Hazzın bir ideolojisi var mıdır? İkinci Koronavirüs yazısında bahsetmeye çalıştığım ideolojinin yüce nesneleri tartışması bizi ister istemez haz tartışması yapmaya götürür. Bu tartışma esasen köklerini eleştiri okullarından türetir –en azından benim okuduğum hat böyleydi-. Çok öncelere gitmeden kabaca özetlersek: 20.yüzyıl okulları, Fenomenoloji, Varoluşçuluk ve Yapısalcılık olarak sıralanabilir, isteyen ‘yapısalcılığın kuzeni’ olan Rus Biçimciliği’ni de ekleyebilir bu okullara.
Sanatın ya da edebiyat eleştirisinin doğasına ilişkin yapılan tartışmalarda; gerçekçilik-modernizm, yapısalcılık-postyapısalcılık, modernizm-postmodernizm gibi ikiliklerin müktesebatına bakıldığında hazla ilgili derin bir spekülasyon olduğu görülür. Eleştiri okullarının da bu ikilikler üzerinden anlamaya çalıştığı şey, haz meselesinin hem metinsel anlamda hem de gündelik yaşam pratikleri anlamında nasıl konumlandığıdır. Tabii tek uğraş alanları bu değildir bahsi geçen okulların ama önemli bir mesele olduğu çok açık. Hatta tartışmalar 20.yüzyılla da sınırlı kalmamıştır, Zizek, Alenka Zupancic ve Mladen Dolar’ın en önemli temsilcileri olduğu Lübliyana Psikanaliz okulu, yoğun bir şekilde 21. yüzyılın haz şubesi olarak çalışmaya devam etmektedir. İyi de etmektedir, çünkü neticede hazzı örgütleyen neoliberalizm de hala iş başında.
Hazzın Tarihselliği Nasıl Mümkün Olur?
Baştan söylemeliyim ki bu bahsettiğim ikilikler ne yazık ki Türkiye’deki laik-dindar, doğulu-batılı, sağcı-solcu, taşralı-kentli, dost-düşman vs. ikilikleri gibi hemen taraflardan birini seçip angaje olmanın konforuna kavuşacağımız bir kafa rahatlığı vermiyor. Yani net sınırlarla çizilmiş bir ayrım söz konusu değil. Bugün gerçekçi diye okuduğunuz bir yazar, yapısal bir eleştiri sonunda tekrar okunduğunda bir bakmışsınız modern olmuş: bakınız Barthes’ın S/Z kitabında Balzac’ın Sarrasine’si üzerine eleştirisi ya da gerçekçi bir Las Meninas tablosunun, Foucault okumasıyla birden modern diye algılanması veya benzer bir şekilde Kristeva’nın Ölü İsa tablosu analizi. Ve evet, aslında algıların da tarihleri vardır, hatta algılar tarihseldir. İkilikler, algıların farklı kılıklardaki görünüşlerini ortaya çıkarmakta mahirdir, ama ya sonra…
Sonrasına sonra geliriz. Şimdi haz meselesine dönecek olursak. Önce belirtilmesi gereken bence, hazzın doyumdan farklı olduğudur. Yani o ünlü Lacancı jouissance, hazzı değil doyumu karşılar. Hazda doyum imkansızdır. Hep bir istek hali vardır. Haz tutkudan da farklıdır. Tutkuda haz, tek başına bir amaç haline gelir. Nesnesini, zembereğini kaybetmiş bir haz söz konusudur tutkuda. Öyle ki neredeyse hiçbir davranışı haz olmadan yapamayız. Zaten hazsız bir davranış pratiğinde bulunabiliyorsak orada saplantı doğar. Bu noktaya, faşizmin ideolojisi bahsinde dönebiliriz. Tartışmaya bir önermeyle devam edebilirsek eğer: “haz tarihseldir” biçimde formüle edebileceğim bir önermem var gibi. Ya da yazının sonunda karar verelim, olup olmadığına.
Doyuma ulaşma biçimlerimiz yaşantımızdan hareketle oluşan bilinçlerimizin dönüşümüyle şekillenir. Farklı bir şekilde ifade etmek gerekirse, jouissance’ın işlevi farklı tarihsel momentlerde farklı şekillerde tezahür edebilir. Ve bu doyum ne menem bir şeyse, aynı nirvana gibi, ya bir türlü ulaşılamaz ya da ulaşıldığında yok olur. Yani yok etmek için haz duyarız gibi bir sonuca varmak çok olası geliyor bu argümantasyonla. O nedenle hemen bu fasit yapısalcı yöntem dairesinden çıkıp, hazzın tarihselliği önermesinin kollarına geri dönelim.
Doyuma ulaşma bir nevi hazzın itici gücünden feragat etmektir. Bu nedenle, tüketim kültürünün temel dinamikleri, Marksist eleştirinin, kültürel eleştirinin ve Frankfurt Okulu’nun temel derdi haline gelir. Başta saydığımız yöntemci okulların göz ardı ettiklerini düşündükleri tüketim-haz arasındaki ilişki, bu eleştiri yaklaşımlarının hareket sahası haline gelir. Tabi bu kavramsallaştırma kültür sahasında oluyor.
Bir de bu ilişki kavramı hep yapısalcı bir bağlantı, yani kabaca Lacan formülasyonuna dönersek, bir gösterenin (nesne) diğer bir gösterenle kurduğu ilişkinin, gösterenin gösterilenle (kavram) ilişki kurmasını sağlayarak, gösterge dizgesi oluşturması anlamında anlaşılmalı gibi geliyor. Nesne ile kavram arasındaki ilişkiden bahsediyorum yani. İlişkinin kendisi gösteren ve gösterilen kiplerini içererek aşan bir konumlanış haline geliyor. O halde bu yapısalcı formül her zaman akılda tutulmalı çünkü haz tüketim ilişkisi buradan neşet ediyor. Tüketilen nesne değil, tüketimin kendisi bir haz ilkesi haline geliyor. Tüketimle kurduğumuz ilişki tüketilen nesneyi içererek aşıyor. Tıpkı Lacancı semptom ve fantezinin buradan neşet etmesi gibi. Hatta kısaca bu ilişki bahsinin bir öncesine, Roman Jakobson’a giderek bir uğrak noktası yakalayabiliriz. Jakobson, dilin ikili yapısının bir veçhesi olarak eşsürem-artsürem ikiliğinden doğan metafor-metonimi ayrımını yapar: bizdeki istiare ve mecaz-ı mürsel ayrımıdır. Lacan, Jakobson formülasyonunu kullanarak metaforu, idealize edilenin dışa vuruşu anlamında semptom olarak, metonimiyi ise fantezi olarak kurar. Bir de kendimizi sürekli aynasında gördüğümüz doxa’yı ifade eden Öteki vardır ki, fantezi hep bu Ötekinin semptomu olarak boy gösterir. Lacan’da hazzın görünüşleri vardır, biraz zorlarsak eğer, üstyapı eleştirisi vardır. Hazzın tarihselliği yoktur, ya da ben denk gelmedim, haz şubesine danışmak lazım.
Nostalji Semptomu
Hazzın asla doyuma ulaşmayacağı, zamanı hep bir önceki zamana ayarlı olan bir fantezi merkezi varsa eğer, işte o nostaljidir. Nostalji her zaman geçer akçedir. Çünkü hazzı hep ertesi zamana hapseder. Gelecek korkusunu geçmiş güzellemesiyle büyülemeye çalışır nostalji. Şöyle bir düşünürsek, baba-oğul, bir taşra çarşısını arşınlayan karakterlerin, bir bir komşulara selam vererek gezindiği o mahalle fantezisinin filmlerde ne kadar çok karşımıza çıktığını hatırlarız. Nostalji, fallik bir semptom olarak, hazzı baskılayıp, şimdiyi, geçmiş zamanın hayaletleri lehine işgal etme girişimidir. ‘Muhafazakar kisve’ bu nedenle hep nostaljik zamanda asılı kalır. Faşizmin yolları, nostaljik duygularla göz yaşlarına boğulan ve homososyal histeri krizlerinde debelenen ağabeylerin amcaların, bıyık burmasıyla döşelidir. Haz zaten yaşanmıştır nostaljide ya da hazzın yaşandığını düşündüğümüz, geçmişe ayarlı bir zaman dilimi illaki vardır. Bugün retro moda çılgınlığında, 70’ler, 80’ler sıcaklığını anlatan diziler filmlerde ya da herkesin birbirini tanıdığı, bacası mutluluk tüten naif taşra sıcaklığına duyduğumuz haslette, bu bıyık buruşların hışırtıları vardır. Çok kötücül bir okuma olabilir ama, evet, haz tarihseldir dediysek günümüz tarihsel momenti nostaljik büyülenmelerin geçmişe tepiştirdiği hazlardan oluşan kalın bir ideolojik fantezi tabakasıyla şekillendiği içindir bu kötümserlik. Yoksa bir neşe yazısı yazmak niyetindeyim.
Bir de bu tarihsellik bahsine değinmek gerek. Yoksa her ideolojinin kuyruğuna takılabilen muhafazakar kisve bizimde kuyruğumuza takılabilir. Şöyle ki, Marksist eleştirel perspektif, tarihsel materyalizm jargonundan hareket eder. Tarihsel materyalizm de 18.yüzyıl burjuva aydınlanmasının bir ürünü olan pozitivist materyalizmden farklıdır. Farkı şöyle ortaya koyalım: Tarihsel materyalizm üretim tarzlarının belirlenimlerini yansıtır. Pozitivist materyalizmde ise tarihsel materyalist konteksin eleştirdiği tek, yalıtılmış, atomize bir maddecilik vardır. Aslında memlekette sürekli alevlenen tartışma ikilikleri bu ayrımın kavranmamasıyla ilgili olabilir ama bu çok su götürür bir tartışma bu. Şimdilik kaçınalım bu tartışmadan. Bir-iki cümleyle daha edebiliriz belki: Tarihsel materyalizmden süzülüp gelen diyalektik yöntem, idealizmle materyalizm arasındaki ideolojik karşıtlığı aşmaya yönelik bir faaliyettir; bu karşıtlıktan birini seçmek niyetinde değildir. Yapısalcılığı tersten anlamış, post-yapısallığı ise hiç anlamadan, sanki bir maddecilik eleştirisiymiş gibi kavrayan muhafazakar kisvenin Türkiye şubesi, pozitivist materyalizmi eleştirerek sanki Marksizmi –ya da sol, seküler düşünce yapısını- eleştirdiklerini zannetmeleri bu yanlış anlamadan kaynaklanıyor sanki. Tabii bu yanlış anlamada pozitivist materyalizmi şekilsel bir üsluba dönüştüren seküler söylemin de az da olsa payı var. Fakat bu pay, muhafazakar kisvenin ‘lanetli pay’ı yanında ihmal edilebilir bir paydır.
Hazzın tarihselliği vardır dediğimizde bu tarihsellik bir üretim biçiminin aldığı formdan türer, diyebiliriz. Bu üretim biçimi de 21.yüzyıl için, hala tüketimin üretimidir. Virüs aracılığıyla da gördük ki faaliyetlerini aylardır durdurmuş olan çok uluslu şirketler çalışmayınca kıyamet kopmuyormuş. Çok da eksikliklerini hissetmedik. Demek ki üretilen her birim, tüketimi canlandırmak için işe koşuluyormuş sadece. İşte bu kadar tüketimi gerçekleştirebilmek için yapılan şey, tüketimi ihtiyaç bağlamından koparıp, haz bağlamında yeniden kodlamak. Hani, hazzın kendisi bir amaç haline geldiğinde tutku oluyordu ya, tüketiminde kendisi bir amaç haline geldiği için tutku haline gelir. Böylece sonsuzca devam eden bir matruşka oyununun içinde debelenip dururuz. Çünkü haz, hep içimizdeki bir eksiklik olarak kalır.
Eklektik Bir Strateji Mümkün Mü?
Hazzın 21.yüzyıldaki tüketim kodunun analizi için farklı perspektifteki bakış açılarını eklemlemek gerekiyor diye düşünüyorum. Yani bir taraftan, elitist bir eleştiri de olsa, kitle kültürünün tüketimi fetişleştiren yapısını açığa çıkaran Frankfurt okulu, bir taraftan bakanı ve bakılanı aynı temsilin içinde eriten pornografik bir gösterge dizgesini açığa çıkaran yapısalcı okul, diğer taraftan da bu iki okulun iki farklı güzergahla –ilki kültür sahasında ikincisi yöntem sahasında- tespit ettiği haz ilkesini, şizofrende üretken bir arzu makinesine dönüştüren Deleuze ve Guattari öncülüğündeki şizoanaliz okulu var. Haz şubesi, bu yoruma haklı sebeplerle karşı çıksa da, 20. Yüzyıl boyunca ve günümüzde, hazzı örgütleyen bir leviathan var diye, hazlarımızı yaşamaktan mahrum mu kalacağız? Marx, yüz elli yıl önce yeğen Bonaparte’ın darbesine karşı mücadele eden devrimci köylülere şunu önermiyor muydu: “Gül burada, burada dans et!” Yani hazzı yaşamak, hatta hazzımıza sahip çıkmak için, hazzımızı bedenlerimizden çekip alarak avatarlarımıza monte etmiş bir düzenle, hazsız baş edemeyiz. O nedenle hazzı, siyasal bir kavrayışla, ait olduğumuz toplumsallığı dönüştürecek dolaysız bir kesinlik olarak kavrayıp, nostaljiye değil neşeye kucak açmalıyız.
Algıların farklı kılıklardaki görünüşlerini açığa çıkarmada mahir olduğunu söylediğim ikiliklere dönecek olursak: Yaşadığımız tarihsel dönem, virüs sonrasında ne her şeyin kötüleşeceği, özgürlüklerin kısıtlanacağı bir duruma ne de küresel kapitalizmin yıkılıp yerine farklı alternatiflerin konuşulmaya başlanacağı bir duruma gebe. Bu ikili karşıtlık, algıları ölçme reseptörü olarak işliyor sadece. Yani bu ikiliği aşmak için tarihsel bir koronavirüs tartışmasına ihtiyacımız var. Çünkü sonrasında, halinden memnun olanlar yine haz oyunlarına devam edecekler. Dönüşüm, değişim isteyenler de mücadeleye devam edecek. Ama algılarımızı ikiliklerden bir taraf olarak değil, bu ikilikleri aşacak bir mücadele sahasına açık hale getirmek gerek diye düşünüyorum. Çünkü hazlar gibi algılarda siyasal bir metafor olarak ısıtılıp ısıtılıp önümüze getiriliyor…
Matematik öğretmenliği mezunu. Marmara Üniversitesi’nde sinema yüksek lisansı yaptı. Aynı üniversitede doktora eğitimine devam etmekte. Aylık sinema dergisi Rabarba Şenlik’in editörlüğünü yaptı. Sinema Kafası’nda başladığı sinema yazarlığını Cineritüel’de sürdürüyor. Mail: fatih_degirmen@hotmail.com