- Peki, “Me Too” ile “Most Beautiful Island”in alakası ne? Serap Şen’in incecik emeğiyle kendi bloğunda çevirdiği “Lili Loofbourow”dan “Erkek hazzının kadın bedeli”[1] yazısı ile liberal feminizmin çelişkisinde bu soru’nun cevabını bulabileceğimizi düşünüyorum. Loofbourow yazısında Aziz Ansari’nin cinsel tacizini örnek veriyor. Hollywood, yazısında “kötücül tiplemeler” diyebileceğimiz “açıkça/belirgin” denilen örnekleri me too’yu desteklemeye yatkınken bunun nasıl da derinleşmediğini ve nasıl da sınırlar ile kısıtlı bir tahammüle sahip olduğunu anlatıyor.
Ana Asensio’nun Luciana’nın bir kaçak mülteci olarak “büyük elma” olan New York’taki hikâyesini anlatan filmi Most Beautiful Island (En Güzel Ada) her ne kadar hikâye örgüsü olarak kopuk ve yönetmenlik kısmında eksiklere sahip olsa da belki de “Me Too” hareketiyle bir tür günah çıkartmaya dönen Amerikan Sinema Endüstrisindeki liberal feminist hareket için nadide bir örnek ve tez teşkil ediyor.
“Me Too”yu Most Beautiful Island ile eleştirmeden önce filmi göz önüne alalım: Filmde Luciana bir anne olarak bebeğini kaybetmiş hem etrafının hem de kendi iç buhranın karşısındaki yargılama olasılığını göze alamayarak ülkesinden kaçmış ve yasadışı bir şekilde Amerika’ya göç etmiş biridir. Amerika’da çoğu kısa süreli olan işleri yapar, kirasını ödeyemez hale gelir ve bebeğinin ölümü onun peşini bırakmayıp tüm sanrılarına kadar ulaşır. Öyle ki bir tiksinme haline ulaşamadan duş dahi alamaz. Suçluluk onun peşi sıra gelmiştir ve onun bu suçluluğuna kimsenin eğilmeyeceği, bireyciliğin ve tüketiciliğin tapılan şeyler olduğu “büyük elma”da yaşamak zorundadır. Film boyunca sürekli nitelenen bu elma miti elbette ki yasak olanı sembolize ediyor. New York, Amerika’nın yasak elmasıdır ve kapitalizmin başaranları olan üst sınıflar dışındakiler zaten kovulmuşlardır. Alt sınıfların yaşadıkları şey ancak birer illüzyondur ve ancak üst sınıflar için nesnelere dönüşebilirler. Özellikle de mültecilerin elde edebilecekleri yegâne şey bir parça nesnedir; New York, öznelerin karşısında onların nesneleşmesidir, sürekli bir kovuluş halini takip eden bir makinedir. Luciana, aynı anda birden fazla işte çalışırken tanıdığı Olga ona bir iş önerir ve Luciana böylece “parti”ye katılır. Bu partide kadınlar zehirli örümceklerin altına çıplak şekilde yatıyorlardır ve onları izleyen seyircilerinin bahislerine konu oluyorlardır. Modern zamanların bu gladyatör şovunda kutsanan ve tüketilen şey en “vahşi” haliyle erkeğin katletmesi değildir. Modern zamanlar yeni bir tüketim geliştirmiştir: Pasifleştirerek tüketme, bu bir şekilde tecavüzdür, öznelerden birinin mutlak bir şekilde yok edilmesi yahut yok sayılarak varlıklaştırılması. Bunu biraz açayım: Pornografi bunun için en iyi örnek olacaktır.
Pornografi, kadını bir tür edilgen hale sokarak onu yoklaştırır. Kadın, tüm varlığının içerisinde bir tür bedene parçalanır. Tüm haliyle bulunamayacağı bu hali bir çift göğse, kalçaya yahut baldıra dönüşür. Bu “etin cinsel politika”sıdır. Pornoda erkek bir tür penis olarak mevcuttur, o da tüketilir elbette ama kadın edilgen haliyle aşağıdadır, edilendir. Bu, varlığın yoklaştırılmasıdır yani parçalanmadır. Most Beautiful Island’daki parti gösterisinde ise kadın çıplak haliyle yatar ve üzerinde gezen örümcek bir şekilde Amerika’ya, ataerkiliteye ve pornografiye döner. Örümceğin olduğu kadarıyla eti canlıdır ve tüm gözler örümceğin olduğu yerdedir. Örümcek bir tür penise dönüşür, pornografide nasıl ki penis takip ediliyorsa filmin sahneleri boyunca her iki izleyici de (filmdeki ve koltuklarındaki) örümceği takip eder. Kadın ve kadınlığın olmayışı bir tür öldürme ile tüketilecektir. Olga dayanamaz, o da partiden önce krize giren kadınları takip eder; Luciana ise bir tür transa girmiş halde örümceği eline alıp bekler. Alacağı parayla yapacağı şey ise parası olmadığı için hiçbir zaman alamadığı bir külah dondurmayı, durarak yiyebilmektir. Bu bir yandan normalleştirme hareketi iken bir yandan da kapitalizmin yalnızca belirli bir sınıfa bırakabildiği lükstür: Hiçbir şey yapmamak. Film, Luciana’nın “büyük elma”yı vurguladığı reklam panosunun altından gitmesiyle biter. Filmin başında gözetlediğimiz kadınları tüketmişizdir ve o kadınlar sokaklara karışmıştır. Her sokakta aynı kadınlık tüketilmiştir.
“Me Too” Hareketi Ardından:
Peki, “Me Too” ile Most Beautiful Island’ın alakası ne? Serap Şen’in incecik emeğiyle kendi bloğunda çevirdiği “Lili Loofbourow”dan “Erkek hazzının kadın bedeli”(1) yazısı ile liberal feminizmin çelişkisinde bu soru’nun cevabını bulabileceğimizi düşünüyorum. Loofbourow yazısında Aziz Ansari’nin cinsel tacizini örnek veriyor. Hollywood’u da kapsayacak yazısında “kötücül tiplemeler” diyebileceğimiz “açıkça/belirgin” denilen örnekleri me too’yu desteklemeye yatkınken bunun nasıl da derinleşmediğini ve nasıl da sınırlar ile kısıtlı bir tahammüle sahip olduğunu anlatıyor. Kadınların, seks sırasında acı çekmeyi yahut kendilerini rahatsız eden durumlarda niçin pasifize olduklarını toplumun bağlamında inceliyor. Bunun toplumsal cinsiyet gibi bir tür normleşmiş hal olduğunu, tıbbın bile bu alana eğilemediğini gösteriyor. Kadınlar, toplumsal baskı karşısında acı eşiklerini özellikle de cinsellikte bir tür mimlemeye götürürken orgazm taklidi yapmak zorunda kalacak cinsel varlıklarını baskılıyorlar. İşte, bu baskılanma meselesi bir tür kadınlık inşası ile ilgili. Bu hem güncel yaşamda hem de kurgusal yaşamda sorunsal olanların özü. Oysaki “me too” hareketi tıpkı ilk dalga feminizm diye adlandırılan feminizmi takip edip belirli sınıfın, belirli gelirin, belirli sorununa odaklanıp hiçbir şekilde sistemin özüne yıkıcı ve dönüşümcü bir eleştiri sunmuyor. Hareket, birkaç tecavüzcüyü ve tacizciyi hukukun ve sistemin şefkatli kollarına sunarken bir adım ileriye gitmeye kadınlığın inşa ve parçalanmasına ulaşmaya çabalamıyor. Hatta kendi bağlamı içerisinde bile Aziz Ansari örneği gibi sınırlara sahip. “Me Too”, Hollywood yaptığı herhangi bir işin içerisinde sıkışıp kalarak bir tür rahatlama sekansına dönüyor. Most Beautiful Island’de her şeye rağmen orada durmak zorunda kalan, işi sürdüren ve kaçıp gittiğinde ancak bir tür küçük hayali tüketen herhangi bir kadın aslında bu meselenin içerisindeki bir parçadır. Hollywood’da kadının konumu, filmlerdeki tüketimin peşinden gidilmediğinde filmdeki bir yan yok sayılmış oluyor: Ya izleyicilere ne olacak? Bundan keyif alan, bunu tüketen ve bu sebeple var eden izleyiciler sistemin üreticileri ve tüketicileri değil midir? “Me Too” hiçbir zaman tüketiciye karşı tavır alamayacak sorunlu, çelişkili ve eksik bir hareket olarak sönüp gidecek bir politik doğruculuğu aşamıyor. Çünkü kendi normları ve tabuları mevcut. Hareket, endüstriye bağımlı bir süreç olmaktan kopamıyor.
Sözün özü, dünyanın en güzel adasının sakinleri ne elmayı yasaklayan kişiyi soruyor ne de elmayı kimin yediğini; tüm bu şatafatlı ödül törenlerinin, “Ama artık yeter” denilen hareketlerin ardında, kameraların hiçbir zaman dönmediği tüm fluluğun içerisinde yürüyen, yaşayan ve ölen yine Luciana oluyor.
1) https://dunyadanceviri.wordpress.com/2018/02/12/erkek-hazzinin-kadin-bedeli-lili-loofbourow
Hacettepe Üniversitesinde Siyaset Bilimi bölümünde yüksek lisans eğitimi almaktadır; kendi blogunda amatör olarak başladığı film incelemelerini yine bir amatör olarak Cineritüel’de sürdürmektedir.