- Tahrip edilmiş bir dünyayı bizlere anlatan Plemya, izleyiciyi sarsmayı amaçlamış provokatif bir film, başarıyor da. Şiddeti ülkenin sancılarına paralel bir alegori şeklinde sunması ve çıkış yolu arayan gençlerin öfke dinamiklerini iyi yansıttığını söyleyebiliriz. Ancak hikâyedeki boşluklar ve dramatik virajların çok sağlıklı alındığını söylemek mümkün değil.
Günümüzde ne söylediğinden çok nasıl göründüğün, nasıl söylediğinin önemli olduğu bir imaj çağında, biçimin merkezde olduğunu söylemek doğru olacaktır. Her sanat dalında olduğu gibi kendine has bileşenlerin olduğu sinemada da biçimin önemini yadsımak mümkün değil. Biçimi ise görsel araçların kullanım tercihleri olarak tanımlayabiliriz. Bir anlatı aracı olan sinemada biçimi merkeze koymak ve anlatının merkezindeki dilin getirdiği imkânları hiçe saymak, kuşkusuz cüretkâr; ancak oldukça zorlayıcı bir deneyimdir. Cannes’ın Eleştirmenler Haftası’ndan ödüllerle dönen Miroslav Slabpshpitsky’nin ilk uzun metrajı Plemya (The Tribe / Kabile), yatılı bir okulda şiddet yüklü bir hikâyeyi, biçimi merkeze koyup izleyici ile arasında mesafe bırakarak anlatmayı çabalıyor. İşaret diliyle çekilen, herhangi bir altyazı ya da açıklayıcı metin içermeyen film, izleyicinin alışılagelmiş diyalog takibi mekanizmasını sarsarak, onu farklı düşünce prensiplerine ve detaylara yönlendiriyor. Bu sayede dış sesler, kaotik gürültüler ve beden dili anlatının merkezine oturuyor. Kabile’nin biçimin içerisinde derdini ne kadar başarıyla anlattığı tartışmaya açık; ancak provokatif yapısının ve içerisinde barındırdığı Ukrayna alegorisinin oldukça değerli olduğunu söyleyebiliriz.
Ukrayna’da sağır ve dilsiz yatılı okuluna gelen Sergey, çok geçmeden bazı öğretmenlerin de içinde olduğu ve büyük öğrencilerin başını çektiği kirli ilişkiler ağıyla karşılaşır. Hırsızlık, gasp, kadın ticareti gibi suçlara ve öğrenciler arasındaki sert hiyerarşik kurallara kısa sürede uyum sağlayan Sergey, bu yeni dünyanın parçası olmakta gecikmez. Sergey bir süre sonra, fuhuş yapmasına aracılık ettiği Anna ile yakınlaşmaya başladıkça işler kontrolden çıkar ve geri dönüşsüz bir şiddet sarmalına doğru ilerler.
Şiddet
Plemya’ya geniş anlamda baktığımızda karakterlerin tümünün şiddetin parçası olduğunu görüyoruz. Ve bu parçası oldukları şiddetten rahatsız olduklarını da söylemek mümkün değil. Zalimliğin geçer akçe olduğu bir dünyadayız. Ancak bu suça dâhil olma biçiminin ortama uyum sağlamak şeklinde basitçe açıklanamayacak bir olgu olduğunu da söylememiz gerekiyor. Şiddeti doğuran sebepler muğlâk olsa da, şiddet, tuhaf bir biçimde o karanlık dünyada var olma ya da oradan kurtulma çabasına hizmet ediyor. Şiddetin sonuçlarından olan hiyerarşik düzeyde güçlenmek, av konumundan çıkmak için tek çıkış yol olarak görünüyor. Şiddeti bir kaçış yöntemi olarak kullanmak, Miroslav Slabpshpitsky’nin ülkenin içinde bulunduğu çıkışsızlık hissine yaptığı vurgu ile örtüşüyor. Bu açıdan Kabile, bulunduğu ortamı düzeltmeye çalışmak yerine, onu sömürerek elde edilen bireysel gücü ve bu güçten faydalanarak ülkeden kaçış planları yapan bireylerin nabzını iyi okuyor. Ukrayna’nın içinde bulunduğu sosyolojik yapının izdüşümüne dönüşen bu şiddetin tetiklediği bireysel kurtuluş çabalarının geride bıraktıkları pisliğin görünür hale gelmesi, hatta yönetmenin bu eylemleri anlatırken dilin getirdiği konfor alanlarından uzak olması, insanların özündeki şiddet eğilimini net bir şekilde tanımlamaya yarıyor.
Diğer taraftan filmin içinde yaşanan şiddet patlamaları ile işaret dili kullanımı ile koparılan özdeşlik filmi izlemeyi oldukça zor bir deneyime dönüştürüyor. Ayrıca neden-sonuç ilişkisinin de filmde eksikli bir biçimde ortaya koyulduğunu söylemek gerekiyor. Sergey’in öfkesini de, Anna’yı kurtarma dinamiğini de tam olarak anlamak mümkün olmuyor. Bu da anlatının en fazla tökezlediği yer olarak göze çarpıyor. Yönetmen biçimi merkeze alıp, yabancılaşmayı öne çıkarırken, basit senaryo matematiklerinde kendini yeterli derecede ifade edemiyor. Bir anlamda makro planda bir ülke alegorisine dönüşen şiddet, mikro planda anlatılan bireysel hikâyelerde sadece bir öfke tezahürü şeklinde ekrana yansıyor.
Aşk
Filmin tanıtımlarına da yansıyan “aşk’ın dile ihtiyacı yoktur” söyleminin filmin en zayıf yönü olduğunu söylemek mümkün. Sergey’in Anna ile başladığı para karşılığı fuhuş ilişkisinin (ki öncesinde de Anna’yı pazarlamaktadır) hangi aşamada onu sahiplenip bu hayattan kurtaracak arabesk bir söyleme dönüştüğünü filmde anlayamıyoruz. Oldukça grafik iki seks sahnesi ve bir tecavüz barındıran ilişkiyi aşk olarak tanımlamanın da sorunlu olduğunu düşünüyorum. Hatta sadece Sergey’in tarafından bakacak olsak bile, bu hislerinin aşktan daha çok gücün getirdiği bir seks yanılsaması olduğunu söylemek mümkün. Oysa avangart bir işte ana akım bir aşk hikâyesiyle oyalanmasa, filmin özellikle genel iletişim algısının merkezinde yer alan sesin yokluğunda, insanların kendilerini ifade etme çabalarını ve sıradan işlerin zorluğuna odaklanacak fırsatı olacaktı. Böylece sınırları oldukça kalın çizgilerle çizilmiş bir nevi gettoda yaşanan şiddeti detaylandırmak için daha fazla vakit bulacak, dış dünyanın seslerine kapalı bir topluluğa uyum sağlayamayan bu gençlerin gerçek sıkıntılarını da görme fırsatımız olacaktı. Ayrıca filmin ilginç bir şekilde yabancılaştırdığı sağır olma durumunun izleyici de geliştirdiği empatinin; her ne kadar engelli de olsalar da, sokağın şiddetinden beslenen bu gençlerin suçla temaslarının tehlikeli boyutlara ulaştığını görmemizi engellediğini düşünüyorum. Eğer bu “engelli durumu” olmasaydı saf kötü olarak tanımlanacak çetenin, bu empati sayesinde izleyicinin gözünde yumuşatıldığını ve bunun doğru olmadığını da görmek gerekiyor. Maalesef gerçek sıkıntılar ya da suçla temas yerine finalde Miroslav Slabpshpitsky, kamerasını çarpıcı olduğu su götürmez ancak gerekliliği tartışılır bir şiddet pornografisine doğru yöneltiyor.
Tahrip edilmiş bir dünyayı bizlere anlatan Plemya, izleyiciyi sarsmayı amaçlamış provokatif bir film, başarıyor da. Şiddeti ülkenin sancılarına paralel bir alegori şeklinde sunması ve çıkış yolu arayan gençlerin öfke dinamiklerini iyi yansıttığını söyleyebiliriz. Ancak hikâyedeki boşluklar ve dramatik virajların çok sağlıklı alındığını söylemek mümkün değil.

İşletme ve Finans lisans mezunu, Sosyoloji öğrencisi. Kendi blogu ve DVD+ dergisi forumundan sonra sinema yazılarını yayınlamaya Sinemaximum sitesi ile başladı. Daha sonra yaklaşık 2 yıl Türkiye’nin ilk online sinema dergisi Sinemalife’da Düş Perdesi ve Ev Sineması bölümlerini yürüttü. Kanal D Home Video DVD dergisinde yazdı. Temmuz 2013’de Cineritüel ekibine katıldı. Philip Morris Ezd kanalında Planlama ve Analiz bölümünde çalışmaktadır.