Yönetmen Sineması: Paul Thomas Anderson

Yönetmen Sineması: Paul Thomas Anderson

Share Button

Amerikan anaakım sineması son yirmi yıllık süresi boyunca “selfie”nin fotoğraf içeriğine sahiptir denilebilir. Bekir Avcı’nın Birikim Dergisi’ndeki Yüz’ün Kutsanması: Selfie’de Askıya Alınan Beden ve Mana yazısının ışığında kurduğum bu cümlede kastettiğim şey, eskiden Hollywood denilen bu sinemada bireyin çevresinden kopuk, sığ, epik bir incelemeye tabii tutulduğuna bir atıfta bulunduğudur. ABD’nin hegemonik bir formül kurarak, kapitalizmin korkulu bir ironisine benzer şekilde yapageldiği seri üretim filmlerin çizgisini takip etmeyen yönetmenlerden biri de Paul Thomas Anderson. Elbette Anderson da söz konusu çizginin dışına tam olarak çıkamıyor, filmlerindeki kadın karakterler başta olmak üzere ötekinin konumu takip edilerek bu çıkarıma rahatça ulaşılabilir.

Peki, Anderson anaakımın dışında ne yapıyor? Filmleri neden film yapıcılığına dair iyi birer örnek teşkil ediyor? Öncelikle Anderson filmlerinde bireye eğilen bir yönetmen. Birey analizini yaparken bireyi çevresinden ayrık bir varlık olarak ele almaktansa filmlerinin çoğunluğunda çevresinde olan olayların içerisinde şekillenen, olaylar ile karakter boşalımına ulaşan bireyi anlatıyor. Onun evrenindeki baş karakterler dünyadaki tüm ilişkilerle kuşanmış, ilişkilerin sonucunda çelişkilerle derinleşmiş ve sorunlaşmış karakterler. Bir başka deyimle Anderson’ın evreninde iktidarın, baskının karşısında kendi varlıklarını edinememiş, edinilmemiş varlıkları ile baskılanmış karakterler var. Ya da Kan Dökülecek‘te (There Will Be Blood, 2007) görebileceğimiz üzere kendi varlığını iktidar ile kurgulamış karakterler mevcut. Yani Anderson filmlerindeki karakterler ne çevrelerinden bağımsız ele alınabilirler ne de yalnızca çevreleriyle. Yazının başında sözünü ettiğim gibi Anderson “selfie” çekmeyen bir yönetmen olarak bireyi çekerken onun mikrokozmosunda boğulmaktansa onu makrokozmosun özgül bir parçası olarak ele almayı seçiyor ve bu farkındalık ile insanı dünyadaki haliyle anlatmayı başarabiliyor. Sineması bu sayede insanı aktarış biçimiyle anaakımdan ayrılıyor ve özerk bir yere sahip oluyor.

Mutlaka İzlemeniz Gereken 5 Paul Thomas Anderson Filmi

1. There Will Be Blood (Kan Dökülecek, 2007)

Upton Sinclair’ın romanından uyarlanan film, Amerikan kapitalizminin petrolü keşfettiği yıllarda bir petrol arayıcısı olan Daniel’in öyküsünü anlatıyor. Bu petrol keşfi ile açılan ekonomik boşluğu değerlendirmek için yeni bir “rüya”ya kapılan bireylerin, ekonomik kar için hareketlenen şirketlerin ve bireyler ile şirketlerin var ettiği rekabetin içerisinde şekillenen insanlık halleri filmin ana konusu. Daniel ile Eli’ın ilişkisinde aynı iktidar kanalının iki ayrı mücadelesinin, Daniel ile oğlu arasındaki ilişkide bireyin evladını sermaye yahut erk akışı olarak görüşünün… diye uzayan listede kurulan her ilişkinin çarpıklığı, derinliği döneminin içerisindeki insanın yapılışına dair betimlemelere ulaşıyor. Anderson’ın çevre tasvirine çok büyük bir yer verdiği sinematografisi bireyin kozmosunun içerisindeki konumunu var ederken, bu gerçekliğin önündeki bireyler de derinliğe sahip olabiliyorlar. There Will Be Blood kapitalizmin nasıl da yıkıcı bir pipet olduğunu, bu pipetin nasıl da her şeyi sömürdüğünü anlatış biçimiyle yirmi birinci yüzyılın en iyi sinema işlerinden biri.

2. Magnolia (Manolya, 1999)

Hikayelerin kesişim noktası televizyon olan birden fazla karakterin yaşam hikayelerinin birbirlerine karışmalarını anlatan Magnolia, kısa bir tarifle insanın istismarını anlatıyor; çocukların tüketilmesinin ardından yaşanan ilişkilerin, bu tüketilmenin sonucu olarak “uçsallaşan” hayatların sorunsallaşmasını işliyor. Filmde tüm istismar ağının bir televizyon programı ile örtüşmesi – yahut televizyonla örtüşmesi- vasıtasıyla Anderson, istismarın kaynağını nitelerken televizyonu bir “temsil aygıtı” olarak ele alıyor ve sosyolojik bir incelemede de bulunmuş oluyor. Böylelikle gösteri dünyasının gösterilerinin nasıl da fetişleştiğine ve istismarın nasıl da yaygınlaşıp olağanlaştığına değiniyor. Anderson istismarın tümelini anlatarak yumuşatılmış anlamıyla tehdidi çürütüp, Amerikan toplumundan başlayarak tüm tüketim toplumlarına gündelik istismar biçimlerini göstermiş oluyor. Yalnızlaştırılmış insanların öyküsü olan Magnolia, There Will Be Blood’dan sonra Anderson’ın karakterlerini kimi zaman bilinçli bir şekilde karikatürleştirmesine rağmen en derin, en büyük eseri.

3. The Master (Usta, 2012)

The Master sahtebilim tarikatı diyebileceğimiz “scientology” toplululuğunun karizmatik lideri Lancester ile Freddie’nin ilişkisini önüne alarak Freddie’nin yaşamını anlatıyor. Filmin posterinde yer alma şansına erişmiş üçüncü karakteri Lancester’ın eşi – ki bence tüm sahnelerine, sözde baskınlığına rağmen sadece bundan ibarettir – Betty ise standart bir eril anlatımı takip ederek erkeğin güçsüz kaldığı yerlerde onları harekete geçirme, hamile olma vb. özelliklere sahip. Betty modern bir Meryem konumunda, filmin içerisindeki üçlük ilkesini tamamlamak için kurulmuş bir karakterden ibaret. Freddie ile Lancester ilişkisi, Lancester’ın çelişkilerinin derinleştiği bunun karşısındaki Freddie’nin dağınık bir dönüşüme uğradığı bir süreç. Her ikisinin ilişkisi ilerledikçe Freddie üzerinde derin izler bırakılır, derin izlerin ardındaki Freddie’nin kabuğu parçalanır ve filmin sonuna doğru ortaya çıkan şey yalın haliyle, doğrudan Freddie olmaya başlar. Kısacası The Master, insanın benliği karşısında kendisini keşfetme hikayesinin çokça çarpık ve çelişkili halinin yol açtığı bir ilişki dinamikleri öyküsü, Lancester’ı taklit eden bir film.

4. Inherent Vice (Gizli Kusur, 2014)

Inherent Vice, 1970’lerin Amerikasında bir yandan hippi denilen türevsel bir sosyal pasifizm olarak nitelendirilebilecek ideolojik kuşağın varlığını işlerken, bir yandan da neoliberalizmin saldırgan politikasının küresel başlangıcı olan kendi aktörlerini var etmesini merkezine alıyor. Anderson’ın filmindeki Larry “Doc” Sportello ise ekonomik yapılanmanın çelişkilerinde, boşluklarında var olan aktörlerden biri. Kamusal polisin dışında, özel polisin içinde biri. Söz konusu konumu ile neoliberalizmin neredeyse bir geçiş formu. Sportello, eski sevgilisinin kendisine getirdiği bir iş ile çok yüksek gelirli, nazist bir Yahudi iş insanının peşine takılır. Bu arayış boyunca onlarca insanın yaşamına tanık olur, bu insanların her biri geçiş formlarındaki işlerle meşgullerdir ve atlamış, çelişkili varlıkları ile ya insanları kullanıyorlardır ya da onlar tarafından kullanılıyorlardır. Film, Anderson’ın artık erkeğin iktidar sorunu, fetişizmi diyebileceğim sinemasının içerisindeki odak sorununun bir örneğini de bu filminde veriyor. Filminin eril merkezli, erkek odaklı bakışı sebebiyle Shasta’nın varlık sorunu tıpkı Boogie Nights’daki bir dram sahnesinin ötesine ulaşıp gelişemiyor ve Shasta’nın karakteri derinleştirilmektense bir dram kozu olarak kullanılıp bırakılıyor. Shasta’nın bir kadın olduğu için standart bir Anderson filmi tercihi olarak arka planda çok kısıtlı akan hikayesinin önündeki Sportello öyküsü ise Amerikan’ın bir dönemini onu bir “dream”e çevirmeden oldukça “hippiçe” anlatarak film için özgün bir akış kanalı oluşturuyor. Inverent Vice uyuşturucu etkisi altında gerçeklerin gözüktüğü bir “American Dream.”

5. Hard Eight (Sydney, 1996)

Anderson’ın ilk filmi bir suç ve sır sarmalını işliyor. Film, Sydney’in John’un yaşamına müdahil oluşu, John’un yaşamındaki eksik “baba figürü”nü tamamlayışı, onun için öğretici bir konuma erişmesiyle birlikte başlıyor. John’un bu figür ile geçtiği etkileşime bir de Clementine’ın varlığı katılınca, ana odağı John ile Sydney olan hikaye üç karakterin birbirleri ile olan ilişkinin düğümü açıldıkça derinleşiyor. Hard Eight, Anderson’ın kendi sinemasında yöneleceği hikaye akışının ilk emarelerini verirken bir film olarak da oldukça sade, beklenmedik bir suç hikayesini anlatıyor: Pişman olmanın hikayesini.

, , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir