Made in Europe (2007) – İnan Temelkuran

Made in Europe (2007) – İnan Temelkuran

Share Button

Ülkenin içinde bulunduğu sosyo-ekonomik yapıyı göz önünde bulundurduğumuzda, çoğu insan için Avrupa’ya göç etmek hayatlarında yeni bir sayfa açmak anlamına geliyor. Oysaki çoktan yaldızları dökülmüş olan bu pembe düş, onlara yeni sayfalar açmak yerine daha da köşeye sıkıştırıp hırçınlaştırıyor. Vaat edilen cennetin bir yanılsama olduğunu fark etmek, “yırtmak” diye tabir edilen olgunun altının bomboş olduğunu görmek için, empati yapmak yerine kafamızı güvenli sulardan kaldırıp çevremize bakınmak yeterli olacaktır. Binlerce kaçak göçmen sokaklarda yaşıyor, çoğu sağlık yardımına muhtaç ve açlıkla mücadele ediyor. Yurtdışında yaşayan kaçak göçmen Türkiyelilerin sadece “yurtdışında” olduğu için bunlardan muaf olduğunu düşünmüyorsunuz değil mi?

Küçücük, izbe, asla tam aydınlanmamış tek göz odalar, belki kendi yaşamları için savaşmak zorunda kaldıkları için arka planda, TV ekranlarındaki savaşı ciddiye al(a)mayan, dünyanın dört bir köşesine yayılmış genç göçmenlerin hayatlarından küçük bir kesite odaklanan İnan Temelkuran’ın ilk filmi Made in Europe; üç farklı şehirde aynı zorluklarla mücadele eden gençlerin hayatlarına izleyicisini ortak ediyor.

Tek bir gecede Berlin, Madrid ve Paris’te çoğunlukla Türkiyeli göçmenler arasında geçen film, üç ayrı öyküyü barındırıyor. Öykülerin merkezinde Avrupa’daki göçmenlik olgusu var. Oturma izni olmadan oradan oraya savrulan ve hayalet misali Avrupa’da gezinenler ile çalışma koşulları yüzünden köleleşmiş ve sinmiş göçmenlere kamerasını çeviren İnan Temelkuran, erkeklik söyleminin de altını başarıyla oyuyor.

Sorun mu, İnsan mı?

Made in Europe’da farklı şehirlerde, farklı insanlar üzerinden anlatılan üç hikâye aslında birbirlerinin değişik versiyonlarından ibaret. Temelkuran “erkeklik” parantezine alarak kronikleşen problemleri masaya yatırıyor: İşsizlik, güvensizlik, küçük görülme, çıkışsızlık hissi bunlardan bazıları. Dönerci salonlarına, kahvehanelere ya da tek göz odalara sıkışmış olmalarına rağmen, bu gençler erkeklik hallerinden vazgeçmiyorlar. Belki de Türkiye’den yanında getirdikleri tek şey o bıçkın tavır. Ancak kamera biraz uzaklaşıp o sıkıştıkları yerden çıktığında, aslında bu erkeklik tavrının içinin boş olduğunu görüyoruz. Söz ile kurulan bu erkeklik halleri ancak kendi çöplüklerinde geçerli. Bu yüzden de her ne kadar birbirlerine güvenmeseler hatta nefret etseler de birbirlerine ihtiyaçları var. Ancak birlikte var olabileceklerinin de farkındalar, sadece bunu dillendiremiyorlar.

Bu söyleyememe hali filmin genel tonunda da oldukça önemli bir yer kaplıyor. Yukarıda bahsettiğim söz ile kurulan erkeklik hallerinden türetilen jargonun arkasına sığınıyorlar, çoğu kez de seslerini ancak kendi grupları içinde duyuruyorlar. Bu açıdan Avrupa’da bir hayalet gibi dolaşmaları mecazi bir kavram olarak önem kazanıyor. Sadece kendi içlerinde var olduklarını fark ettikleri anda ise vurdumduymazlığın esiri oluyorlar. Bu açıdan serserilik yapacaklarına çalışsınlar diyemiyoruz. Hem nerede çalışacaklar, ne iş yapacaklar sorularının karşılığı da sınırlı. Az ücrete kaçak işçi olarak, güvencesiz ve ağır işlerde çalışmalarını mı tavsiye ediyoruz, yoksa döner tezgâhının başında kalmalarını mı? İki durumda da yeteneklerinin hiçe sayıldığını, bu sayede ezilip sistem tarafından ehlileştirildiklerini görmek gerekiyor.

İnan Temelkuran bir tarafa erkek olma halleri ve sözle kurulmuş iktidarları; diğer tarafa ise, göçmenlerin o şizofrenik doğasını koyuyor. İçerden bir bakış açısıyla, kendi tabiri ile “onları satmadan” öyküsünü anlatıyor. Göçmenlerin Avrupa’da yaşayan “sorun”dan ibaret olmadıklarını, “insan” olduklarını anımsatıyor. Bizim de çevremize her baktığımızda bunu hatırlamamızda fayda var. Çünkü göçmen ya da mülteci konumunda olmak için illaki Türkiyeli olmak gerekmiyor.

#cineritüeltop150

twitter.com/gok_gkhn

, , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir