Andrzej Zulawski’nin sinemada beslendiği damarlar klasik yöntemlerin bir hayli uzağında seyrediyor. Yönetmen, imgeler vasıtasıyla özellikle bedenle kurduğu ilişki yer yer hastalıklı bir boyuta ulaşırken, tutku, ihanet ve saplantı gibi dürtülerin üzerine giderek yapıbozumcu ve oldukça rahatsız edici filmlere imza atıyor. Zulawski’nin fantastik ve korku öğelerini sürreal bir atmosferde birleştirdiği kült filmi Possession (Saplantı) kendi sinemasının tüm dinamiklerini başarıyla kullandığı sarsıcı bir film.
Possession resmi görevi bitiminde Batı Berlin’deki evine dönen Marc ile kendisini terk etmeye hazırlanan karısı Anna’nın çökmekte olan evliliklerine odaklanır. Anna’nın ayrılmak için geçerli bir mazeret sunamaması, -küçük oğluyla bile ilgilenmez- Mark’ın olayı araştırmasına sebep olur. Anna’nın sevgilisine ulaşan Mark onun da karısından uzun süredir haber alamadığını öğrenir. Karısının peşine düşen Mark olayın daha karanlık ve doğaüstü boyutlarda olduğunu öğrenecektir.
Zulawski Saplantı’da lineer bir olay örgüsünden çok anlatısını sürrealist anımsamalar şeklinde kuruyor. Kullandığı metaforlar ile yerleşik olan sistemi yapıbozumcu bir şekilde yerle bir eden yönetmen, neredeyse vahşet tiyatrosuna özgü grotesk söylemin evcilleştirilmiş bir psikolojik drama şeklinde ilişkilere yönlendirmesiyle, izleyiciyi farklı düşüncelere sevk ediyor. Mark ve Anna’nın birbirlerine olan tutkularının farklı bir formda devam etmesi, ayrılığın tam olarak gerçekleşmemesinden kaynaklanan arafta kalma durumu, depresyon ve kendi bedeni tüketmek üzerinden okumalara açık olan film, gerçekliğin algısıyla da başarıyla oynuyor. Zulawski doppelganger (çift gezer) yardımıyla iyi-kötü / hastalıklı-normal olanı aynı potada eritiyor. Anna’nın hem fiziki hem de ruhsal olarak savaşmak zorunda olduğu yaratık / öteki sistematik olarak filmin gerilim atmosferini beslerken diğer taraftan da üstü örtülen sorunların metaforu olarak karşımıza çıkıyor.
Berlin’in sokaklarını ve metruk evlerini ürkütücü atmosferde birleştiren Saplantı, oyuncuların histerik performanslarından güç alır. Sam Neil’in iç konuşmaları, akıl sağlığını koruma çabaları ile Adjani’nin metrodaki histeri krizi ve yaratıkla sevişme sahneleri gibi sınırlarda dolaştığı oyunculukları, filmin tedirgin edici atmosferini besler. Zulawski, izleyiciyi rahatsız etmekten çekinmemesi ve oldukça karanlık yapısı ile kolay kolay beyazperdede göremeyeceğiniz bir filme imza atıyor.
Not: Bu yazı ilk olarak 10.08.2014 tarihinde Evrensel Gazetesi Pazar Eki’nde yayınlanmıştır.

İşletme ve Finans lisans mezunu, Sosyoloji öğrencisi. Kendi blogu ve DVD+ dergisi forumundan sonra sinema yazılarını yayınlamaya Sinemaximum sitesi ile başladı. Daha sonra yaklaşık 2 yıl Türkiye’nin ilk online sinema dergisi Sinemalife’da Düş Perdesi ve Ev Sineması bölümlerini yürüttü. Kanal D Home Video DVD dergisinde yazdı. Temmuz 2013’de Cineritüel ekibine katıldı. Philip Morris Ezd kanalında Planlama ve Analiz bölümünde çalışmaktadır.
Adjaninin elinde sürekli alış veriş poşetleri olması dikkatinizden kaçmış sanırım. Ayrıca duvarda asılı olan gözleri ayrık birini boğuyor gibi görünen portre, ayrıca mark’ın da filmin başında karısının hayatında birisinin olmasını öğrendikten sonra ki kriz anları bunlarda önemliydi bence. Metroda ki histeri krizi ve düşük yaptım demesi içinde biriktirdiği evliliğininin kötü anlarının dışa vurumuydu. O canavar mitoloji de ki lilith değil mi sizce?