bütünleşerek, Yakup’un babasına karşı duyduğu nefrete dönüşüyor. Böylelikle Yakup içinde babası bir engeldir ve yok edilmesi gereken bir nesnedir. Ömer’in babası için yaptığı planları o da düşünmeye başlıyor. Babası tamamen onun bu hayallerini yok edecek unsur olarak görülürken; hocasının kanını elinde tutarken babasının elini yıkamaya zorladığı sahnede bu yıkım doruğa ulaşıyor.
Bir yandan da dedesinin tarla yüzünden babasına vurmasına üzülüp babasının peşinden gitmiştir. Babasının ağladığını görmesi üzerine onu yalnız bırakmayı tercih etmiştir. Bu sahneyle, büyüklerin de anne ve babaları olduğu müddetçe çocuk kalacağını, her büyüyen çocuğun da şikayet ettiği büyüklere benzeyeceği verilmiştir aslında.
Sonuç hep aynıdır. Birey olarak toplumun kurallarına karşı çıkışın sonu yine o sürüye katılmaktan geçmektedir. Farklı olmak isteseler de toplumun en küçük birimi olan aileyle yaşanılan çatışmanın sonucu; yine o ailenin üyesisindir. Bu anlamda kültürü nesillere aktaran aile, toplumun ona verdiği görevi yerine getirmiş olur. Kültürde böylelikle tüm karşı çıkışlara rağmen geleneklere aktarılır. Beş Vakit’te, toplum olarak bireyi ehlileştirmede en önemli silah olan vicdan kavramına, Ömer’in ağladığı sahneyle birlikte şahit oluruz. Yönetmen filmiyle sürüye katılmak istemeyen ancak sürünün bir parçası haline gelen çocukları anlatırken; toplum kavramını, aidiyet duygusunun zorla inşasını seyircilerine sunuyor.
Filmde büyükler iki yüzlü davranmaktadır. Kendi çocuklarına acımasızca davranan ebeveynler, Ahmet’in, çoban Ali’yi fıstıklarını çaldığı gerekçesi ile dövmesi üzerine kahvede toplanıp Ahmet’ten hesap sormuşlardır. Başta Ömer’in babası İmam olmak üzere, Ahmet’e çocuklara nasıl davranılması gerektiği anlatılmıştır.
Filmde cinsiyet farkına da yer verilmiştir. Köy ortasında çiftleşen eşeklere erkek grubu gülerek bakarken ve bundan keyif alırken, kız grubu hoş olmayan bir görüntü olduğunu dillendirmektedirler. Amcasının kızı olan Yıldızı, kendinin eğlendiği karşısında gören Yakup ise, Yıldızı şiddetli bir biçimde uyararak bakmamasını söyler ve taş fırlatır. Bu durum erkeklerin çocuk yaşta da olsa kadınlara karşı ezici bir biçimde yetişmelerinin göstergesidir.
Çocuklar aynı gece yaşadıkları ayrı ayrı sıkıntılar nedeniyle kendilerini pastoral yaşama bırakıp doğayla kucaklaşmışlardır. Sıkıntılarını boşluğun alacağı inancındadırlar.
Filmin bilinen içeriği nasıl anlattığı çok önemli. İleti veya içerik genel, anlam ise özel; çünkü bilinen içerik yeni bir düzenleme içinde.
Bilinen içerik bilinmeyen bir biçimle sunuluyor. Renkler, alıcı devinimleri, açılar, görüntü düzenlemeleri, kurgu gibi öğeler Beş Vakit’e özgü; bu öğeler başka filmlerle, başka filmler de başka içeriklerle buluşabilirler.
Lise eğitimine başladığından beri Gazetecilik ve Radyo-Televizyon ve Sinema okumaktadır. Doktora eğitimini de bu alanda yapmaya devam etmeyi planlıyor. Çalışma hayatına gazetecilikle başlayıp sinemayı da beraberinde devam ettirmiştir. 8 yıl Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde ve sinema filmlerinde reji asistanı olarak çalıştı. Çektiği kısa metraj filmler pek çok festivalin yarışma bölümünde yer alıp gösterimleri gerçekleştirildi. Bu festivallerden ödülleri de bulunmaktadır. Kendi blogunda yazdığı yazıların ardından kurulduğundan beri Cineritüel’de sinema üzerine yazmaya devam etmektedir. Uzmanlık alanı Türkiye Sineması olup, absürtlük ve komedi favori dallarıdır.