Bir distopyanın içine uyandık. Peki nasıl uyutulmuştuk? Önce uyuyuşumuzun nedenini anlamaya çalışalım. Yüzyılları tanımlamak adettendir. 19. yüzyıl, tarihin sonunu müjdeleyenlerle, tarihi kendisiyle bitirenlerle, evrensellik vaazlarıyla, hukukun, sözleşmenin gırla gittiği tartışmalarla, kent çöplükleriyle, insanı hiyerarşik örgütlülükte sabitleyen efendilik ve kölelik formlarıyla, vs, akıp gitti. 19.yüzyıldan geriye belki en önemli tespit olan bir yabancılaşma kaldı.
Onca hayaletler basmışken kentleri, ilerleyen toplumlar, bilimler, akademiler, politikacılar yani kısacası, iyi zamanların demokrasi simsarları kötü zamanların faşist bezirganları varken tedavülde ve bu simsarlarla bezirganlar aynı kişilerken, bunların sadece bir yabancılaşma artığı olduğu söylendi: evrenselliğe takla attıran, hukukun maskesini indiren ve politikacıların hayaletlerini dünyevi bir ruh kovma seansıyla geldikleri yere gönderenler tarafından. Velhasıl 19.yüzyıl, sömürgeci temsillerin hakikatlerimiz olduğunu bize inandırmaya çalışanların kurduğu devletlerle, şirketlerle tanımlandı. Bu devletlerin aslında bizim yabancılaşmış artıklarımız olduğunu söyleyenler sorumluluklarını fazlasıyla yerine getirerek bizi uyandırmaya çalıştı.
20.yüzyılda yeni tanımlar üretilmeye çalışılsa da 19.yüzyıldan devralınan tartışmaların başına kıçına ‘post’, ‘pre’, ‘anti’ gibi eklerle yeni formülasyonlar kurularak geçiştirilmeye çalışıldı. Bu arada tarihin sonunu müjdeleyenler ve tarihi kendileriyle bitirenler bu yüzyılda da yok değildi. Bunlara bir de medeniyet çatışmacıları ve medeniyet ittifakçıları dahil oldu. Hayaletler yeni form arayışındaydı. Refah devletleri, kardeş birlikleri, ortak ekonomi mavalları yeni formlardan bazılarıydı. Ve hayaletler yine form buldukları temsiller aracılığıyla hakikatin kendileri olduklarını söylüyordu. Hayalet avcılarının tarafında bu kez kafa karışıklığı fazlaydı: kimisi yeni hayaletlerin söylemlerini analiz etmeyi tercih etti, kimisi kategorik toplumsal sınıfları esnetmeyi denedi, kimi bilinçdışında tespit ettiği eksikliği benlikteki artığın nedeni olarak gösterdi, dil düşüncenin sınırı ilan edildi, bilinçdışı arzu üretim organına dönüştü, karşı hegemonya savları geliştirildi, temsillerin hakikatlerle bağları kesildi vs. Fakat benlikteki azalış, yabancılaşmış artığa eklemlenerek büyüdü de büyüdü. Kadere tahammül etme aracına dönüşen tragedya bitti; elde, varsa yoksa bitmek tükenmek bilmeyen bir geçmiş hasreti kaldı, nostalji tek geçer akçe oldu. Bir de yüzyıl başında pratikten komedi çıkaran ustalar iyi tanımlanmış hakikat kümelerine çizikler atmaktan hiç geri durmadı ama 19.yüzyıl temsillerinin 20.yüzyılın eğlencesine dönüşmesine engel olamadılar. Ama çok sağlam bir teorik cephanelik oluşturarak yine uyandırmayı denediler. Pratiğini ise bize bıraktılar.
21.yüzyıl artık bir distopya yüzyılıdır. Ergen edebiyatının kutsallığı, teknokrat faşizminin politikası, kültür aracısı yarı aydının onaylanması ve metanın simge-değeri vs, alkışla karşılanıyor. Hep aynı savlarla üstelik. Artık bizim çağımız geldi diyen, ama kendi ölülerini gömecek cesareti bile olmayıp anca eski ölülerini diriltmeye çalışan hayaletlerin çağı başlamış oldu. Bu hayaletler, yekten görünerek kendini ele vermiyor, kılık değiştirerek sofistike bir hale bürünüyor. Çünkü Troya savaşı bitti artık geriye sadece eve dönmeye çalışan Odisseuslar, Aeneisler kaldı. Savaştaki gibi doğrudan büyülenmeler korkutmaz insanı, yolculukta ne olduğu seçilemeyen belirsizlikler korkutur. Bu belirsizlikler kah bir kültür aracısı hayaletinin tükrük saçan nutuk atma girişimiyle kah bir hocanın mühim tespitleriyle nüvelenir.
Sakın ha! Koronavirüsü bu hayaletler çıkardı türünden bir tespit yazının amacına aykırıdır. Böyle bir tespit, toplumsal olguyla toplumsal söylemi birbirine karıştırmak anlamına gelir. Virüs hep vardı. Virüste yeni olan şey, ölecek olmamızı tüm çıplaklığıyla hatırlatması. Bir de Nazizm’den ders aldığını söyleyen demokrasi simsarlarının öjenik tutumlarını yeniden göstererek bazı hayaletlerin gerçek yüzünü görmemizi sağladı. Henüz tarih şimdi kesin bitti diyen olmasa da –ya da ben kaçırmışım çünkü geç kaldı, böyle bir tespit kesin gelirdi şimdiye kadar- 21.yüzyılı hakikat sonrası çağ diye tanımlayanlar oldu. Sanki Nietzsche daha 19.yüzyılda söylememiş gibi. O zaman müsadenizle ben de tanımlıyorum bu yüzyılı. 21. Yüzyıl distopya yüzyılı, her biri kendi içine kapanan mistifikasyonlarla özellikle ergenleri ergenleştirip yetişkinleri de ergen kılan distopya yüzyılı. Apokaliptiği, post-apokaliptiği vesayiresi hepsi bir arada; sanki gündelik hayatta yeterince baş edilmesi gereken hayalet yokmuş gibi türlü garabetlere gebe distopyalar. Fakat buradan hakikat sonrası çıkmaz. Hakikat sonrası demek bir anlamda zaten ‘hakikat falan yok hedonistik duygularımızı yaşayalım gitsin’ türünden liberal özgeci tezahürlerden başka bir kapıya çıkmaz. Bir de sanki matah bir şey gibi kendi tezinin doğru olduğunu göstermeye çalışan kültür aracısı müsveddelerinin o kanal senin bu kanal benim dolaşıp ‘tabi zaten hakikat sonrasında yaşıyoruz’ deyip herkesi kendi muhafazakar zihin dünyasında sabitlemesine yarar, yersek. Bu yüzyıl olsa olsa hakikatler yüzyılı olabilir. Çünkü her distopya en az bir hakikat barındırır. Bu arada distopyayı da anlatırken bazı rezervler koymak lazım. Kastım, blockbuster distopya evrenleridir. Yoksa Sodom, Boncuk Oyunu, Şato vs, gibi eserleri kastetmediğim herhalde anlaşılıyordur, alegorik distopyalar iktidar söylemini tepe taklak eder. Tıpkı Kafka’nın tepe taklak ilerleyen ve akademi için bir rapor yazan maymunu gibi. Eeee ne değişti. 21.yüzyılı tanımladım da ne oldu. Virüs imha oldu mu? Koronovirüsten kurtulmak için Marvel evreninden bir Mesih bekleyenlerin sayısında bir azalma gerçekleşti mi? Ölülerini gömemeyenlerin uydurduğu yeni mistik ölüler bu kez bizi gömmeye geldi. Tabi uyumaya devam edersek. Çünkü bu kez de virüsün insanlığı nasıl eşitlediğini vaaz edenler falan var. Sanki hastaneli sığınak siparişleri verilmemiş, lüks yazlıklara göç başlamamış, adalar satın alınıp oralarda izole olunmamış gibi. Bunlar virüsün bir komplo eseri çıktığını söyleyenlerden daha naif. Tıpkı, Hollywood filmlerinin senaryolarına bakıp karakter çatışmasından bir diyalektik öz damıtmaya çalışanlar gibi. Neredeyse Gora’yı Recep İvedik’i anlasaydık mahallemizi kurtarabilirdik türünden müthiş demokratik bir kültürel atmosferi öğütleyecekler.
Amacım özcü bir kültürel varoluş vaaz etmek değil, farkındayım çünkü ‘en çok vaaz verenlerdir vaaza ihtiyacı olanlar’. Amacım Kafka’nın maymunu gibi sadece bildirimde bulunmak. Bir toplumsal olgu var, virüs gibi. Ama bu olguyu söylemsel olarak sürekli yeniden üreten bir iktidar ilişkileri yumağı da var. Söylemi fark edelim ama virüsle mücadele edelim. Söylemi fark etmeden mücadele edersek sonrasında aynı dünyaya dönmüş oluruz. Bizi ölmüşlerin ruhlarıyla büyülemeye çalışanlardan uzak durmak virüsle mücadelede en önemli önlem. Yabancılaştığımız hayatla kurduğumuz dolaylı ilişkiyi fark etmek, en azından kimseye zarar vermeden karnımızı doyurabileceğimiz bir uygarlık yanılsamasına geri dönüşün anahtarı olacaktır. Yabancılaşma olmadan, dolayım kurulmadan yaşanmaz, evet, ama bu yabancılaşma fark edilirse uyanış gerçekleşir gibime geliyor. Yoksa bu yüzyılda bir distopyadan başka bir distopyaya koşuşturup duracak gibi duruyoruz. Bu da bize daha fazla dayanışma için bir fırsat; en azında dayanışma koşulu oluşturmak için. İçimizdeki öjenikleri görmek için de…
Matematik öğretmenliği mezunu. Marmara Üniversitesi’nde sinema yüksek lisansı yaptı. Aynı üniversitede doktora eğitimine devam etmekte. Aylık sinema dergisi Rabarba Şenlik’in editörlüğünü yaptı. Sinema Kafası’nda başladığı sinema yazarlığını Cineritüel’de sürdürüyor. Mail: fatih_degirmen@hotmail.com