James Joyce’un ölmeden önceki son cümlesi için bir söylenti vardır ki -tıpkı onun Ulyyses’indeki “yes” vurgusu gibi- tarihin onsuz kısmında dolanır durur:
“Kimse anlamıyor mu?”
Vincent van Gogh, Avrupa’nın samanyolları boyunca gözlerini kozmosun bir başka hattına yöneltmiş bir sanatçıdır. Toplumun intihar ettirdiği* biri olarak ölümü, onun yaşamına değer katan, onu anlatan, niteleyen bir şey olmamıştır; Vincent’ın anlamı, ölümünde saklı değildir. Joyce’un son sözlerinin ilginç bir selamda bulunduğu intiharı, onun yaşamındaki anlamın yalnızca bir parçasıdır. Gogh öldürülmüştür, evet, toplum onu her öteki gibi, her çılgına, gezgine, dalgına, yaratıcıya yaptığı gibi öldürmüştür. Gogh delidir, evet; çünkü aklı, yaşamı olduğu gibi görmekle yetinmez. Her binadan her yıldıza kadar her şeyin içerisinde onu çeken, gözlerini düşündüren sonsuz bir hareket ve yinelenme mevcuttur. Bu yinelenme ki asla bir tekrar değil, tam tersine devrimsel bir dönüşümdür. Kozmos öyle bir dans ediyordur ki bulunduğu her parenin her bir saniyesinde baş döndürücüdür; kozmos, yitmeyecek bir tedirginliktir.
Vincent, -onun için asla çirkin olamayacak- bir kargadan henüz yaşayan çiçeklere kadar yaşamın yalnızca alışılmış boyutunu değil gecenin, binaların, yolların içindeki yaşam pırıltılarını da bakışıyla aktaran ve onların peşinden giden bir sanatçı, bir yaratıcıdır. Vincent’ın yaşamı, sözlerinin, paltosunun, ayakkabılarının içinde olmadığı gibi kurşun yemiş karnının içinde de değildir. Vincent, yaşamı ve kendi yaşamını kanvaslarına, dört tahtanın arasına yerleştirmiştir. Herhangi bir pencerenin herhangi bir görüsüne sığabilecek tabloları bir dışarı tasviridir. “Ey insanlar, ne korkunç bir yalnızlıktasınız evlerinizde! Ey insanlar, ne korkunç yalnız bıraktınız beni!” sessizliği ile sokakları arşınlayan Vincent’ın tablolarında, yaşam en korkunç halinde neşelidir, emek en korkunç halinde parıltılıdır ve her renk bir başkasına ve her ten bir diğerine öyle karışmıştır ki, yalnızlık karmaşık olduğu kadar imkansızdır da!
Vincent, toplumun öldürdüğüdür, evet ama bundan ibaret değildir; Vincent, topluma rağmen yaşamış, yaşatmıştır. Onu ölümünde arayan her Armand’ın arayışı sonuçsuzdur çünkü Vincent’ın vedası çok narin iki şey içerir:
“Ellerini sıkarak
Sevgilerle, Vincent”
Bu son cümleyi takip eden Loving Vincent filmi de Vincent’in ölümünü arayan Armand’ı Vincent’in tablolarının tekrar yapımlarıyla tasvir eder. Vincent’in ölümü de tıpkı yaşamı gibidir, eserlerindedir. Armand ve filmdeki tüm karakterler Vincent’in dönüşümcü renklerinin danslarında çizildiklerinde ortaya çıkan şey var olabilecek en ince anlatımlardan biridir: Vincent yoktur, yitmiştir ama yaşam onun çizgileriyle içlidir. Armand, kendisine Vincent’in gözleriyle bakamaz olduğu sürece Vincent’i ölümünde aramaya mecburdur, işte bu arayıştaki kısırlık açılmamış bir mektupda maddeleşir. Sır, eldedir; sır, bir kağıdın üstündedir tıpkı tablolar gibi. Vincent, ölümünü de yaşamı gibi anlatır: Birinin eserlerine bakıp ne kadar derinler demesi onun için yıldızlaşmış bir ölümdür. Yani mana başkalarında değildir, Vincent’in manası çizilidir, tükenmezdir ve kesin bir şekilde görsel bir döngüdedir.
Loving Vincent, binlerce tablo ile yeni bir film deneyimini, incecik bir emeği yaratmanın yanısıra tarihin biricik ressamlarından birini “onca” anlatıyor; senaryo, konuşmalar, karakterler kendilerini anlatıyorlar, Vincent ise o her bir binlerce çizimden seyirciye bakıyor.
*http://www.e-skop.com/skopbulten/van-gogh-toplumun-intihar-ettirdigi/687

Hacettepe Üniversitesinde Siyaset Bilimi bölümünde yüksek lisans eğitimi almaktadır; kendi blogunda amatör olarak başladığı film incelemelerini yine bir amatör olarak Cineritüel’de sürdürmektedir.