Uzak (2002): Nuri Bilge Ceylan Sineması’nın Mihenk Taşı

Uzak (2002): Nuri Bilge Ceylan Sineması’nın Mihenk Taşı

Share Button

Sinema ait olduğu toplumdan, kültürden ve ekonomiden beslenen bir sanat dalıdır. Bu bağlamda bir toplumun geçirmiş olduğu ekonomik sosyolojik ve kültürel gelişmeler de sinemasına yansımıştır. Türk Sineması da şartlar el verdiği ölçüde bu toplumsal yapıyı filmlerinde işlemeye devam etmiştir.

90’lardan itibaren Türk Sineması yaşadığı değişim ve atılımlarla yeniden yapılanma sürecine girer. Bununla birlikte kazandığı yeni soluklar yani farklı tarzda yönetmenler, oyuncular ve senaristlerle klasik Yeşilçam olgusunu kırarak anlatımda farklılaşma yaşar.

Siyasal anlamda yaşanan değişimler Türk Sineması’nın anlatım biçimini de etkiler. Bu durum sinemanın kendi dilini oluşturmaya çalışan yönetmenleriyle tanışmasını sağlar. Yeni yönetmenlerin yeni anlatımlarıyla çekilen filmler, seyircisine uzaklaşan Türk Sineması’nı canlandırmış hatta milyonları bulan izleyicilere ulaşmış, hatta pek çok film gişe yarışına girmiştir.

Nuri Bilge Ceylan, yalın anlatımıyla kendi izleyici kitlesine hitap eden, yurt içi ve yurt dışında övgülerle karşılanan filmlere imza atıp sinemaya da farklı boyut kazandırmış ve çeşitlilik getirmiştir. Ceylan’ın filmleri minimalist sinema anlayışında katıksız ve saf olarak biçim ve görsellik açısından anlatımıyla doğru orantıda bir yapıya sahip. Bu sebeple Ceylan ilk filmlerinde çoğunlukla yer verdiği sadeliği bilinmeyen, tanınmamış oyunculularla, sade bir oyunculuk desteğiyle ve genel itibariyle doğaçlama diyaloglarla işlenen filmler çıkarmıştır. Filmlerin doğallığı o kadar bütünleşiktir ki bu tutum kullanılan ışıktan dekora kadar yansımaktadır. Filmlerinde toplumsallığa önem verirken hayatı da olduğu gibi anlatır. Anlatılan yaşamın kendisi ve basitliğidir.

Nuri Bilge Ceylan genelde sabit kamera açısıyla birlikte uzun plan sekanslarına yer veren bir yönetmendir. Filmlerinde sesli çekimlere yer verir ki son dönemde en çok başvurulanlardan biridir bu doğal sesler. Ayrıca gereksiz müzik kullanımına da yer vermez. Hatta kimi zaman hiç müzik kullanmaz. Ortam seslerine önem verir. Kimi zaman nadir kullandığı diyalogları bastıracak şekilde kullandığı da görülür.

Siyasi çalkantıların da peşi sıra takip ettiği Türk Sineması  ülke sorunlarını dile getiren, tüketim kültürüyle iç içe geçmiş, kimi zaman kültürüyle yozlaşmalara da sahne olmuştur. Bu durum sinemada işlenmeye başlayan  yabancılaşma kavramını da gündeme getirir. Ceylan’ın “Uzak” filminde de kullandığı yabancılaşma, modern ve geleneksel arasında kalmış insanın içinde bulunduğu durum ile ilişkilendirilerek verilmiş. Şehirleşme karşısında kalabalıklar içerisinde yalnızlaşan insanlar konumlanırken bunun getirisi olarak da yabancılaşma durumu ön plana çıkar. Köy ve şehir hayatı karşılaşmasının da sıklıkla yer aldığı filmde, köy iyi niyet timsali ve yardımlaşmayı vurgularken, şehir tam aksine insanların birey olarak kabul görmüşlüğünü ve kendiliğini ön plana çıkarmıştır. Şehir mantığı olarak “her koyun kendi bacağından asılır” durumu söz konusudur.

Film göç ve yabancılaşma konusunu bir bütün olarak ele almaktadır. Öyle ki göç eden insan geldiği noktada kendine yabancılaşmıştır. Yusuf’un, Mahmut’un yanına gelerek yaşadığı durumda ise ikisi de köyden kente göç etmiş kişilerdir. Mahmut, Yusuf’tan önce gerçekleştirdiği göç sonucu Yusuf’la olan samimi hayata yabancılaşmıştır. Akabinde Mahmut, Yusuf’u kendi dünyasında öteki olarak konumlandırmıştır.

Film bir bakıma kent-köy ekseninde insan değişimlerine de ışık tutmaktadır. Bu durumda temsili olarak Mahmut ve Yusuf üzerinden geçmektedir. Yani yabancılaşma Yusuf ve Mahmut ile somut bir hal almıştır.

Mahmut, Yusuf’a kızgındır. Bunun sebepleri arasında kopmak, uzaklaşmak istediği ve tamamen yabancılaştığı olguları ona hatırlatıyor oluşu yer almakta. Bu tutum filmin adıyla bütünleşiktir. Aslında tamamen “uzak” kavramının etrafında şekillenir bu iki adamda. Mahmut, Yusuf ile arasında geçen bir diyalogda, köyden kente göçenlerin vasıfsız bir halde birilerinden medet umarak var olmayı amaçladıklarına kızmaktadır. Bireyin kendini yetiştirmeyişine, geliştirmemesine öfkelidir. Bir bakıma “bana kimse yardım etmedi ben kendi kendimi var ettim canı isteyen de aynısını yapsın” demeye getirmektedir durumu. Yusuf ise sosyal hayat açısından köyde artık yapamayacağını anlayarak “ne iş olsa yapacak” eleman olarak gösterir kendini. Yusuf’un derdi işin vasfından çok İstanbul’da kalabilmektir. Çünkü köyde görmediği ve sahip olamadığı pek çok şey bu şehirde vardır. Yeşilçam’ın klasik “taşı toprağı altın” söyleminin ürünüdür bunlarda. Yusuf, Mahmut gibi idealist bir çerçeveden bakamaz. Çünkü Mahmut’un tabiriyle Yusuf cahil bir kesime aittir. Aslında Mahmut’ta ötekileştirdiği Yusuf gibi ve aynı şartlardan köyden kente gelmiş biridir. Mahmut’un kentte geçirdiği zaman onu köyüne, ailesine, akrabalarına yabancılaştırdığı için Yusuf’a öteki muamelesi yapar ve onu cahillikle itham eder.

Mahmut ve Yusuf arasındaki ilişki geleneksellik ve modernite arasında sıkışmış iki ayrı uçtur. Mahmut, geleneklerinden kopmuş ve modern zamanlara boyun eğme çabasındadır; Yusuf ise bu yolda ilerlemek için başvurmuştur. Ama ikisi arasındaki fark, Mahmut mesleğinden mütevellit elit bir hayat görüşüne daha yakınken; Yusuf proletaryaya mensup altyapıyı oluşturan biridir. Bu sebeple anlaşma noktasında da farklı iki ucu temsil ederler. Bu tutum bir bakıma aileye karşı tutumlarına da yansımıştır. Mahmut aile ilişkilerini mecburi görev bağlamında yürütürken, Yusuf geleneksel yapı çerçevesinde ailesiyle ilgili, uzaktayken bile onlarla bağını koparmamıştır. Bu çerçevede köy yaşantısındaki aile bağları ile şehirleşme arasındaki bağların farklılığı da gözler önüne serilir. Mahmut aile yaşantısına yabancılaşmış biridir. Bu kendi ebeveynlerine karşı tutumunda da verilirken boşandığı karısına karşı davranışlarında da gözlemlenir. Boşandığı karısı karşısında hem uzaktır hem de sürekli gözlem halindedir. Yani kendini bulamayan ve arayışlarını başka türlü gidermeye çalışan bir adam olarak çıkar karşımıza. Bir bakıma modern toplum maddiyatta güçlü bir yapıyı desteklerken ve aksini ötekileştirirken, geleneksel yapı insani açıdan değerli kabul gördüğü şeyleri yüceltmektedir. Moderniteye kapılanlarla da geleneksellik karşısında yabancılaşma yaşarlar. Kendilerine uzaklaşırlar.

Film bize insanların birbirine kucak açmadığı, birbirini ötekileştirdiği bir düzende aslında şehrin herkese sığınacak bir limanını sunduğunu göstermektedir. Bu tutum insanların hayat görüşleri ve maddi duruşlarıyla da somut bir hale getirilmiştir. Mahmut ve Yusuf’un ev dışında nefes aldıkları yerlere bakacak olursak ikisi de kendi dünya görüşlerine uygun mekânlara gitmekte ve buralarda hayatlarına sosyal bir boyut kazandırmaktadırlar. Mahmut, Yusuf’u kendi yaşam alanı sınırlarına geçirdiği vakit Yusuf’un bu sınırlar çerçevesinde yabancılaştığı gözlemlenmektedir. Ayrıca Mahmut’un sohbetlerinde anlamadığı konulardan bahsedildiğinden dolayı sıkıldığı fark edilir.

Yusuf hayalleri olan biridir, hayallerinin peşinden koşma niyetiyle şehre gelmiştir. Mahmut ise hayattan alacağını aldığını düşünüp inzivasına çekilmiştir bir bakıma. Yani Aslında Mahmut’un bitişi ve Yusuf’un başlangıcı döngüsel bir süreci ifade eder. Yusuf’un gezintisi sırasında balık kovasının dışında kalan balığa yaklaşımı bir bakıma temsili kendisidir. Hayata karşı sıkışmıştır, ne yapacağı konusunda sıkıntıları vardır. Bu sıkıntılar onu sıkıştırmıştır. Kovadaki yaşam onun sıkışmışlığı ama tıpkı köye döndüğünde yapacak bir şeyinin olmaması gibi suyun dışına çıkan balık misali nefessiz kalmak adına şehrin denizinde yaşamak istemektedir. Çünkü köyde iş yoktur, köydeki yaşam kısıtlıdır. Bir şekilde suyun dışındaki balık gibi çırpınacaktır ama sonunda o da suyuna kavuşacaktır. Yani her ne kadar umutsuz gibi görünse de Yusuf için hala umut vardır. Fakat çok istediği gemilerde çalışma isteği hayal kırıklığı olmuştur onun için. Tıpkı geminin suya batmasında olduğu gibi.

#cineritüeltop150

twitter.com/demetozturk

, , , , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir