- Bence devrimci bir film yapabilmenin ve bu bakış politikalarını aşabilmenin yegâne yolu “uzam ve zaman”ı doğru kodlamaktan geçmektedir. Deniz Gamze Ergüven’in bu bakış politikalarına kafa yormadığı çok açık. Filmdeki kan da bu yaradan sızıyor. Bir sanat eserinin formu her zaman içeriğini belirleme temayülü gösterir. Bu politik dokunuşlar gerçekleşmediği takdirde filmin biçimi daima içeriğini belirler.
En başta, filmlere yıldız dağıtan yazarlar ve sinefiller için şunu söylemeliyim ki bu bir film eleştirisi değildir. Aslında genel tavrım çok kötü filmler üzerine yazı yazmamaktır; fakat Mustang üzerine yazmamın nedeni, Yeni Türk(iye) Sineması diyebileceğimiz son dönem sinemamızda artık sıklıkla karşılaştığımız ve öyle görünüyor ki bundan sonra da karşılaşacağımız bir soruna filmin doğrudan işaret etmesidir. Yara o kadar açık ki insan tepki vermeden edemiyor. Bu yazıda sadece filmi de eleştirmekle kalmayıp birkaç film eleştirmeninin yazısını da eleştireceğim. Hem filme dönük eleştirilerimin hem de üzerine yazılan yazılar hakkındaki yorumlarımın bir zenginleş(tir)me aracı olarak okunmasını dilerim.
Benim kuşağım bilir: İlkokulda İş Teknik, Ev Ekonomisi, Ticaret gibi dersler vardı. Bir İş Teknik hocam vardı; kulakları çınlasın Fazıl Hoca, İş Teknik derslerinin dışında öğrencilerin boş ders olarak nitelediği Vatandaşlık, Trafik gibi derslere de girerdi. İşte bu derslerden birinde Fazıl Hoca sınıfa şöyle bir soru sordu: “Ulus’taki Atatürk heykelinde atın hangi ayağı havadadır?” Her Ankaralı gibi biz de küçük yaşımıza rağmen o heykeli görmüştük ve hepimiz çeşitli tahminler yürüttük. Kimimiz sağ kimimiz sol dedi, bazımız işi abartıp Samsun’daki heykel ile karıştırdı ve atın iki ayağının da havada olduğunu atın şaha kalktığını söyledi. Oysa gerçek bambaşkaydı. Fazıl Hoca atın dört ayağının da yerde olduğunu söyledi ve ekledi: “Görmek ve bakmak arasında bir fark vardır; siz o heykeli görmüşsünüz ama bakmamışsınız.” Evet, Mustang’i de çoğumuz sadece gördü. Bakmak, belirli bir bilinçle gerçekleştiği zaman gördüğünüz şeyin gerçekliğinde bir kırılma yaratır. Saf görüş diye bir şey yoktur; arzunun koyutladığı bakış bakılan nesnede gördüğünüz şeyin temel belirleyenidir. Görmek, bu temel belirleyen olmadan gerçekleştiği vakit görülen şey hiçleşir, geriye sadece boşluk kalır. Tıpkı atın hangi ayağının havada olduğunu düşünen çocuklar gibi. Bu nedenledir ki sinema, bakış politikaları üzerine düşünülmesi gereken sanat formlarından biridir. Laura Mulvey kurmaca filmde üç bakışın olduğunu söyler: Birincisi, kameranın; ikincisi, karakterlerin; üçüncüsü, seyircinin bakışıdır. Mulvey’e göre; “diegetik dünyanın inanılırlığını sürdürmesi ve Hollywood sinemasının cinsiyet politikalarının talep ettiği psiko-seksüel devingenlik gereği, birinci ve üçüncü bakışların ikinciye içerilmesi gerekmektedir.” Feminist bir anlatı inşa etmek yahut daha genel bir ifadelendirmeyle filmde temsil edilen öznelerin seyircinin bakışında kamera aracılığıyla birer nesneye dönüşmemeleri için Hollywood’un bu politik tavrına karşı bir alternatif geliştirmek gerekmektedir. Yönetmen bunu çoğunlukla uzamı bilinçli bir şekilde açıp kapatarak ve zamanı eğip bükerek gerçekleştirebilir. Bence devrimci bir film yapabilmenin ve bu bakış politikalarını aşabilmenin yegâne yolu “uzam ve zaman”ı doğru kodlamaktan geçmektedir. Deniz Gamze Ergüven’in bu bakış politikalarına kafa yormadığı çok açık. Filmdeki kan da bu yaradan sızıyor. Bir sanat eserinin formu her zaman içeriğini belirleme temayülü gösterir. Bu politik dokunuşlar gerçekleşmediği takdirde filmin biçimi daima içeriğini belirler. Mesela filmdeki düğün sahnesinde çalan şarkıya (!) dikkat ettiniz mi? Hüsnü Dede’ye ait olan bir ‘nefes’in -her ne kadar ilk müzik formunu bilmesek de bir ‘nefes’e yakışmayan form olduğu aşikâr olan- formundaki ufak bir değişiklikle nasıl bir oyun havasına dönüştürüldüğünü görüyoruz. Tıpkı bunun gibi Mustang de kadın meselelerine odaklanan bir film değil; formundaki yanlış kurgulanma nedeniyle bu meseleyi sömüren, kadın meselesi üzerinden prim yapan bir filme dönüşüyor.
Mustang üzerine yapılan yorumların/eleştirilerin yukarıda anlattığım sebepler dolayısı ile yanlış bir noktadan hareketle yapıldığını düşünüyorum. Ümit Ünal, 17.02.2016 tarihinde Mustang filmiyle ilgili iki tweet atmış, demiş ki: “Bir sanat eseri gündelik gerçeğe ya da kişisel sanat beğenisine uygunlukla değerlendirilmez. Kendi içinde tutarlı mı, ona bakılır. Sanatçı ne yapmak istemiş? Hedefine ulaşmış mı? Bütünlüklü bir dünya kurmuş mu? Mühim sorular bunlardır.” Film ile ilgili yorumların da genellikle bu “gerçeklik” üzerine kurgulandığını görüyorum. Mesela bir film eleştirmeni filmi beğenmediğini söyleyip eklemiş; kurmaca bir filmin gerçeklerle bağdaşıp bağdaşmamasının yönetmen açısından bir önemi yoktur. “Kurgu bir filmin çıktığı ülkenin sosyal gerçeklerini yüzde yüz doğru anlatmak gibi bir mecburiyet yoktur.” Yine aynı yazara göre belgesel çekmediğiniz sürece -sanki belgesel filmin gerçekleri yansıtmak gibi bir misyonu varmış gibi- gerçekleri çarpıtmakta bir beis yokmuş. Bir başka film eleştirmeni ise şöyle demiş: “Mustang çatışmasını daha inandırıcı bir zeminde kurabilseydi […] amacına ulaşan bir film olabilirdi.” Daha fazla alıntı yapmama gerek yok sanırım; çünkü Mustang hakkında yazılan yazıların neredeyse tamamı gerçeklik ve kurmaca dikatomisi üzerine yapılmış. Deniz Gamze Ergüven de bu aşağı yukarı aynı düzlemde seyreden eleştirileri okumuş ve cevaben şöyle demiş: “Filmdeki kızların Türk kızlarına benzemediği yönünde bazı eleştiriler var. Sahnelerin temelindeki durumlarda bir gerçeklik var ama sonrasında filmin realist bir yaklaşımı yok. Benim kullanmak istediğim estetik, bir masal estetiğiydi. Bu gerçekleri anlatmak için biraz gerçeklikten uzak durmak istedim. Böylece film de duygu olarak daha evrensel bir dile kavuştu.”[1] Neresinden tutarsanız elinizde kalacak türden bir açıklama. Fakat ayrıcalıklı bir eleştiriyi “evrensellik” vurgusu hak ediyor. Filmin bir çağdaş sinema başyapıtı olduğunu iddia eden Atilla Dorsay da kimsenin göremediği bu evrenselliği görmüş olacak ki şöyle buyuruyor: “genç kızlığa ve büyüme sorunlarına evrensel bir yaklaşım.”[2]
Filmin tartışmasını hem gerçeklik-kurmaca dikatomisi üzerine kuranlar hem de “evrensellik” gibi içi boş bir kavramla filmi izah etmeye çalışanlar önemli bir noktayı kaçırıyorlar. Yukarıda kısaca değindiğim bakış politikalarının yarattığı ve küreselleşmeden sonra medyanın küresel çapta yaygınlaşması ile kültürel bir silah olarak kullanılan temsil kavramı. Film ister kurmaca ister belgesel olsun türü fark etmeksizin bir temsil politikası inşa eder. Bu temsil politikaları çoğunlukla bakış politikalarına içkindir. Sinema, seyirlik bir malzeme sunduğunda; ister istemez bir iktidar kurma biçimini doğurur. Bu iktidar kurma biçimi bazen gündelik bir iktidar kurma biçimi bazen de kültürel bir iktidar kurma biçimine dönüşebilir. Mustang, altını çizdiği kadın hakları meselesini Türkiye’nin kültürel-politik zeminine oturttuğu anda temsil politikaları devreye girer. Chandra Talpade Mohanty “Sınır Tanımayan Feminizm” kitabında üçüncü dünyada kadınların -feminist kuramcıların- iki iktidar biçimi ile mücadele etmesi gerekir; birincisi kendi toplumlarındaki ataerkil yapı ile ikincisi Batılı enformatik iktidar biçimleri ile derken ne kadar da haklıdır. Siz Türkiye gibi bir ülkede kadın hakları meselesinden bahsedip Batılı enformatik iktidar biçimi ile mücadele etme gibi bir derde sahip olmazsanız safi bir kültürel ajan olup çıkarsınız. Daha evvel bu sütunlarda Panahi’nin Taxi-Tahran filmi hakkında bir yazı yazıp Panahi’nin kültürel ajan mı yoksa bir özgürlük savaşçısı mı olduğunu sorgulamıştım. Panahi hakkında söylediğim çoğu şey Deniz Gamze Ergüven için de geçerlidir. Panahi’nin taksisinde sistem eleştirisi yapan spesifik entelektüellerin izdüşümü olan kız kardeşlerin en küçüğünün öğretmeninin filmin sonunda belirmesi ve bir özgürlük miti yaratması aynı türkünün bu topraklarda da söylenmesi olarak okunabilir mesela…
Emperyalizm, 16. yüzyıldan beri yayılmacı politikasına meşru bir zemin, bir kılıf uydurmak için aynı silahı kullanıyor: İnsan hakları ve demokrasi. Bu iki kavramın içini doldurun doldurabileceğiniz kadar: Özgürlük, kadın hakları, etnik haklar, eşcinsel hakları, çevre duyarlılığı… Neredeyse tamamı kimlik siyasetine içkin kavramlar ve hepsinin ortak noktası bu eksikliği taşıyan ülkelerin insan hakları ve demokrasiden yoksun olduğuna dair oluşturduğu inanç. Bir ülkede demokrasi yoksunluğu varsa tedavinin nasıl yapıldığını biliyorsunuz: Önce ahlaki müdahale ile hasta ameliyat masasına yatırılır. Tabii tedavi için kurulmaz bu teşrih masası. Temel amaç hastanın hasta olduğuna kamuoyunu ikna etmektir. Kamuoyu Batı’nın epistemolojik şiddetine maruz kalmış komprador aydınların eliyle ikna edildikten sonra askeri müdahale gelir. Bu askeri müdahale illa tepeden bombalar yağdırmak olarak anlaşılmasın: ekonomik yaptırımlardan siyasi yaptırımlara kadar birçok tahakküm biçimi bu müdahalenin bir başka yönü olabilir.
Bilenler bilir Attila İlhan’ın Orhan Pamuk için yazdığı bir yazı vardır: “Bir Hain Nasıl Yetiştirilir?”[3] Attila İlhan’ın soğuk savaş dönemine ait tespit ve yaklaşımlarının günümüzde işleyen bir mekanizma olduğunu düşünmüyorum. Ancak hainlik, ajanlık, kendi kültürünü sömürme illa ki kirli ilişkiler ile yapılacak diye de bir kaide yok. Orhan Pamuk gibi güçlü bir edebiyatçının da bu ilişkilerle “yazar” olduğunu iddia etmek ürettiği eserlere haksızlık olur. Fakat bilinmesi gerekir ki “kendi kendine oryantalizm” günümüzde işlerliğini sürdüren ve post-kolonyal dönemin aydınlarının alametifarikası olan bir nüvedir ve en az kolonyal dönemin stratejik kültürel hamleleri kadar emperyalizme -hadi biz buna kapitalizm diyelim- hizmet eder. Peki, kendi kendine oryantalizm nasıl çalışır? İngiliz müzik grupu Coldplay’in Beyonce ile birlikte çektikleri son klip birtakım tartışmaları beraberinde getirdi. Hymn For The Weekend şarkısına çekilen klibin Hint kültürünü saygısızca kullandığı ve Hint kültürü üzerinden kazanç sağladığı iddia edildi.[4] Söz konusu olan bir başkasının kültürüne olan saygısızlık olunca eleştiriler açıkça dillendiriliyor; ancak bir Türk yönetmen çıkıp da ben ülkemdeki kadınların durumunu anlatıyorum deyince kendi kültürünün bir sözcüsü muamelesi görüyor ve “kendi kendine oryantalizm” burada işlerlik kazanıyor. Kimse Deniz Gamze Ergüven’i bir başkasının kültürünü sömürmekle itham etmiyor. Oysa Ergüven’in Beyonce’dan hiçbir farkı yok. Kendi ülkesine turist bir kişi Ergüven, bu sebeple kendi ülkesinde turist muamelesi görüyor, filmi kimse samimi bulmuyor. Yine bu bağlamda Murat Bardakçı’nın Orhan Pamuk’un son romanı Kırmızı Saçlı Kadın’a yönelttiği eleştirileri yerinde buluyorum.[5] Bardakçı’nın Pamuk’a yönelttiği eleştiriler Ergüven için de geçerlidir. Son zamanlarda icat olunan “dünya okuru”, “dünya seyircisi” gibi kavramların da bu ürünlerin pazarlanması için bulunmaz bir nimet olduğunu söylemeliyim. Siz onların “dünya”, “evrensel” gibi içi boş kavramlarına aldanmayın. Kastettikleri şey Batılılar yahut Batılı enformasyonla yetişmiş sözde Batılılardır.
Daha evvel de bu konularda yazmış ve konuşmuş birisiyim ve ne zaman bu konuları dillendirsem aynı tepki ile karşılaşırım: Peki biz hiç mi özgürlük mücadelesi anlatan filmler çekmeyeceğiz? Haklılar, tabii ki özgürlük bir sanat eserinin en temel meselelerinden biridir. Fakat mademki mesele iktidar odakları ile mücadele o halde özgürleşmenin yollarını aramak da sanatçılarımıza düşüyor. “Self-reflexivity”nin farkında olan, temsil politikaları ile başa çıkan, kültürel temsil politikalarını aşan, kameranın dolayımını en aza indirgeyen ve öteki adına konuşmanın ne menem bir şey olduğunun farkında olan yönetmenlere bakabilirler. kimlik politikalarını aşan Tabutta Rövaşata, yine Derviş Zaim’in hak ettiği ilgiyi görmeyen Devir filmi kültürel temsil mekanizmalarını yerle bir eden iki muhteşem örnek. Bu iki film hakkında da kapsamlı bir analiz yaptığımdan meraklısının dönüp okuyacağını ümit ediyorum.
Son olarak şunu söylemek istiyorum: Ergüven’in bakışı sömürgeleştirilmiş bir bakıştır ve Avrupa’daki birçok ödülü toplayıp Oscar yarışına katılması tesadüf değildir. Oscar’ı kazanırsa benim için sürpriz olmayacağını söyleyebilirim. Neticede Ümit Ünal’ın sorularına cevap verecek olursak, evet Mustang hedefine ulaşmış mı, ulaşmış; kendi içinde tutarlı mı, tutarlı. Deniz Gamze Ergüven “Fransa’nın güvenine layık olmaya çalışmış” ve bu konuda başarılı olmuş bir yönetmendir.
Kaynakça:
[1] http://www.haberturk.com/kultur-sanat/haber/1144201-deniz-gamze-erguven-fransanin-guvenine-layik-olacagim
[2] http://t24.com.tr/yazarlar/atilla-dorsay/gorkemli-bir-kadin-filmi-bir-cagdas-sinema-basyapiti,13009
[3] http://dunya48.com/109-attila-ilhan/4812-attila-ilhan-bir-hain-nasil-yetistirilir
[4] http://www.hurriyet.com.tr/coldplay-ve-beyonceye-hymn-for-the-weekend-elestirisi-40048053
[5] http://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/1196692-cus-orhan-pamuk-cus
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mezunu. Marmara Üniversitesi iletişim Fakültesi’nde Sinema yüksek lisansını tamamladı. Sinema Kafası’nda başladığı film eleştirilerine Cineritüel sitesinin yanı sıra Dipnot Dergisi’nde film eleştirileri ve makalelerini yayınlayarak devam ediyor.
1-“Emperyalizm, 16. yüzyıldan beri yayılmacı politikasına meşru bir zemin, bir kılıf uydurmak için aynı silahı kullanıyor: İnsan hakları ve demokrasi.”
2-“Özgürlük, kadın hakları, etnik haklar, eşcinsel hakları, çevre duyarlılığı… Neredeyse tamamı kimlik siyasetine içkin kavramlar”
3-“evrensellik gibi içi boş bir kavram”
1-Yanlış 2-Yanlış 3-Fazla iddialı
Author
1- Bu tezin ilk savunucusu ben değilim. Tezi detaylı bir şekilde izah eden ve savunan İmmanuel Wallerstein. (Kaynak için: Wallerstein, İmmanuel (2007). Avrupa Evrenselciliği İktidarın Retoriği. Sinan Önal (çevirmen). İstanbul: Aram Yayınları.) Belki okumamışsınızdır diye buraya not düşüyorum. Belki Wallerstein’a bir reddiye yazarsınız.
2- Eğer kastettiğiniz, zikrettiğim kavramların kimlik siyasetine içkin olmadığı ise bu iddia da münferiden bana ait değil. Yine belki reddiye yazarsınız ümidiyle yanlışı (!) yayan birkaç ismi ve kitabını ifşa edeyim: Arif Dirlik (2005). Postkolonyal Aura: Küresel Kapitalizm Çağında Üçüncü Dünya Eleştirisi. Galip Doğduaslan (çev.). İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, Arif Dirlik (2014). Üretimde ve Üretimin Örgütlenmesinde Postmodernleşme: Esnek Üretim, İş ve Kültür. Sanat Emeği Kültür İşçileri ve Prekarite kitabının içinde. Ali Artun (der.). İstanbul: İletişim Yayınları, Terry Eagleton (2005). Kültür Yorumları. Çeviren: Özge Çelik. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, Ömer Say(2013). 21. Yüzyılda Ulus, Çokkültürlülük ve Etnisite. İstanbul: Kaknüs Yayınları, Ziyaüddin Serdar (2001). Postmodernizm ve Öteki Batı Kültürünün Yeni Emperyalizmi. (Çev: Gökçe Kaçmaz). İstanbul: Söylem Yayınları, Slavoj Zizek (2013). Çokkültürcülük ya da Çokuluslu Kapitalizmin Kültürel Mantığı. Çağdaş Sanat ve Kültüralizm kitabının içinde, Ali Artun (derleyen) İstanbul:İletişim Yayınları, Tül Akbal Süalp (2009). Tarihin Uzun Bekleyenine. Dilek Hattatoğlu, Gökçen Ertuğrul (derleyen). Methodos Kuram ve Yöntem Kenarından kitabının içinde. İstanbul: Anahtar Kitaplar.
3- İddialı olmayı severim.
1-Efendim Wallerstein’a reddiye yazmak haddimize değil zira bahsi geçen kitabı da okumadım. Wallerstein’a reddiye yazmadan sizle tartışamayacaksam işim gerçeten zor. Bu cümlede özellikle itirazım insan hakları kısmınaydı. (16.yy’dan beri ?)
2- Ne kadar çok kitap/düşünür adı sayarsak savımız/argümanımız o kadar çok güçlenmiyor. Fikirleri tartışmak için büyük entelektüellere reddiye yazmak zorunda değiliz. İyi bir cevap vermek istiyorsanız o saydıklarınızın teker teker kimlik siyasetine nasıl içkin olduğunu belirtmeniz gerekir. Yani ispat yükü sizde.
3- Büyük önermeler büyük çatlaklar içerir. İddialı olmaktansa temkinli olmak gerekir diye düşünüyorum. Bu da benim tavsiyem olsun . Kitap önerileri için teşekkürler.