- Genç Karl Marx (Le jeune Karl Marx) filminin ismini duyduğunda birçok izleyicinin kafasında oluşan Marx imgesinin filmin anlatısında nasıl kurulacağı sorusu, daha filmi izlemedenseyircinin zihninde işleyen meraklı bir süreci tetikler niteliktedir. Nihayetinde yaşarken varlığı, öldükten sonra da hayaleti sınırları dolaşan ve hala kapitalizmin korkulu rüyası olan bir düşünür ve eylem insanını popüler bir ürün olarak ortaya koyma çabası bile oldukça tartışmaya açık ve zorlu bir uğraş gibi duruyor.
Bir “ana metin” olan filme geçmeden önce “yan metinler” izleyiciyi bir filmin dünyası hakkında koşullamak için işe koyulurlar. Thomas Elsaesser, edebiyat araştırmacısı Gerard Genette’nin bir metni çevreleyen, bir parazit gibi onu işgal eden bir geçiş uzamı sağlayan “yan metinler” kavramını sinema açısından da benzer bir şekilde kullanır. Ona göre, yan metinler izleyiciye hitap eder, beklentinin ufuklarını önceden yapılandırır. Bir filmin afişi, mottosu, jeneriği ve bunlardan en önemlisi belki de filmin ismini yan metinler olarak ifade edebiliriz. Genç Karl Marx (Le jeune Karl Marx) filminin ismini duyduğunda birçok izleyicinin kafasında oluşan Marx imgesinin filmin anlatısında nasıl kurulacağı sorusu, daha filmi izlemeden seyircinin zihninde işleyen meraklı bir süreci tetikler niteliktedir. Nihayetinde yaşarken varlığı, öldükten sonra da hayaleti sınırları dolaşan ve hala kapitalizmin korkulu rüyası olan bir düşünür ve eylem insanını popüler bir ürün olarak ortaya koyma çabası bile oldukça tartışmaya açık ve zorlu bir uğraş gibi duruyor. 36. İstanbul Film Festivali’nde izleyici ile buluşan Genç Karl Marx filminin senaryosunda Pascal Bolitzer ile birlikte çalışan Raoul Peck bu heyecanlı ve bir o kadar zahmetli işe imza atan yönetmen.
Marx ve Engels’in coşku dolu dostlukları ve ayrıca ikisinin de hayatlarını paylaştıkları sevgilileriyle olan ilişkileri, Fransa sokaklarında sarhoş halde dolaşmaları, yazma tutkuları ve Brüksel’de sürgündeyken mektuplaşmaları filmde samimi ve sıcak bir atmosfer oluşturuyor. Filmin başlarında, Engels’in babasının patronu olduğu fabrikada Mary Fury adında asi bir işçi fabrikadaki çalışma koşullarına en güçlü itirazları yönelttiği için fabrikadan kovulduğunda, filmde aynı zamanda işçilerin sesinin duyulacağına dair bir beklenti oluşturur. Ancak bu sahne sadece Engels’in Marx’ın “neden bir aristokrat olarak işçi sorunlarıyla bu kadar ilgileniyorsun,” sorusuna “benimkisi bir gönül meselesi,” olarak cevap verdiği o aşk kıvılcımlarının başlangıç sahnesi olarak kalır. Mary Fury, asiliğiyle ortaya çıktığında Engels ondan etkilenir ve babasına rest çekerek safını işçilerin yanı olarak belirler. Filmde işçilerin, teorik meselelerin tartışma teması olma dışında pek görünür olmadığını söylemek mümkün. Daha çok bir arka fon ya da kimi boşluklarda görsel bir malzemeye indirgenmiş gibi dururlar. İşçiler bir çizgi romandan çıkmış gibidirler ve bu onların gerçekliklerini oldukça belirsizleştirir. Bu da, bir burjuva-karşıtı olan Marx’ın dünyasını yansıtırken burjuva karşıtı bir film yapma çabasında olan sinemacının burjuva konumunu sabit tutar.
Film doğrusal anlatısı ve kimi aksiyona kaçan sahneleriyle klasik estetiğin unsurlarını taşır gibidir. Bu yönüyle de popüler bir filmin özelliklerini taşır. İşçiler, filmin anlatısının merkezinde olmaktan çok bir araç gibi dururlar. Marx’ın 1844-48 yıllarının anlatıldığı biyografik filmde Engels ile tartışmaları, anarşistlerle ve genç Hegelcilerle girdiği polemikler ve eşi ile olan ilişkisi baskındır. Özellikle film boyunca Marx’ın Proudhon’a yönelik eleştirileri ve açtığı savaş ön planda tutulur. Hatta filmin sonlarına doğru, filmin en doruk noktasını oluşturan sahne, Eşitlik Birliği kongresinde Engels’in delege seçilmesiyle kongrenin isminin Komünist Birlik olarak değiştiği ve genç Komünistlerin Anarşistlere karşı zaferi ile sonuçlanan sahnedir. Engels, bütün insanların kardeş olduğuna inanmadığını söyler ve sadece Proleteryanın kardeş olabileceğini savunur. Proudhon’un kitleye ateşli bir konuşma yaptığı filmin başlarındaki sahnede de “Mülkiyet hırsızlıktır,” diyen Proudhon’u dinleyen Marx ona itiraz eder ve hangi mülkiyetin hırsızlık olabileceğine dair bir soru sorar. Marx, proleteryanın elinde olması gereken üretim araçlarını hatırlatır. Filmin başlarında Anarşistlerle girilen tartışmaların filmin sonuna doğru dozu artar ve neredeyse filmin tüm anlatısı anarşistlerle hem fikirsel hem de iktidarca olan bir mücadelenin üzerine oturtulur. Filmin en başında Marx, genç Hegelcilerin oluşturduğu “Hür İnsanlar” toplantısında “Biricik Ben ve Mülkiyeti” kitabının yazarı bireyci Anarşist Max Stirner ile tartışır. Ancak Henri Arvon Anarşizm adlı eserinde Bruno Bauer’in yönettiği bu toplulukta Stirner’in Engels ile karşılaştığı ama Marx’la az bir zaman farkıyla karşılaşamadığını yazar. Stirner ve Marx’ın karşılaşıp karşılaşmadığı belki önemsiz bir mesele ama daha önemlisi Marx’ın gençlik dönemini sadece Anarşistlerle girdiği polemiklerle geçirip geçirmediğidir. Evet, Marx çoğu fikirlerini o dönemde şekillendirmeye başlamış, diğer düşünürlerin görüşlerinden etkilenip onlara yazdığı eleştiriler kendi fikirlerini şekillendirirken oldukça etkili olmuştur. Özellikle Marx’ın, Proudhon’un yazdığı Sefaletin Felsefesi kitabına cevaben yazdığı Felsefenin Sefaleti kitabı filmde işlenen bir konu olmuştur. Film bir yanıyla da felsefeci ve eylemcilerin isimlerinin zikredildiği ve her birinin fragmanlaştırıldığı bir geçit törenine dönüştürülmüştür. Bauer, Feuerbach, Stirner, Bakunin, Proudhon… Ancak Proudhon ile sürekli çatışmasının haricinde diğer isimler ekranda bir görünüp bir kaybolmuş ya da tek bir cümle ile geçiştirilmiştir.
Filmin yine de benim açımdan eksik yanı Marx’ı Anarşistlere karşı çok hırslı ve onlara karşı giriştiği mücadele ile sınırlamasıdır. Çünkü eğer Marx’ın 1844-48 arası dönemi anlatılıyorsa, Marx’ın bu dönemde ayrıca kendisine kalan mirasın bir kısmıyla Belçika’da devrimci bir harekete geçmek için birleşen işçileri silahlandırmak için kullandığı, ayrıca mülteciler ve işçilerle sık sık görüşmeler yaptığı gerçeği de bu dönemin bir parçasını oluşturuyor. İşçiler ve mültecilerle onu ilişki içerisinde gösteren neredeyse tek bir sahne bile yoktur. Yönetmen Marx’ın gençlik dönemini anlatırken yaşadığı maddi sıkıntılar, Engels ile dostluğu, eşine olan aşkı ve Anarşistlerle olan ilişkileri ile sınırlamayı tercih etmiştir. Film işçileri sadece dramatik yapıdaki işlevselliği açısından görünür kılması açısından eleştirilebilir. Ancak bütün bunlara rağmen filmin Marx’ın hayatına ve eserlerine yönelik bir heyecanı taşıdığı ve izleyiciye de aktardığı bir gerçektir. Kitaplarında geçen kimi cümlelerin üzerinde durulması, Marx’ın onları yazarken duyduğu coşku ve zekasının parıltılarının filme yansıması eserlerine yönelik merak uyandırıcı bir etki taşımaktadır.
İngilizce Öğretmenliği’nden mezun. Bilgi Üniversitesi Kültürel İncelemeler Bölümü’nde yüksek lisansını tamamladı. Yüksek lisans tezini Haneke’nin kent üçlemesi ve modern bireycilik üzerine çalıştı. Şu an bir kurumda Sinema ve Kent üzerine atölye çalışması yürütüyor.