Geçen yılın Oscar törenini hatırlayalım. Meksikalı yönetmen Alejandro Gonzalez Inarritu, Birdman filmi ile Oscar’ları bir bir toplarken sahneye Sean Penn çıktı ve bazılarınca ırkçı addedilen bir şakayla Inarritu’yu kastederek şöyle dedi: “Who gave this son of a bitch a green card?” (Bu orospu çocuğuna kim yeşil kart verdi?). Sean Penn ile eskiye dayanan arkadaşlıklarından ötürü Inarritu, espriye güldü geçti; bu şakanın ırkçı bir şaka olduğuna ise katılmadı, aksine çok eğlenceli bulduğunu söyledi.[1] Sean Penn’in çıkışı basit ve kimilerince ırkçı bir şaka olarak not düşüldü; fakat Hollywood’a dair önemli bir tespit ve “bilinmeyen bilinenin” açıkça dışavurumu olduğu gözlerden kaçtı.
Hollywood’un beyazların hâkimiyetinde ırkçı bir yapıya sahip olduğu öteden beri tartışılır; fakat bu tartışma son yıllarda oldukça büyük bir ivme kazandı. Akademi de bu eleştirileri bastırmak için kendince birtakım önlemler aldı. 2015 yılında üyelerinin çok sesliliğini ve çeşitliliğini artırmak için dünya çapında 322 isme davet mektubu gönderdi.[2] Ali Koca tarafından bu hareket Oscar’a renk ve gençlik aşısı olarak yorumlandı. Çünkü davet mektubu çeşitli ırk, dil ve renkten insana gönderilmişti ve çoğunluğunu gençler oluşturuyordu. 2016 Oscar adayları tekrar açıklandı ki tartışma bir kez daha alevlendi; çünkü “Oscar hala çok beyazdı”. Oyuncu adaylarının tamamının beyaz olması şimdilik bu tartışmaların merkezinde görünüyor. Öyle ki ünlü yönetmen Spike Lee, töreni boykot ettiğini bu sefer yüksek bir sesle dillendirdi.[3] Tartışmalar bununla da sınırlı değil. Cineritüel’de yayınladığımız Matthew Monagle’un makalesinde görüldüğü üzere film eleştirmenliği kurumunun da beyazların tekelinde olması siyahların, kadınların ve başkalarının görünürlüğünü kısıtlar bir hal aldı. Görünen o ki Hollywood’un önünde iki yol var ve bu iki yoldan birini seçmekte oldukça kararsız görünüyor. Ya “melting pot”un ne olduğunu hatırlayıp çokkültürlülük politikalarının gereğini yerine getirecek ya da “We will make America great again” diyecek.
“We will make America great again.” Takip edenler bilir, ABD’nin ırkçı başkan adayı Donald Trump’ın seçim sloganı. Seçim vaatleri arasında göçmenlerin -özellikle Müslümanların- ABD’ye girmesini engellemek, Meksika sınırına duvar örmek ve duvarın parasını da Meksikalılardan almak gibi ilginç vaatler var. Trump başkanlık yarışını kazanır mı bilemem ama görünen o ki ciddi bir takipçisi ve destekçisi var. Trump’a göre “beyaz adam”ın hayatı tehlikede ve gün geçtikçe Obama’nın yanlış politikaları yüzünden tehlike artıyor. Bu sebeple Trump, beyaz adamı “kurtarma eylem planı” sunuyor: Ülkeyi yabancılardan arındırmak. Dünyadaki göçmen sorununun nedeni kendileri değilmiş gibi davranan pişkin bir politikacı ile karşı karşıyayız. Selefi ve Avrupalı muadilleri de aynı pişkinliği her gün televizyondan, gazetelerden suratımıza kusuyorlar. Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren kendileri değilmiş, bu derin yarayı kendileri açmamış gibi bir de utanmadan bu yaradan sızan cerahatin (!) kendilerine sıçramasından dert yanıyorlar. Cerahat onların deyişi tabii; cerahat dedikleri şey “insan”. Sean Penn’in “bilinmeyen bilinen”i şaka yollu dile dökmesinin resmiyet ve ciddiyet kazanmış hali Trump. Hal böyleyken Hollywood’un dünyaya pazarladığı ve muhtemelen kırmızı halıda gösterişli bir arz-ı endamın ardından ödülle taçlanacak olan dünyanın en prestijli sinema yapımcılarının ürettiği filmlere bir bakalım: Fatih Değirmen’in ifadelendirmesiyle bu yıl bize “Göğü Delen Beyaz Adam”ın Aşırı Acıklı Hikayesi’ni izlettirdiler. Bizim de bu trajediye ortak olup beyaz adama üzülmemizi bekliyorlar.
Leo’nun Oscar alıp al(a)mamasını dert eden birisi değilim benim dertlerim daha başka. Inarritu’nun The Revenant’ını okumadan önce Inarritu’ya ağıt yakmamız gerektiğini düşünüyorum. Hollywood’un son yıllarda hikâye üretmekte bir sıkıntı yaşadığı malum. 90’lardaki pazar payını da gün geçtikçe kaybediyor. Bu nedenle son yıllarda Hollywood; biyografi, yaşanmış hikâyeler, uyarlamalar ve eski seri filmlerin devamını üretip pazarlıyor. Öyle tahmin ediyorum ki bu yöntem bir süre daha devam edecek. Küreselleşme, ABD’nin tahmin ettiğinden farklı bir boyut kazandı. Küreselleşmeden sonra ulusal kültürleri yutacağını düşünen “Hollywood kültürel emperyalizmi” karşısında post-modern kimlik ve çokkültürcülük politikalarını buldu. Avrupa’nın Hollywood’un pazar tekelini kırmak için aldığı önlemler post-modern politikaları da arkasına alınca ulusal kültürler yerini kimlik politikalarının güdülediği Avrupa menşeli “sanat” filmlerine bıraktı. (Avrupa’nın aldığı tedbirlerin başında bizim en çok bildiğimiz kurum olan Eurimages’ın faaliyetleri yer alıyor. Bu konuda daha kapsamlı bilgi için Nermin Orta’nın, “Hollywood Sinemasına Karşı Avrupa Film Politikaları ve Geliştirilen Korumacı Tedbirler” makalesi okunabilir.) Kısacası Amerikan kültür emperyalizminin başı post-modern çokkültürcülük politikalarıyla fena halde dertte; ama Hollywood’da oyun biter mi? Hollywood’un pazar hâkimiyetini korumak için kullandığı bir yöntem var: Bağımsız sinemacıları bünyesine katmak. Inarritu bunun son örneklerinden. 1970’lerden beri Hollywood, bağımsız film üreticileri ile dirsek teması kurmayı zaman zaman bildi ve pazarlayabileceğini öngördüğü yönetmenlerle yoluna devam etmeyi yeğledi. (Bu konuda detaylı bilgi için bknz: Holm, D.K. (2011). Bağımsız Sinema. Barış Baysal (çev.). İstanbul: Kalkedon Yayınları.) Tabii Hollywood’a transfer olunca sizden, önceki bağımsız filmlere benzer filmler yapmanızı istemiyorlar. Pazarın talep ettiği ve Hollywood ideolojisinin birörneği filmler üretmenizi istiyorlar. Bundan 10 yıl sonra Inarritu üzerine yazıp çizen sinema yazarları, Inarritu’nun filmlerini Hollywood’dan önce ve sonra diye ikiye ayıracaklardır. Son iki filmi ile önceki filmlerini kıyasladığınızda aradaki fark şimdiden belirginleşmekte ve Hollywood usta bir yönetmeni kazanmışken seyirci usta bir yönetmene ağıt yakmaktadır. Fatih’in The Revenant üzerine kaleme aldığı yazı bu bağlamda oldukça anlamlı. Evrensel’den Çağdaş Günerbüyük de The Revenant’ı “Beyaz Oscar’ın Dirilişi” olarak nitelendirmiş ve şöyle demiş: Inarritu’nun “ideolojik olarak Amerikan sinemasına fena halde teslim olduğu filmi.”[4] The Revenant, sadece Hugh Glass’ın dirilişini değil aynı zamanda beyaz adamın direnişini de temsil ediyor. Hollywood’un kültürel makinesinin içinde öğütülüyor Inarritu; ama farkında değil. Kendi ülkesinin sınırına duvar örmeyi vaat eden bir politikacının korkularının temsilini beyazperdeye taşıyor ve aldığı “yeşil kart”ın hakkını veriyor. Filmdeki tüm o Kızılderili seviciliği de Amerikalıların merhametinin bir izdüşümü olarak okunmalı bence. Evet, Amerikalılar geçmişte Kızılderilileri katletmiş olabilir ama bunlar iyilik-kötülük dikatomisi olarak okunmalı diyor. İşin politik kısmı Inarritu’yu ilgilendirmiyor. Tam aksine bu sene Akademi’den veto yiyen Quentin Tarantino’nun son filmi The Hateful Eight Amerika’nın kuruluşunun kökeninde şiddetin yer aldığını bastıra bastıra vurguluyor. Bir röportajında da şöyle diyor Tarantino: Amerika, diğer ülkelerde yaşanan utanç dolu olaylara ilişkin filmler yapmakta çok hızlı davranıyor; ama kendi utançlarıyla ilgili filmler yapmakta geç kalıyor.[5] Denebilir ki The Revenant, Tarantino’nun davet ettiği yüzleşmeden kaçan filmlerden biri olarak tarihe not düşülecek ve her ne kadar bu sene The Heatful Eight, gündemde kendine yer bulamasa da ileri de The Revenant’tan daha fazla üzerine yazılar yazılacak. The Revenant ise ticari bir meta olarak tüketilip atılacak.
Oscar yarışında iki iddialı film daha var. Ridley Scott’ın The Martian’ı ve Steven Spielberg’ün Bridge of Spies’ı. İki film de The Revenant ile aynı derdi paylaşıyor. Beyaz adamın kurtarılma hikâyesine odaklanıyor. ABD’nin insan hayatına, kendi yurttaşlarının hayatına verdiği değeri gözler önüne seriyor. The Martian’da bu sefer kurtarılma operasyonu uzaya taşınıyor ve ABD’nin bir yurttaşının canını kurtarmak için milyon dolarlık masraftan çekinmediğini ve NASA’nın işi gücü bırakıp astronotunu kurtarmak için mücadeleye giriştiğini izliyoruz. Tabii beyaz adam uzayda başının çaresine bakıyor. The Martian, ABD’nin teknolojik büyüklüğünü gözümüze soktuğu filmlerden biri. Uzaydaki rakibi ise bu sefer Rusya değil Çin. Bence bu da dünya siyaset sahnesinde değişen dengeleri gözler önüne seren güzel bir ayrıntı. Spielberg ise bizi soğuk savaş yıllarına götürüyor ve senaryosunda Coen kardeşlerin de imzası olan filminde bir beyazın başka bir beyazı kızılların elinden nasıl kurtardığını anlatıyor. Filmin Doğu Almanya’yı ve Berlin duvarını tasvir etme biçimi ise son derece komik ve absürt. Batı ne kadar da özgürlükçü ve Doğu ne kadar da despotik diyen filmlerden birini daha izlemiş oluyoruz. Beyaz adam bir kez daha ırktaşını kurtarmak için mücadele ediyor.
Bu üç film için şunu söyleyebiliriz özetle: Amerika direniyor. Direndikleri şey ise çok övündükleri “melting pot”. Melting pot eridikçe geriye ırkçılık kalacak gibi duruyor. Trump’ın siyaset arenasındaki varlığı da bunu doğruluyor gibi. Hollywood yine Amerikan siyasetinin kültürel taşıyıcılığını üstleniyor. Akademi’nin “gençlik ve renk aşısı” tutar mı bilinmez. Zira tahminlerime göre Avrupa Sanat Sineması pazardaki payını güçlendirmeye devam edecek ve Akademi ırkçılık ve beyaz olma eleştirilerinden çok bu pazarı tekrar nasıl ele geçiririmin hesabını yapacak. Son yıllarda En İyi Yabancı Film Oscar’ı alan film ve yönetmenlere baktığımızda Akademi’nin Avrupa pazarından rol çalmaya çalıştığı gibi bir izlenime kapıldım. Bu seneki adaylar da aynı çizginin bir devamı. Bu sebeple Mustang ödülü alırsa şaşırmayacağım.
Yukarıda Hollywood’un önünde iki yol olduğunu söyledim ve ikinci yolu eleştirdim; ancak bu ilk yolu yani çokkültürcülük politikalarını savunuyorum anlamına gelmesin. Çünkü kıta Avrupa’sı tecrübesinden biliyoruz ki post-modernizm, ötekine bir alan açıyormuş gibi görünür ve işin tehlikeli boyutu da burasıdır. Zira alan açtıkları öteki “ehlileştirilmiş öteki”dir. Yani tüm fundamentalizmlerinden arınmış ötekiye bir alan açılır. Melting pot da ne kadar özgürlükçü bir politika gibi dursa da esasında temel aldığı yaklaşım kıta Avrupa’sı tecrübesinden farklı değildir. Her türlü fundamentalist yaklaşımı yaşam alanlarına saldırı olarak gören bir bağnazlık içerir. Fransa’nın eski cumhurbaşkanı Sarkozy’nin ve şimdi Merkel’in takip ettiği politikalar bu konuda birçok örnek içerir. Ayrıca bu yıl Hollywood ne kadar dirense de çokültürcülük politikalarına göz kırpan filmler de yok değildir. Spotlight filmindeki küçük bir sahneyi bu bağlamda örnek olarak verebilirim: Tecavüzcü rahiplerin deşifre edilmesi ve bunun halka ilanı için mücadele eden iki isim, avukat ve genç gazeteci yemek yerler ve böyle bir skandalın üstünün bu güne kadar nasıl örtüldüğünü konuşurlar. Avukat kendisinin bir Ermeni olduğunu söyler, genç gazetecinin nereli olduğunu sorar. Gazeteci de Portekizlidir. Avukat, Amerika’da kurumların eleştirilebilmesi için farklı bakış açılarına ihtiyaç olduğunu belirtir. Yani formül çok açıktır: Modernizmin kurumları muhafazakâr bir toplum tarafından eleştirilemez. Hele ki bu kurum kilise gibi kutsal bir mekân olduğunda muhalif bir tutum asla takınılmaz. Fakat melting pot ne kadar geniş olursa ve ne kadar farklı bakış açısı olaya bakarsa hakikat o zaman ortaya çıkacaktır. Basit ve aptalca bir önerme. Velhasıl Hollywood’un önündeki iki yol da iki ucu boklu değnek. Yönünü nereye çevirirse sektör bu işten yara alacak.
Sonuç olarak Oscar’ı kimin kazanıp kazanmadığından daha önemli olan bir mesele var. O da Hollywood’un izleyeceği yol. Sektörün ne tarafa evrileceğini hep beraber izleyip göreceğiz. Bu sene aday olan filmlere baktığımızda şimdilik oklar Trump’ın yolunu gösteriyor ama seneye ne olacağı bilinmez. Trump seçimleri kazansa da kaybetse de Akademi’nin nasıl bir tutum belirleyeceğine dair ikircikli fikirler çözümlenmiş değil. Oscar törenini hep beraber izleyip göreceğiz. Ne dersiniz ABD orospu çocuklarına yeşil kart vermeye devam edecek mi?
Kaynakça:
[1] http://variety.com/2015/film/news/oscars-sean-penn-green-card-joke-alejandro-g-inarritu-responds-1201439426/
[2] http://www.zaman.com.tr/kultur_oscara-genclik-ve-renk-asisi_2302463.html
[3] http://variety.com/2016/tv/news/spike-lee-oscarssowhite-boycott-academy-awards-1201683807/
[4] http://www.evrensel.net/yazi/75811/beyaz-oscarin-dirilisi
[5] https://www.cinerituel.com/2016/01/quentin-tarantino-muttefik-bayragi-amerikanin-swastikasiydi.html
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mezunu. Marmara Üniversitesi iletişim Fakültesi’nde Sinema yüksek lisansını tamamladı. Sinema Kafası’nda başladığı film eleştirilerine Cineritüel sitesinin yanı sıra Dipnot Dergisi’nde film eleştirileri ve makalelerini yayınlayarak devam ediyor.