Röportaj: Kürşat Saygılı, Fırat Çakkalkurt
Deşifre: Teksin Begeç, Besna Ağın
İlk izlediğiniz filmi hatırlıyor musunuz?
İlkokuldayken yazlık sinemalar vardı. Şimdi çok iyi aklımda kalan, beni etkileyen filmler var; Spartaküs, Ben-Hur gibi ilkokulda izlediğim filmler. Ben çok küçükken onlara gidip büyülenirdim. O büyük prodüksiyonlar, yani bu Holywood’un yaptığı tarih filmleri beni çok etkilemişti. Onları çok iyi hatırlıyorum; aklımda baya yer etti o filmler. Kalamış’ta, sahil sinemasında siyah-beyaz filmleri, özellikle İtalyan filmlerini izlediğimi hatırlıyorum. Sinematek’i hatırlıyorum mesela, okuldan hocalarla giderdik. Bisiklet Hırsızları filmini izlediğimi çok net hatırlıyorum.
Çocukluğunuzun sinemaları nasıldı? Günümüzün sinema salonlarıyla karşılaştırdığınız zaman arada ne gibi farklar var?
Çocukluğumda yazlık sinema meselesi çok popüler bir şeydi. Neredeyse iki akşamda bir sinemaya gidilirdi. Televizyon olmadığı için herhalde. Kapıdan çağrılırdı insanlar, bahçede buluşulurdu. Kalamış’ın eski halini hatırlıyorum; biraz sokakta geçiyordu zaten hayat. Sokakta dediğim, bahçede. Çocuklar hep bahçelerdeydi; hiç öyle evde ayrı ayrı falan değillerdi. O yüzden sinemaya gidiş de öyleydi. Biri sesleniyordu: “Film değişmiş.” Diğeri cevap veriyordu: “Bu akşam gidiyoruz değil mi sinemaya?” Film de haftada iki kere mi ne değişiyordu, öyle bir şey. O film de mutlaka izleniyordu. Çok sık sinemaya gidiyorduk. Arkadaşlıklar, komşuluklar sinemada gelişiyordu. Hep birlikte bir sinema macerası yaşanıyordu. Birçok önemli olayın sinemada öğrenildiğini ve yayıldığını hatırlıyorum; mesela aya ayak basılması. Bu aslında film izlerken bir anda spontan gelişen bir olay. Önemli bir olay olduğu zaman bir yandan film izlerken bir yandan küçük radyolarla falan insanlar ajansı takip ediyorlardı. Mesela bu anları hiç unutmam. Sonra sinemalarda konserler olurdu; popüler sanatçılar gelirdi, yurtdışından sanatçılar gelirdi. Sinema kültürü mahallenin bir parçası gibiydi. Hatta bizim ilkokul törenleri bile açık hava sinemalarında olurdu. Benim okuduğum ilkokulun mezuniyet töreni açık hava sinemasında yapılmıştı ve sahneye çıkmıştık hepimiz sırayla. Yani o film seyrettiğimiz yer mahallenin kamusal alanı gibiydi. Şimdi böyle sinemalar var mı bilmiyorum ama o zamanlar sinema, mahalle ile iç içeydi. Herkesin bir mahalle sineması vardı. Sinemaya uzaktan gelenler de oluyordu tabii ama yazlık sinema öyle bir şey değildi. İnsanlar yakın mesafelerden geliyorlardı.
Sinema denilince aklınıza gelen ilk şey nedir?
Çocukluğumla ilgili bir şey anlatayım: Küçükyalı’da yapılan bir sinema salonu çökmüştü. Tabii hatırlamıyorum, gazetede falan görmedim ama büyük bir sarsıntısı olmuştu o olayın bende. O yüzden ben ilkokuldayken, kışlık sinemalara gittiğimiz zaman hep aklıma, acaba bu sinema da çöker mi diye bir düşünce gelirdi. Özellikle de o zamanın sinemaları böyle çok amfik tiyatro şeklinde olan sinemalardı. Çocukluğumda bu düşünce beni bir müddet takip etti. Şimdi ise sinema deyince Emek geliyor aklıma. Yani sinema dendiğinde aklıma hep eskiler, geçmişte kalan bir şeyler geliyor. Ben AVM’lerdeki sinemaları sinema olarak göremiyorum. Kafamda canlanmıyor. İzlediğim filmlerden dolayı sanırım. Yani filmlerin bende bıraktığı etki, sinemanın sinema olduğu zamanlara ait. Sinemadan uzak durmama neden olan da budur biraz. Yani hayatımdaki eski, şehir sineması, mahalle sineması yok; onlar geçmişte kalmış bir anı artık.
Ne sıklıkla film seyredersiniz?
Hayat vakit bulmayı zorlaştırdı. Sinema izleyicisi olmak kolay değil. Filmi genelde televizyondan seyrediyorum. Ama ne sıklıkla sinemaya gidersiniz diye soruyorsanız, sinemaya çok nadir gidiyorum. Evde haftada bir tane projeksiyondan izliyorum.
Defalarca seyrettiğiniz bir film var mı?
Fellini’nin Amarcord. Bisiklet Hırsızları’nı 2-3 kere izlemişimdir. Şunu söylemek isterim, son zamanlarda da bazı filmleri yarıda bıraktığım oluyor. Ancak gördüğüm bir filmi tekrar tekrar izleyebilirim. Öyle muhafazakâr bir yapım var (gülüyor). Çünkü biliyorum ne olduğunu ve o filmi tekrar izleyebiliyorum. Daha evvel görmediğim bir film için ise bu filmden bir şey çıkmayacak diye bir önyargıya kapılıp yarıda bırakıyorum.
Festivalleri takip eder misiniz?
Festivallerin sadece açılış filmlerini izliyorum (gülüyor). Onun dışında pek takip edemiyorum. Niye açılış filmlerini seviyorum? Çünkü bana bütünü hakkında fikir veriyor. Keşke vaktim olsa da hepsini izleyebilsem ama maalesef bu mümkün değil.
Film seçerken neye dikkat edersiniz? Popüler olmasına mı, yönetmenine mi; hikâyesini okur musunuz?
Hikâyesine bakarım tabii. Tarihi bir olayın tekrar yorumlanması ilgimi çekiyor. Oyuncular ilgimi çekiyor tabii, oyuncuya göre izliyorum bazen.
En sevdiğiniz yönetmen kimdir?
Ben herhalde o konuda net bir ayırım yapabilecek durumda değilim. Çoğunu seviyorum çünkü. Fransız Sineması‘ndan ve İtalyan Sineması‘ndan sevdiğim çok film var. Fellini desem tek başına olmaz mesela ya da Ettore Scola. Ettore Scola’nın tüm filmlerini izlemişimdir. Biraz benim kuşağımla ilgili. Mesela Fellini filmi İstanbul’a gelecek de, bir İstanbullu onu izlemeye gitmeyecek; mümkün müydü eskiden? Mesela Amorcard İstanbul’a gelecek ya da Orkestra Provası geldi; bu filme gitmemeniz eskiden mümkün müydü? Geçmişte böyle bir şey mümkün olabilir miydi İstanbul hayatında diye düşünüyorum. Böyle bir belirleyiciliği vardı eskiden. Şimdi yüzlerce müzik topluluğu aynı anda uçuşuyor değil mi? Mesela U2 geldiğinde gitmemek olur mu? Ya da The Rolling Stones? Mesela Fellini’nin son filmi geldi. Haberlerde de yer aldı. Bir kesim için gitmemek olmazdı. Kaçırmak demek hayatından çok önemli bir şeyin kaybolması demekti. O yüzden kült filmler İstanbul’a geldiği zaman mutlaka gidilirdi eskiden. Benim en sevdiğim yönetmenler de bu dönemde her filmini ilgiyle izlediğim yönetmenlerdi.
En son hangi filmi izlediniz ve nasıl buldunuz?
Dün akşam TV’de İhanet diye bir film vardı, onu izledim. Gerçek bir hikâyeden alıntıydı. Çok da beğendiğimi söyleyemem. Sinemada vizyon görseydi gitmezdim. Şimdi şöyle bir şey var: !f’in geçen seneki açılış filmi beni çok etkilemişti. Sinemaya gittim dedirtecek bir filmdi. Sinemaya anlamını veren filmi seçerek ve anlamını vererek gitmek lazım. Bir de zaman geçirmek için TV’yi açıp İhanet isimli filmi izlemek var. İkisi de sinemadan sayılır mı bilmiyorum. Sinema diyince bu ikisini birbirinden ayırıyorum.
Vizyona girmesini beklediğiniz bir film var mı?
Yok, şu anda bilmiyorum. Keşke olsa. Eskiden olurdu; falanca film gelecek diye beklerdik ama şimdi olmuyor maalesef.
Kendi hayatınız ile ilgili bir senaryo yazmak isteseniz, nasıl bir hikâye yazardınız? Hiç düşündünüz mü?
Düşünmedim. Çok da aklıma bir şey gelmiyor; fakat hoş olurdu. Hayal kurmak ve hayalleri paylaşmak güzel bir şey. Şunu hep düşünüyorum, biraz komik olacak ama; çocuklar mesela oyun oynarken hayattan başka bir tat alırlar. Biz çok yapardık bunu. Eski bir kömürlük vardı. Kömürlüğe bir perde koyardık, mum ışığında arkadan ellerimizle bir şeyler yapardık. Böyle şeylerden hikâyeler uyduruyorsun. Bu hikâyelerden, bir şeyler anlatmaktan çok keyif alırdım. En keyifli olan şey, birilerine bir şeyler anlatmak. Çünkü gerçek bu değil; gerçek hayat daha sıkıntılı gelirdi. İnsan işte; yemek yiyecek, uyuyacak vs. Yani sinemayı da ben öyle görüyorum. Herkesin sinema ile farklı bir ilişkisi olabilir. Ben de kendi hayatımı yaşarken tüm anları sinema kurgusu halinde yaşamak isterdim. İnsanların hani hep hayatlarında anlaşılamamak gibi dertleri olur ya; sinemada öyle bir şey yok, nasıl anlarsa anlasın insanlar yani. Çünkü bu bir hayal. Gerçek bir şey de insanın kendi içindeki kompleksi, dertleri falan değil; birçok şeyi aslında orada konuşmak, hatta hiç anlaşamayacak biriyle bile diyalog kurmanız, öyle bir şey aracılığıyla mümkün. O yüzden baştan sona kendi hayatımı bir sinema perdesine yansıtarak, konuşarak, tartışarak yaşamak isterdim. Herkes zaten böyle yaşamalı. Hayatı doğrudan şiddet, baskı, korkular, arzularla yaşamamalı. Sinemada her şey böyle oyun gibi olduğu için, çocukluktaki o ana geri dönmeyi çağrıştırıyor bana.
Sizi çok derinden etkileyen bir film sahnesi var mı? Sahneyi tarif edebilir misiniz? Bu sahnenin size neler hissettirdiğini sormak isterim.
Çocukken Özen Sineması‘na gitmiştik, Yel Değirmeni’nde. Dönemin önemli yönetmenlerinden birinin filmiydi. Basında haberi çıkınca ailecek gittik. Fakat oraya gittiklerinde bakıyorlar, tüm çocuklu aileler yalnız gelmişler. Güzel bir filmdi aslında, piyasa için yapılmış bir film değil ve çok açık sahneler vardı. Film başladığında bir elektriklenme oldu. Ailem çok endişelenmişti; beni sinemadan mı çıkarsınlar, ne yapsınlar bilememişlerdi. Küçüğüm tabii, 2. veya 3. sınıftayım. O mesela benim ilk çıplak kadınları sahnede görme deneyimimdir. Bir de bunu ailenle birlikte izliyorsun. Belki tek başıma izlesem o kadar utanç verici olmazdı. Orada büyük bir baskı hissetmiştim ve ter döktüğümü hatırlıyorum. Annemin, babamın gerilimini de hatırlıyorum. Şimdi çıkarsak bir taraftan ayıp bir şey olacak, çünkü sinema adabına aykırı. Benim yüzümden sinemayı terk etmeleri gerekiyor ama bunu yaparlarsa tüm arkadaşları sinemada. Bir çıplak kadın çıktı diye dışarı çıkarsalar; şimdi bizimkiler modern ya, böyle muhafazakar bir aile gibi görünecekler. Herkesin gözü önünde sinemayı terk edecekler, sırf çocukları yanında diye. O çelişkiyi yaşadılar uzun bir süre; çıksak mı, çıkmasak mı? Çıkarsalar muhafazakar ve istemedikleri bir alt sınıf aidiyetine itilecekler, çıkmazlarsa bu sefer benim durumumu nasıl çözecekler? Gözlerim açılmış olacak falan. O gerilimi hatırlıyorum ben; tabii ben de bunu hissettim. Filmin ismi Lulu muydu, öyle bir şeydi. Güzel bir film aslında, kaliteli bir filmdi. O filmde çıplak sahnelere gelince bir elektriklenme olduğunu hissettim ailemle aramda. Benim bunu hissettiğimi onlar da fark etti.
Unutamadığınız ya da çok sevdiğiniz bir film karakteri var mı?
Marcello Mastroianni’nin oynadığı karakterleri severim. Bütün gençliğinden son filmlerine kadar olan filmlerini izlediğim için tabii. O bana özdeşleşme duygusu sağlar; bir hayatı birlikte yaşamış gibi oluyoruz.
Sinema salonlarına ve AVM sinemalarına geri dönmek istiyorum. Malum Emek Sineması da yıkıldı. Sinema salonunun anlamı nedir? Türkiye’de neden sinema salonları gittikçe azalıyor ve yok oluyor?
Sinema ilk ortaya çıktığında salonlar tıpkı Beyoğlu gibi kapitalizmin dönüştürdüğü bir mekandı aslında. Yani bir endüstriyel üretimin ortaya çıkması ve Sanayi Devrimi’nden sonra ortaya çıkan kapitalizmin dönüştürdüğü bir Pera ile nasıl karşı karşıyaysak, sinemanın da böyle neo-klasik bir işlevi var. Sinema aslında piyasa mekanizmaları içinde gelişmiş bir kurum. Fakat bugün onu yeniden keşfettiğimizde başka bir durum var karşımızda. Birçok şey gibi, tıpkı bu 19. yüzyıl yapılarının kültür mirası olarak korunması gibi, Narmanlı Han’ın falan korunmasının ihtiyacı gibi… Bugün piyasa odaklı bir kurum değil sinema. 20. yüzyılın başlarında piyasa odaklı başlamış olabilir ama bugün sinema, kilo ya da metrekare ile satılacak bir şey değil. Görünce hoşlanılacak ya da süslenilecek ornamental bir şey değil. Yani kültür endüstrilerinin bir tüketim objesi değil artık sinema. Bütün sanat kurumları aslında yalnızca sinema değil. Dolayısı ile bu neo-klasik çerçeveden çıkmamız gerekiyor. Sinemayı sinema olarak ticari bir alana hapseden bir izlekten daha kamusal bir alana taşımak gerekiyor. Mesela Strazburg’da Odyssée Sineması’na gittim ben; Strazburg’un en eski sineması. Yerel yönetime ait mülkiyeti. Ama yerel yönetim kendisi kullanmıyor. Her sene ya da iki sene de bir hizmet alımı sözleşmesi yapıyor, yani bir tür yarışma gibi. Ve teklifleri veriyorlar STK’lar. Farz edelim ki Emek Sineması gibi bir sinema bu. Bu sinemanın yönetimi için kamu mülkiyetinde olmasına rağmen gidip de bir piyasa aktörüne vermiyorlar. Bu konuda uzmanlaşmış STK’lardan teklif istiyorlar; “siz nasıl bir program ön görüyorsunuz?” diyorlar. O programa göre de sinemayı teslim ediyorlar ve üstüne bir de kamu yönetimi kira almak şöyle dursun, bu STK’ya bütçe veriyor. Çünkü onun içerisinde sadece film gösterimi, bilet gelirleri yok. Onun içinde sosyal etkinlikler var, konferanslar var, sinema üzerine söyleşiler var; belki araştırmalar var. Yani sinemayı yaşatacak olan şey günümüzde böyle bir şey. Sinemayı bugün piyasa mekanizmalarına terk ettiğimiz anda aslında sinemada bir süreklilik varmış gibi görünse de, geçmişten günümüze tam tersine yok olmasına yol açmış oluyoruz. Çünkü o zaman sinema o bütün kamusal niteliğini kaybediyor ve basit bir ticari ürüne dönüşüyor. Emek Sineması için de yapılması gereken bu kiralayan şahsa kızmak değil önce; yanlış yapıyorsun projeyi, yıktın binayı değil. Çünkü o öncelikle bu binadan ne kadar kâr edebilirim diye düşünüyor. Şimdi Strazburg’daki Odyssée Sineması’nı bu binadan neden kâr edebilirim diye düşünebilir misiniz? Avrupa’nın en eski sinemalarından biri. Emek Sineması da İstanbul’un en eski sinemalarından biri. Emek Sineması bir hafıza mekanı, bir tarihi var. Tabii ki her şey yapılabilir; restorasyon yapılabilir, şu yapılabilir bu yapılabilir; teknolojisi yenilebilir ama bir piyasa aktörüne verdiğiniz zaman bir kuzuyu bir kasaba veriyorsunuz, al buna iyi bak diyorsunuz. O da diyor ki; ha tamam, bu kuzudan şu kadar et çıkar. Kesiyor, biçiyor ve sonra, bakın iyi baktım diyor. Senin için özenle pişiriyor ve masaya koyuyor. Çünkü onun “iyi bakmak”tan anladığı, kar elde etmek. Emek Sineması’nın dönüşümündeki problem bu. Buna ilişkin bir şeyin olmaması. İtiraz edenlerin de sanki böyle kalsın, hani işletilmesin, kapansın falan dediklerini söylemiş gibi algılıyorlar. Bu çok büyük bir haksızlık; Beyoğlu’na, İstanbul’a çok büyük bir haksızlık. Çünkü o zaman sinema ile bağı kopuyor insanların. Emek Sineması için de bu yatırımcı şirketin devreye sokulması, bir kere daha kaç yıl oldu; ve onun perspektifinden dönüşümün yaşanması bir skandaldır. Bunu kimse söylemiyor, herkes proje üzerinden konuşuyor; bak ne güzel oldu, fareler geziyordu, şimdi pırıl pırıl oldu. Bu insanlarla dalga geçmek gibi bir şeydir. Onu o hale getiren de yine kamu. O kadar kötü vaziyette tutan, bakımsız tutan, orada doğru dürüst bir işletme mantığı geliştirmeyen de kamu. İstanbul’da sinema festivali sayesinde Emek Sineması yaşadı. Ama bunu bile kamu desteklemedi, hep özel sektör destekledi. Nerede kamu destekleri? Biz ne için vergi veriyoruz? Kamunun bu kadar bütçesi var; Kültür Bakanlığı var, şu var, bu var… Niye Emek Sineması bir müteahhit yerine bir uzman STK ile kâr amacı olmayan bir kurum ile yönetilmedi? Bence burada büyük bir kamu politikası krizi var. Çünkü doğrudan doğruya Emek’in bir piyasa aktörüne devredilmesi kamunun görevini yapmadığını gösterir. Kamusal alanın işgal edildiğinin göstergesi bu aslında. Bence bu uzun süre tartışılacak. PR şirketinin yaptığı kampanyayı da çok ayıp buluyorum ben. Şimdi çıkmışlar; bak şimdi pişman olacaksınız, mezbelelikti bak şimdi ne güzel oldu, zaten çalışmıyordu falan diyorlar. Arkasına derin bir kazı yaptılar, kaç kat sığdırdılar ve daha önceki projeyi, Emek için hazırlanmış projeyi, işte bu Kışla projesini hazırlayan Halil Onur vardı, Narmanlı Han’ı da yıkmak isteyen, bundan 15 sene önce. Biz o projeyi o zaman durdurtmuştuk, mücadele ederek. Ama iş hanına çeviriyordu zaten adam; Emek Sineması’nı iş hanına çeviriyordu. Yani zaten oraya -orası tek katlı bir yapı olduğu için o ortadaki avlu kısma- çok katlı yapı yapmak için biraz yeri delen -yani gökdelen değil, yeri delen-, aşağı doğru 7 kat inen bir yapı yapmak istiyordu. Onu durdurtmuştuk biz o zaman. Şimdiki de o. Yaptıkları, bildikleri bir tek şey var; oradaki imarı arttırmak. Ama konuşmalara bakarsınız; işte yok mezbelelikti, pırıl pırıl oldu falan… Kimse şunu söylemiyor ki; restore edilmesin diyen var mı Allah aşkına! Böyle bir şey var mı? Sadece bir AVM’nin içine yerleştirilmesini en azından konuşmamız gerekir. Diyelim ki bir STK burayı alsaydı, acaba STK’ya böyle bir şey için izin verilecek miydi? Mesele bu adam buradan kâr etsin; biraz da inşaat yapsın, altına üstüne falan. Yapılması gereken Emek’in restorasyonuna izin verilmesi, mevcut binanın tamiri ve teknolojisinin, kullanım performansının iyileştirilmesiydi. Bugün yapılan düpedüz insanları enayi yerine koymak gibi bir şey. Hem oraya inşaat yapıyorsunuz hem de bakın ne kadar güzel oldu diyorsunuz. Tabii ki güzel olsun, ona bir şey diyen yok ki; kötü olsun diyen mi var Allah aşkına! Eğer iyi yönetilseydi, o sinema o şekilde bakımsız kalabilir miydi? Burada çok ciddi bir kamu politikası eksikliği var. Bütününe aslında mekan olarak bakmak lazım. Bütün İstiklal Caddesi’nin bir yönetim planı bile yok. O yönetim planında neler olacak, şeyler nasıl yönetilecek, o sokak döşemelerine kadar nasıl temizlenecek; çöpler arkadan mı toplanacak, önden mi? Buradaki programlar nasıl desteklenecek? Burası bir sinema şehri. Beyoğlu bir sinema şehridir. Bunu zaman zaman böyle nostalji ile hatırlıyorlar ama burada çok muazzam bir istihdam yapısı oluşturan, burada gençler için, insanlar için iş fırsatları sunan ve insanların yaratıcılıklarını geliştiren bir konu sinema. Bunu alıp bu şekilde bir inşaat projesine dönüştürmek, o mekanda kendisini geliştirecek sanatçı adaylarına ‘gel sen burada yerleri sil’ demek gibi bir şey. Yerleri silmek de çok kutsal bir iştir, küçümsemiyorum. Ama insanların sinemanın üretimine katılmasını engelliyorsunuz bu şekilde. Eskiden Beyoğlu’nda yaşayan insanlar ticari bir ilişki içinde bile sinemaya katılıyorlardı. Sadece izleyici değillerdi; burada büyük bir istihdam yapısı oluşturuyordu sinema. Şimdi ne oluyor; sinemada sadece, işte biletçi olabilirsiniz, market kasiyeri olursunuz falan… Halka sunulan şu anda bu. Bu haksızlığın daniskası.
Peki bunu neo-liberalizmin hizmet sektörünü büyütmesi ve geliştirmesi ile açıklayabilir miyiz?
Ama hizmet sektörünü büyütürken de, tamam üretimi durduruyor gibi gözüküyor ama şunu atlamamak lazım: Bugün mesela Haliç’i yıktık; işte Haliç yıkıldı, temizlendi… Orası sadece üretim alanı değildi. Tersaneler bir üniversite işlevi görüyordu. Yani insan eğitiliyordu orada, gençler iş sahibi oluyordu. Bina olarak görmemek lazım şehri. Belki mimarlar binalardan ibaret gibi görüyor olabilirler şehri ama onların içinde insanlar vardır. O insanların becerileri vardır, talepleri vardır, arzuları vardır, hayalleri vardır… Yani bu şehri başka bir ağ dokusu içinde algılayacak şeyimiz yok ne yazık ki. Meslek insanları, mimarlar, kim olursa olsun… Sanatçılar da dahil. Şehri anlayabilme imkanlarından mahrumuz, kendi temsil araçlarımızla. Bir kısmını anlıyoruz, bir görüntüsünü… Ama bu hayatın şeyini bu hayale hapsedemeyiz. Yani ben Beyoğlu’nu piyasa aktörlerine bırakıyorum deme lüksü yoktur yönetimin. Buradaki neo-liberal saldırı tam da eski kamu fikrinin yarattığı boşluk üzerine dayanıyor. Çünkü geçmişteki şey üretim değildi; yine insandı. Bizim planlama tekniklerimiz şehri bir beton yığını -işte bir bina yığını, ulaşım alanı, yollar, caddeler, ticaret alanı- gibi gördüğü için şehrin bu karmaşıklığını fark edemedi. O modern gibi gözüken şey de bu neo-liberal saldırı karşısında bir boşluk olarak görünmeye başladı. Piyasa aktörleri tarafından işgal edilmiş bir kamu alanına sahibiz şu anda. Yani piyasa aktörlerinin etkisinde değil sadece, piyasa aktörleri kamu kılığına girmiş olarak karşımıza çıkıyor. Yani karşımızda kamu yok artık, piyasa var aslında. Kamu kılığına girmiş. Çok daha tehlikeli. Çünkü o zaman piyasa aktörü olduğunu da anlamıyorsunuz, kamu adına hareket ediyor ve istediğini yapabiliyor; koruma kurulundan istediği projeyi geçirebiliyor, istediği gibi yıkabiliyor, istediği anlaşmayı yapabiliyor falan… Dolayısı ile bizim buna karşı dirençli olmamız için eskiden ne güzeldi değil, eskiyi de bir sorgulamamız lazım. Orada da böyle bir elitist, seçkinci, teknokratik, şehri böyle eşya gibi gören bir planlama ve siyaset anlayışı var. Halk adına neyin iyi olduğunu biz biliriz diyen bir şey var. Dolayısı ile nesneleştiren bir pratik. Neo-liberalizm tam bunun üzerine geldi, kondu. Şehri eşya gibi gören tekniklerle neo-liberal matris birbirine tam eklemlendi aslında, bir koalisyon haline geldi. Devletin o bürokratik yapısı ile katılımcı olmayan, insanları pasifize eden, şehir dinamiklerini sürekli körelten, yerel ekonomileri baskılayan merkeziyetçi yapısıyla neo-liberalizm böyle kardeş gibi. Bunları böyle karşıt gibi görüyoruz ya bazen; bürokratlar şeye karşı çıkıyorlar işte, devlet aklını savundukları için onlar yanlış diyorlar, şöyle diyorlar falan… Aslında aralarında gizli bir uzlaşma olduğunu düşünüyorum. Eski koruma fikri mesela; koruma kurulu koruyacak Beyoğlu’nu. Koruma Kurulu halkı tam tersine yaşadığı yerden nefret ettiriyor. Çivi bile çakamıyorum diyor; zenginler istediğini yapıyor. ben niye çivi çakamıyorum. Öyle olunca tabii bu neo-liberal saldırının önü açıldı. Çünkü koruma fikri, şehri non-urban (kentsel olmayan) bir boşluğa dönüştürüyor. O zaman bu koruma ne içindir? İşte bir takım elitin kendi ayrıcalıklarını yeniden üretmesi için uydurduğu bir masaldır. Halk öyle algılıyor açıkçası. Gidin Kasımpaşa’da falan dolaşın; Koruma Kurulu diyince “ay!” falan diyorlar. “Koruma Kurulu’ndan nefret ediyoruz, bize bir şey yaptırmıyor, evimiz böyle mezbelelik duruyor” diyorlar. İşte tam da bu neo-liberal şeye sanki zemin hazırlıyormuş gibi bu kapalı, bürokratik, tepeden inmeci koruma fikri. İşte bu çöktü bugün. Ona geri sığınmayalım, onu savunmayalım, onun aktörleri çünkü iyiydi diyorlar; bizim devletimiz çok iyiydi maşallah. Şimdi bu neo-liberal şey, bu devletimizin iyiliğini ortadan kaldırdı. Hayır, devlet iyi değildi; halka eziyet ediyordu. O yüzden zaten bu neo-liberal saldırının önü açıldı diyebiliriz. Bunu ben söylemiyorum, herkes bunu tartışıyor. Bugün bütün şehirlerde zaten aslında bu neo-liberal saldırılara karşı direnmenin eski yöntemlerle olmayacağının herkes artık farkında. Biraz da İstanbul’da farkında olunursa… 3. köprü, araç tüneli, 3. havaalanı, Kanalistanbul… Bunlara eski planlama teknikleri ile karşı çıkamayız. İMP’deki hocalar karşı çıkmışlar! Ne yapmışlar? Onlar alternatif bir plan hazırlamışlar. E peki kim dinliyor? Onlara bir tekme atıyorlar, gidiyorlar. Onun için halkı katalım bu işin içine, halk bakalım istiyor mu? Halkı eşya gibi, patates çuvalı gibi görmeyelim; halkı aktif hale getirelim, kendi geleceği üzerinde söz sahibi olsun. O zaman bakalım 3. havaalanını kuzeye yapabiliyorlar mı? Emek Sineması’nı yıkabiliyorlar mı? Narmanlı’yı bakalım yıkabiliyorlar mı? Narmanlı Han’ın, Emek Sineması’nın AVM olması, Beyoğlu’na hiçbir şey kazandırmaz, her yer AVM zaten. Daha yaratıcı şeyler bulmak lazım. Her yer AVM… Denizi dolduralım, oraya da yapılır AVM. Haliç’i dolduralım, müteahhit yapar AVM’yi. Demek ki buradaki sorun bir şeylerin yapılamaması değil, nasıl yapılacağı. Nasıl yapılacağı da belli yani, bunun yöntemleri var. İşte Emek Sineması için dünyada uygulanan yöntemler var. Projelerle destekliyor Kültür Bakanlığı, yerel yöneti. Ve o zaman çok daha büyük bir zenginlik üretiyor. Beyoğlu’ndaki insanlar, Beyoğlu’ndaki yaratıcılık merkezi… Yani şimdi Bienal… İyi bir örnek olmasa bile Venedik Bienali’nde, işte diyelim kamu alanlarını yaratıcı fikirlere açıyor. Ve orası bir dünya merkezi haline geliyor yaratıcı fikirler için. Küçücük bir şehir, Beyoğlu kadar değil; Venedik, Beyoğlu kadar bir şehir değil. Bu kadar küçük bir şehir olmasına rağmen yarısı neredeyse endüstriyel alan. Arsenal tamamen yaratıcı deneyimler için kullanılıyor. Şimdi Emek Sineması’nı böyle bir fırsat için kullanmak varken, onu gidip de bir AVM yapmak, yani altın yumurtlayacak bir tavuğu kesip yemek gibi bir şey. Evet kısa vadede zenginlik, inşaat, işte yatırımcıya biraz para kazandırır; ama uzun vadede Beyoğlu’na kaybettirir. Bunu bir kere açık açık söylemek lazım. Narmanlı için yapılan proje, bir fakirleşme projesidir. Bunu herkesin bilmesi lazım. Zenginleşme değil! Öyle iddia ediliyor, bak pırıl pırıl olacak. Hayır, tam tersine Beyoğlu’nu fakirleştirecek! Orası da AVM olunca aynı Markiz Pastanesi’nin düştüğü duruma düşecek. Ama böyle de kalsın demiyorum ben. Bir deneysel zekâya ihtiyaç var. Bunu da ancak piyasa dışı mekanizmalar sağlayabilir; piyasa aktörleri bağımlıdır. Sonuç olarak halkın Emek Sineması hakkında bilmesi gereken şey şudur: Emek Sineması projesi, bir fakirleştirme projesidir.
Korhan Gümüş Kimdir?
Korhan Gümüş; 1954 yılında İstanbul’da doğdu. 1975 yılında Saint Joseph Lisesi’ni, 1981 yılında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümü’nü bitirdi. Sivil koordinasyon merkezi kuruculuğu, 1999-2000 yılları arasında afet evleri proje koordinatörlüğü, 2001 yılında Galata’nın rehabitilasyonu projesinde proje yöneticiliği yaptı. Korhan Gümüş, İnsan Yerleşimleri Derneği’nde koordinatörlük yaptı. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı, Kentsel Uygulamalar Direktörlüğü de yapmış olan Gümüş’ün, Milliyet, Evrensel (köşe yazarlığı), Cumhuriyet, Bilim ve Teknik, Radikal, Milliyet Sanat, İstanbul Dergisi gibi periyodik yayınlarda çok sayıda makalesinin dışında, 1977 Toplum ve Bilim Dergisi “Mekan kavramındaki teorik boşluklar”, Domus Dergisinde; “Modern mimarlığın en önemli malzemesi: Hukuk”, “Turizm ve yerellik”, “17 Ağustos sonrası acil barınma stratejileri”, “Citroen: Karakaçan, ördek, tanrıça”, Bianet Bülteni 17. sayısında; “Seçimler ve STK’lar” gibi yayınlanmış yazıları bulunmaktadır.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mezunu. Marmara Üniversitesi iletişim Fakültesi’nde Sinema yüksek lisansını tamamladı. Sinema Kafası’nda başladığı film eleştirilerine Cineritüel sitesinin yanı sıra Dipnot Dergisi’nde film eleştirileri ve makalelerini yayınlayarak devam ediyor.