Fernando Solanas sadece yaptığı filmlerle değil, sinema anlayışını yansıtan kuramsal manifestosuyla da üçüncü sinemanın en önde gelen temsilcisidir. Bir yandan film yapmak üzerine öne sürdüğü teorileri, diğer yandan yaptığı filmleri ile kendisinden sonra gelen sinemacıları fazlasıyla etkilemiş ve üçüncü dünyada yeni bir sinema anlayışının ortaya çıkmasına ön ayak olmuştur. Ulusal tarihi, sömürgecilik tarihiyle iç içe geçmiş olan Arjantin’in bu büyük sinemacısı politik sömürgeciliği ekonomik ve kültürel sömürgecilikten ayırmıyordu. Sinemayı devrim açısından önemli görmesinin arkasındaki sebep de işte bu. Tüm kitle iletişim araçlarının sömürgeleştirmeye yönelik kullanıldığı bir dünyada sinemayı sömürgeciliğe karşı kullanma cesareti göstererek politik devrim için kültürel altyapıyı hazırlamaktı Solanas’ın en büyük amacı. Bu bakımdan siyasi ideolojisini tüm filmlerinde açıkça görselleştiren Arjantinli yönetmenin, Türkçe’ye Kızgın Fırınların Saati adıyla çevrilen La Hora de los Hornos‘u muhtemelen filmografisindeki en çarpıcı film.
Açılış sahnesinin ilk karesindeki karanlığın içinde yakılan ateş gibi yakıcı bir film olan La Hora de los Hornos açlığın coğrafyasını – yani Arjantin’i – ele alan 260 dakikalık bir belgesel. Hem süresi hem de içeriğiyle seyircilerine zorlayıcı bir sinema deneyimi sunan film, Arjantin’deki yeni sömürgecilik dönemine odaklanıyor.
Arjantin’e gelen ilk sömürgeciler olan İspanyollar ve sonrasında İngilizlerin ardından, artık yeni sömürgecilik döneminde ülke her bakımdan ABD işgali altındadır. Latin Amerika’nın diğer ülkelerine göre daha şehirleşmiş yapısı, eğitimli insanları ve üretim gücüne rağmen sömürgecilikten dolayı Arjantin’de ekonomi zamanla kötüleşir. Zaten işçiler çok ağır şartlarda çalışıyorlarken, bir de işten çıkarmalar başlar. İnsanların alım güçleri düşer. İşlenen tarım arazileri azalır. Arazinin yarısı nüfusun %1.5’inin elindedir ve halkın %80’inin hiç toprağı yoktur. Açlık, hastalık, kötü beslenme özellikle kırsal bölgelerde kol gezer. Artık insanlar çocuklarına bakamayacak duruma gelmiştir ve onları doğumdan sonra terk etmeye başlarlar. Arjantin sınırları içinde toplam 900 bin terkedilmiş çocuk vardır ve bu şartlarda doğan her 10 çocuktan 4’ü ölmek zorundadır. Artık sıradan insanların günlük hayatı bile şiddet doludur ve tüm Latin Amerika ülkelerinde durum farksızdır.
Zengin-fakir uçurumunun çok keskinleştiği yeni sömürgecilik döneminde burjuvazinin merkezi olan Buenos Aires’teki durum ise kırsal kesimdekinin tam tersidir. İşte Fernando Solanas da bir silah gibi kullandığı kamerasını en çok onlara çevirmiş; çünkü Solanas’a göre eskiden İspanyollarla, sonra İngilizlerle ve şimdi ABD ile işbirliği içinde olan Arjantin burjuvazisi, sömürgecilerden bile daha büyük düşmandır. Bu yüzdendir ki burjuva ailelerinin meşhur mezarlığına Solanas’ın yıldırımlar düşürmesi boşuna değil.
Arjantin tarihinde bir dönüm noktası olan bu dönemde, büyük şair Jorge Luis Borges de dahil olmak üzere aydın kesim, halkına uzaktı ve Batı kültürünün etkisindeydi. Böylesi bir ortamda Solanas için yeni ve devrimci bir aydın sınıfının tanımını yapmak şarttır ve Arjantin’in devrimci mücadelesinde şüphesiz ki kendisi bizzat yaptıklarıyla bu devrimci aydın formunun vücut bulmuş haliydi.
Bu kült belgeselin ilk bölümü olan Yeni-sömürgecilik ve Vahşet’te Arjantin’de Peron öncesi dönemdeki durum tüm boyutlarıyla gözler önüne serilirken, filmin ikinci bölümü olan Özgürleşme Mücadelesi’nde Juan Peron’un iktidara gelmesiyle ülkede her şeyin bir süreliğine tersine dönüşü ama Peron iktidarının bitimiyle Arjantin için eskisinden bile daha kötü günlerin gelişi tüm çıplaklığıyla anlatılıyor. Yine de Arjantin halkı için bu süreçte yaşanan acıların bir faydası vardır; mücadeleden edinilen deneyimler üçüncü bölüm olan Vahşet ve Özgürleşme’ye taşınır ve film sömürgecilere karşı nasıl mücadele edileceğine dair yöntemler anlatılarak biter.
Film tamamlandığında kimse bilmiyordu ama biz şu an biliyoruz ki Fernando Solanas sonuna kadar haklıydı.
Solanas Üçüncü Bir Sinemaya Doğru makalesinde, sömürülen halkların kendilerini anlatabilmelerinde kitapların yetersiz kaldığını, asıl kullanılması gerekenin sinema olduğunu yazıyordu. Bu yolda sinemayı sadece bir araç olarak kullanmasından olsa gerek, Solanas filmin üslubunu manifestosuyla aynı biçimde didaktik bir anlatımla oluşturmuş. Filmde kullanılan ara yazılar ve dış ses de manifesto havasını güçlendiren unsurlar. Hatta dış sesin okuduğu metinlerde Solanas’ın makalesinden birebir alıntılar da mevcut. Yönetmene göre gerilla sinemasına halkın tüm kesimlerinden destek verilmesi şart. La Hora de los Hornos da çiftçiler, işçiler, öğrenciler, aydınlar ve sendikaların yardımlarıyla çekilen bir film olma özelliğine sahip. Kısacası film için ‘Üçüncü Bir Sinemaya Doğru’ makalesinin görselleştirilmiş hali demek pek de yanlış olmaz.
Solanas’ın sinemaya bakışı Eisenstein’ın devamı niteliğinde olmanın yanı sıra filmde kullanılan kurgu tekniği de Eisenstein ile büyük benzerlik göstermekte. İfadesiz insan yüzlerinin dönemin tarihsel olaylarıyla iç içe kurgulanması film boyunca bize daha gelişmiş, daha çok katmanlı bir Eisenstein filmi seyrediyormuşuz hissi veriyor. Eisenstein’ın Marksist diyalektikten sinemaya uyarladığı kurgu tekniğinin en net örneğini ise ışıl ışıl ürün reklamlarıyla mezbahada kesilen hayvanların paralel kurgusunda bulmak mümkün.
Fondaki bitmek bilmeyen iş makineleri, sirenler ve çocuk bağırışları Solanas’ın seyirciyi uyanık tutmak için kullandığı Brecht-vari bir yöntem. 260 dakika boyunca seyircinin filmden kopmasını engellemek için böylesi dürtmelere ihtiyaç duyan yönetmenin diğer filmlerinde de benzer yöntemler bulunmasına rağmen, Türkiye’de Reha Erdem’den bildiğimiz yaratıcı ses kurgusunun dünya sinema tarihindeki en iyi örneklerinden biri La Hora de los Hornos’tadır desek yanlış olmaz.
Film, burjuvaziye Yılmaz Güney’in Arkadaş filmiyle hemen hemen aynı yerden bakıyor. Yine de bu sarsıcı belgesel, Arkadaş’a nazaran çok daha sert, doğrudan ve iyi yapılandırılmış bir anlatıma sahip. Paris’teki sürgün yıllarında iki dost olan Solanas ve Yılmaz Güney arasında filmlerine de yansıyan böylesi ortak bakış açılarının bulunması bu açıdan pek de şaşırtıcı değil.
Filmle ilgili olumsuz düşündüğüm tek nokta ise Solanas’ın popüler kültüre karşı takındığı eleştirel tavır. Yönetmen, rock müzik dinleyip dans eden kızlı erkekli grupları o kadar antipatik gösteriyor ki onları apolitik ve neredeyse işbirlikçi gibi sunuyor filminde. Bu durumda Hippie kuşağı için nasıl bir söylem geliştirmek gerekir acaba? Hippie hareketinin apolitik veya işbirlikçi olduğunu söylemek biraz haksızlık olmaz mı?
Sanki Hippieler’e Biraz Haksızlık Yapılıyor
Pierre Bourdieu egemenliğin nasıl oluşturulduğunu ve nasıl sürekli yeniden üretildiğini kuramsallaştırırken, kültürel kapitali ön plana çıkarır. Kültürün yeniden üretimi sayesinde sosyal farklılıklar meşrulaştırılarak sosyal dünyanın yeniden üretildiğini söyler. Kültürün yeniden üretimi de sadece dil ve ideoloji yoluyla değil aynı zamanda günlük pratikler, tüketim ve beğenilerle gerçekleştirilir; çünkü beğenilerimiz ve beğenilerimize bağlı olarak tüketim alışkanlıklarımız ve günlük pratiklerimiz kültürümüz tarafından belirlenir. İşte bu yüzden evrensel beğenilere sahip değiliz. Hepimizin beğenileri, içine doğmuş olduğumuz sosyal çevre tarafından – Bourdieu’nün terimiyle, Habitus tarafından – şekillendirilir. Habitus tarafından şekillendirilen kültürel kapitalimizi de sosyal alandaki günlük pratiklerimize dönüştürürüz. Yani, Habitus doğduğumuz yer, kültürel kapital sahip olduklarımız ve sosyal alan da oyunu oynadığımız yerdir. Sonuçta, yaşadığımız sosyal çevrenin egemen ideoloji tarafından yaratıldığını göz önünde bulundurursak, Bourdieu gibi biz de günlük pratiklerimizin ideolojik olduğu sonucuna ulaşırız. Yani günlük hayatımızda rock müzik dinleyip dans etmeyi sevmemiz de ideolojiktir, La Hora de los Hornos’u seyretmemiz de.
Bu günlük pratik ve ideoloji arasındaki ilişkiyi Fernando Solanas da filminde kuruyor. Filmde bariz bir biçimde rock müzik dinleyip dans eden kadınlı erkekli gruplar antipatik gösterilmiş, apolitik ve hatta neredeyse hain diye suçlanmış. Solanas’ın bu insanlara karşı olumsuz tavrı, rock müziğin ve dansın içsel olarak kötü olduğunu düşündüğünden değil bu pratiklerin egemen ideolojiyi yeniden ürettiğini düşündüğünden. Bu yeniden üretim sürecinde rock müziğin ve dansın yer almasının sebebi ise popüler olmaları. Onun dışında, bu pratikleri egemen ideolojiyle ilişkilendirmeye ortam sağlayacak içsel, karakteristik özellikler yok.
Yani, Fernando Solanas aslında popüler kültürün egemen ideolojiyi yeniden ürettiğini söylüyor. Genel olarak, bunu söylerken haklı olabilir. Popüler kültür neredeyse her zaman apolitiktir. Mevcut siyasi, sosyal ortama dair hiçbir şey içermez. Hatta bunlardan kaçınmak için neredeyse özel bir çaba gösterir. Çok geniş kitleleri etkiliyor olması sayesinde, egemen ideolojiye karşı muhalif sesler çıkma ihtimalini de doğal olarak düşürür. Böylece, egemen ideolojinin gücüne zarar verme potansiyeli olan şeyleri etkisizleştirdiği için egemen ideolojiyi bir açıdan yeniden üretmiş olur.
Buna rağmen, bir şey popüler oldu diye, onun egemen ideolojiyi yeniden ürettiğini peşinen söylemek mümkün müdür? Bana kalırsa, popüler olan her şeye karşı otomatikman böylesi olumsuz bir tavır takınmak kimi zaman doğru olmayabilir. Bir yandan popüler kültürün parçası olup, diğer yandan egemen ideolojiye karşı olan şeylere verilebilecek örneklere pek sık rastlamasak bile, teorik olarak bu örneklerin mevcut olamayacağını düşünmek büyük bir yanılgı olur. Yani, La Hora de los Hornos herkes tarafından çok beğenilseydi ve popüler olsaydı, bu durum filmin değerini düşürmezdi; çünkü filmde insanların onu nasıl algıladığından bağımsız öz bir değer mevcut. İnsanlardan nasıl tepki alırsa alsın, filmin öz değeri buna bağlı olarak düşmez.
Her ne kadar hem popüler hem de egemen ideolojiye karşı bir örneğe rastlamak kolay olmasa da, tam da rock müzik ve dans özelinde böyle bir örnek mevcut. Fernando Solanas bunu popüler kültürle ilişkilendirerek rock müzik dinleyip dans ederek eğlenen insanları devrimci mücadelenin düşmanları gibi gösterirken, aynı özelliklere sahip Hippieler ve Hippie akımına haksızlık yapmış olmuyor mu? Hippie akımı, 1960’ların sonlarında ABD’de ortaya çıkan ve tüm dünyaya yayılan bir gençlik hareketiydi. Hippieler kendi komünitelerini oluşturarak, rock müzik dinleyerek, cinsel devrimi sahiplenerek, uyuşturucu kullanarak alternatif bir hayat tarzı geliştirdiler. Bunlar doğum kontrol haplarını savunan, ABD’nin Vietnam politikasına karşı çıkan, insan haklarında özgürleşme talepleri olan, feminizm ve gay hakları konusunda mevcut siyasi iktidarla ters düşen insanlardı. Yani, Hippie hareketi bir bakımdan ütopyacı sosyalizmin son örneğiydi ve bu hareket o kadar popüler oldu ki, Hippie modası ve değerleri müzikten televizyona, sinemadan edebiyata kadar birçok alanda etkili oldu.
Tüm bu özelliklere sahip ve mevcut egemen ideolojiyle hiçbir zaman iyi geçinemeyen Hippielere apolitik, hain, burjuva veya sömürgeci yandaşı demek fazlasıyla haksızlık olur. İşte bu noktada, Fernando Solanas’ın büyük bir yanılgı içinde olduğunu düşünüyorum.
Sona gelirken, birinci dünyanın Arjantin’i işgal ederken bunu demokrasinin gelişi olarak sunması, 1968 yapımı filmle bugün arasında doğrudan bir bağlantı kurmamızı sağlıyor. Ne de olsa bugün batının üçüncü dünya ülkelerindeki işgallerini demokrasinin gelişi olarak lanse etmesinin hiç de yabancısı değiliz. Haliyle, Fernando Solanas’ın belgeseli bir anlamda bugün içinde yaşadığımız dünyayı anlatan bir film ve görünüşe göre daha uzun yıllar da anlatmaya devam edecek.
Sosyoloji bölümü mezunu. Birkaç sinema filminin prodüksiyon aşamasında yer aldıktan sonra 2013 yılında Sinema Kafası’nı kurdu. Yazılarına Cineritüel’de devam etmekte, sinema doktorası yapmakta ve çevirmen olarak çalışmaktadır.