- Nuri Bilge Ceylan'ın filmlerinin birer modernleşememe alegorisi olduğunu ve bunların da son derece Batılı bir gözle inşa edilmiş metinler olduğunu ve daha önceki fikri bunalımların aksine post-oryantalist bir tavırla yapıldığını ileri sürüyorum. Bu alegoriye bir de isim veriyorum: İktidarsız erkek alegorisi.
Namık Kemal 4 Kasım 1872 tarihinde İbret’te “Terakki” isimli bir makale yayınlar. Bu makale Osmanlı aydının ve sonrasında gelecek olan Cumhuriyet aydının Batı’ya bakışının mükemmel bir özetidir. Bir Londra güzellemesi olan makalede parlamentodan eğitim-öğretime, ticaretten halkın iyilikseverliğine ve çalışkanlığına birçok konuya değinerek Batılıların üstün yönlerini abartılı bir şekilde Şarkın miskin ve cahil çocuklarına anlatır Namık Kemal. Batılılardan geri (!) kalmamız bizi o denli yaralamıştır ki, Türk aydını; barbarlıktan medeniyete adım atmanın tek yolunun Batı’yı taklit etmek olduğuna ikna olmuştur. Yerli olan her şeyin tukaka edildiği bir dönemde, yani Cumhuriyetin ilk yıllarında -1927’nin sonbaharında- Mimar Kemaleddin ile çalışmak için Türkiye’ye gelen Ernest Egli şu hatırasını aktarır: “M. Kemal Paşa ziyaretçileri kabul ediyordu. Tam o sırada Milli Eğitim Bakanı beni fark etti ve locaya götürüp Kemal Paşa’ya tanıttı. M. Kemal Paşa beni süzdü, selamladı ve aniden konuya girdi: – “Profesör, size inşaatına yeni başlanan Öğretmen Okulu ve planları gösterildi. Ne dersiniz, gördükleriniz sizde modern bir okul izlenimi uyandırıyor mu?” Kısa bir duraksamanın ardından soruyu şöyle cevapladım: – “Ekselansları! Kemaleddin Bey’le birlikte çalıştığımız taktirde elbette modern bir okul haline gelecektir.” Bunun üzerine M. Kemal Paşa şöyle dedi: “Size onu sormadım. Sadece gördüğünüzün sizde modern bir okul izlenimi uyandırıp uyandırmadığını sordum.” Anlaşılan (tercihimi yapıp) tarafımı belli etmek zorundaydım. Ben de bu girişimi modern bir okul olarak görmediğimi açıkça söyledim. Bunun üzerine M. Kemal Paşa, Milli Eğitim Bakanı Necati Bey’e dönüp şöyle dedi: “Planları rafa kaldırın! Okulu Profesör Egli’nin inşa etmesini istiyorum.” (Egli’nin notunu çeviren ve aktaran: Cündioğlu; 69) Modernleşme ve Batılılaşma o denli abartılmıştı ki yerli olan ne varsa aşağılanıyor ve Batılı olan olduğu gibi kabul ediliyordu. Türk aydını da bundan nasibini aldı elbette. Batı karşısında ezildi, aşağılandı ve sindi. Bu ezilmişlik ve siniklik uzun yıllar Batılı olma(ya) çalışmak ile telafi edildi ise de belirli bir zaman sonra Türk aydını Batılı olmadığını anlayıverdi.
Namık Kemal’den tam on yıl önce, 1862 Haziran’ında Türkiye ile hemen hemen aynı modernleşme serüvenini yaşamış Rusya’dan Batı seyahatine çıkan Dostoyevski, 1863’te seyahat notlarını kendi çıkardığı Zaman dergisinde yayınlar. Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları ismiyle Türkçe’ye çevrilen bu kitapta Dostoyevski; ülkesini zehirleyen fikirlerin kaynağı olan Batı medeniyetini yerden yere vurur. Tesadüf bu ya Namık Kemal’in methiyeler düzdüğü Londra’ya da gider Dostoyevski; ancak Namık Kemal’in anlattığı İngiltere’den farklı bir İngiltere anlatır. Yoksulluk, çocuk işçiler, fahişeler Dostoyevski’nin gözünden kaçmaz. Dostoyevski, taklit etmek şöyle dursun Batı modernleşmesiyle hesaplaşarak ülkesine dönecektir. İngilizler hakkında da tek bir olumlu cümle sarfeder: “Güzellikte İngiliz kadınlarıyla kimse yarışamaz.” Dostoyevski Türk aydınının aksine, Batı modernleşmesine “baba evi”ne dönerek karşılık verecektir.
Dostoyevski’nin “baba evi”ne olan bağlılığı, Rusya Hıristiyanlık’tan çıkıp sosyalist olduğunda bile haleflerini etkilemeye devam edecektir. Dostoyevski’den yıllar sonra dünya sinemasının usta ismi Tarkovski şöyle diyecektir: “Bütün filmlerimde baba evine, çocukluğuma, vatanıma ve yeryüzüne olan bağlarım ve köklerim önemli bir yer tutar. Bir geleneğe ve kültüre, belli bir insan ve düşünce çevresine aidiyetim mutlaka ortaya çıkmalıdır. Dostoyevski’den kaynaklanan Rus kültür geleneği benim gözümde olağanüstü büyük önem taşır. Günümüz Rusya’sında bu gelenek ne yazık ki pek o kadar geliştirilmemiştir. Hatta ihmale uğradıkları dahası tamamen yok farz edildikleri bile söylenebilir. Bunun bir çok sebebi bulunur ama en önemlisi de bu geleneğin temelde materyalizmle bağdaştırılamaz olmasıdır. Bugünün Rusya’sında Dostoyevski’nin bu tür bir ihmale uğramasının bir sebebi, yazarın kahramanlarında rastlanan, daha doğrusu yazarın bütün eserine sinmiş, ayrıca takipçilerinin en belirgin özelliklerinden biri haline gelmiş ‘fikri bunalım’ olsa gerektir.’’ (Tarkovski; 172)
Maalesef bizde Dostoyevski gibi “baba evi”ne dönen olmadı ama bu fikri bunalımı taşıyan birçok sanatçı yetişti. Evvela Tanpınar’ı zikretmek gerekir ki Tanpınar, Tanzimat ile başlayan toplumdaki ikilik fikrini -geleneksel ile modern- veciz bir dille ifade etmiştir: “Wagner’i dinleyip Mahur Beste’yi yaşamak”; işte bizim trajedimiz budur. Saatleri Ayarlama Enstitüsü Türk edebiyatının modernleşme ile ilk ciddi hesaplaşmasıdır. Huzur romanı Türk aydınının ikircikli tavrını gözler önüne seren en iyi romanımızdır hala. Kemal Tahir, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan bu ikiliği iliklerine kadar hissetmiş ve modernleşmenin yarattığı entelektüel krizin üzerine gitmişlerdir.
Geleneksel ile modern arasında bir tercih yapmak zorunda kalan bizler politik bir hayata hapsolmuş durumdayız. Öyle ki işemek bile artık politik/ideolojik bir eylemdir; zira kullandığın tuvaletin geleneksel mi, modern mi olduğunu seçmek zorundasındır. Amin Maalouf; “İslam tarihi üzerine on koca cilt kitap okuyun, Cezayir’de olanlardan hiçbir şey anlayamazsınız ama sömürgecilik ve sömürgeciliğin sona ermesi hakkında otuz sayfa okuyun, çok daha fazlasını anlarsınız.”(Maalouf; 57) derken söylemek istediği bizim, yani Doğuluların tarihinin biraz da Batılıların tarihi olduğu gerçeğidir. Bu tarihsel gerçek sebebiyledir ki aydın ya efendisini taklide kalkışmış ya da sert bir şekilde efendisine karşılık vermiştir.
***
Kış Uykusu üzerine çok fazla yazılıp çizildi; yazılanları tekrarlamanın bir anlamı yok. Sadece filme dört eleştirim olacak; sonra esas meseleye yani “Yaz Notları”na geri döneceğim. Birincisi; bazı eleştirmenler bu filmin Nuri Bilge Ceylan’ın en politik filmi olduğunu söylemiş. Buradaki “en” sıfatına dikkat: Yani Nuri Bilge daha önce politik film yapmış da en politiği son yaptığı filmmiş diyorlar. Yukarıdaki metni dikkatli okuyanlar bizim en küçük gündelik hareketlerimizin bile politikanın birer göstergesi olduğunu anlamışlardır. Dahası; Doğu-Batı meselesinden ziyade Costa-Gavras’ın da dediği gibi; “her film politiktir.” Önemli olan doğru politik tarafı seçip seçmediğindir. İkincisi; filmin sınıf çatışmasını irdeliyor olduğuna dair yazılıp çizilenlere kesinlikle katılmıyorum. Kış Uykusu “sıkıntı” temalı bir film ve doğal olarak insanoğlunun iki sıkıntısını konu ediniyor: Geçim sıkıntısı ve can sıkıntısı. Yönetmenin burada sınıf temelli bir tartışma yürüttüğünü iddia etmek anlamsız. İnsanoğlunun bu iki sıkıntı karşısındaki çeşitli durumlarını yansıtmaktan ve Rus edebiyatı destekli bakışlar fırlatmaktan öte yaptığı bir şey yok. Filmde herhangi bir çatışma söz konusu değil; bir çocuğun -babası gözlerinin önünde dayak yemiş bir çocuğun- başlarına gelen musibetlerin hıncını taş atarak ev sahibinden çıkartmak istemesini politik bir okumaya tabi tutmak naiflik olur. Üçüncüsü; Nuri Bilge’nin en geveze filmi olan bu filmde kendini çok fazla tekrar eden diyalog var. Üstelik şunu da belirtmeliyim ki bu film yeni hiçbir şey söylemiyor. Yönetmenin doğallığı yakalamak adına oyuncuları fazlaca zorladığını düşünüyorum. Bu zorlama da yer yer diyaloglarda yapaylığa yol açabiliyor. İmam Hamdi (Serhat Kılıç) ve Hidayet (Ayberk Pekcan) karakterlerinin çok fazla tutuk konuşmaları bu doğallığı bazı sahnelerde zedeliyor -ki ikisi de çok iyi oyunculardır-. Dördüncü ve son eleştirim; filmin finaline doğru İsmail (Nejat İşler) karakterinin Nihal (Melisa Sözen) ile aralarındaki diyalogda İsmail’in “fakir ama gururlu insan” tavrı ve son derece didaktik bir tarzda vermiş olduğu insanlık dersi, filmin hem genel havasına uymuyor hem de Nuri Bilge’nin alametifarikası olan doğallığı zedeliyor.
***
Yazının birinci bölümünde Türk aydının ve toplumumuzun modernleşme karşısındaki halini uzun uzun anlatmamın sebebi filmin başkarakterinin “aydın” olması değildi. Bence bu film Türk aydını ya da aydın üzerine falan da değildir. Ben filme ‘yamuk bakmak’ istiyorum ve bu filmin Nuri Bilge’nin diğer filmleri gibi post-oryantalist bir metin olduğunu iddia ediyorum. Yazının birinci bölümünü uzatmamın sebebi Fredric Jameson’ın; bütün üçüncü dünya edebiyatının Batı’nın bir alegorisi olduğu savını anlamamızı kolaylaştırmak içindi. Jameson’ın bu alegori savı elbette bütünüyle doğru değildir; ama hem Batılı öznenin Doğuluları nesneleştirmek için kurdukları ilişkiyi -oryantalizm bunlardan sadece bir tanesidir- hem de modernleşme aşkıyla Batılı ağabeylerini taklit etme girişimleri boşa çıkan Türk aydınının içler acısı halini anlamamız için önemli bir savdır. Ben Nuri Bilge’nin filmlerinin birer modernleşememe alegorisi olduğunu ve bunların da son derece Batılı bir gözle inşa edilmiş metinler olduğunu ve daha önceki fikri bunalımların aksine post-oryantalist bir tavırla yapıldığını ileri sürüyorum. Bu alegoriye bir de isim veriyorum: İktidarsız erkek alegorisi.
İktidarsız erkek alegorisi nedir? Basit bir dille anlatacak olursam; Batılıların oryantalist metinleri sevmesinin temel sebebi barbarlık şöleninin, kendilerini -aslında aynı duygu bizim için de kendi Doğumuzu seyrederken hakimdir- güvende, rahat ve ileride hissetmelerini sağlamasıdır. Holy Motors filminde Leos Carax’ın başkarakter Cesar’a söylettiği: “Bir başkasının ölümünü seyretmek kadar hayat dolu başka bir şey yok” sözü tam olarak oryantalist bir metnin neden zevkle seyredildiğini anlatır. Sinemanın kökeni de budur: Hayattan zevk almak için başkasının ölümünü seyretmek.
Batılı öznenin zevkle okuduğu modern dönemdeki eserlerde iki tür alegori karşımıza çıkardı: Birincisi; Batılılaşamayan barbar -ki tam olarak böyle bir seyir zevkinin nesnesidir-. İkincisi de Batılılaşmış, yani evrimini tamamlamış ideal Doğulu tip: Ehlileştirilmiş öteki. (İşi kolaylaştırmak için siyasi zeminde bir örnek verecek olursak; Taliban, El-Kaide gibi barbar müslümanlar ile Gülen cemaati benzeri ehlileşmiş müslümanlar bu iki tipi rahatlıkla temsil edebilirler.) Post-modern dönemde ise yeni bir alegori ile karşılaşıyoruz. Orhan Pamuk’un romanlarında da karşılaşabileceğimiz ama Nuri Bilge’nin kendi kendine oryantalizm ürettiği metinlerinde sıkça başvurduğu yeni alegori biçimi iktidarsız erkektir. Bu erkek barbar değildir; Batılılaşmak istemiştir ama bu sınavı geçemeden kabuğuna geri çekilir. Geri çekilirken, yani “baba evi”ne dönerken iktidarını kaybedecektir. Kış Uykusu’nda; Aydın (Haluk Bilginer) Batılı bir eğitim almış, kendisini aydınlatmış (!), Doğulu özelliklerini terketmiş ama kentte tutunamamış (başarısız bir aktör olduğunu kabul eder) ve “baba evi”ne geri dönmüştür. Aydın, babasından kalan bir oteli işletmektedir. Buradaki “baba evi”ne dönme elbette Dostoyevski’nin “baba evi”ne dönüşü gibi bir dönüş değildir. Dostoyevski en başından bir isyanla, topyekun bir red ile yeraltına çekerken karakterlerini; Ceylan’ın karakterleri önce savaşır, ehlileşmek için mücadele eder; fakat sonra başarısız olurlar. Bu başarısızlıklarının sonunda da iktidarsız kalırlar. Mayıs Sıkıntısı (2000) filmini hatırlayın. Muzaffer, baba evine döner; o da tıpkı Aydın gibi kentte savrulmuş, Batılılaşamamış ve iktidarını kaybederek taşraya -yani baba evine- geri dönmüştür. Batılılaşmanın her kula nasip olmadığı bu fantazmatik evrende Batılı öznenin gururunu okşayacak çokça göndermeye rastlanabilir. Tüm bu alegorik anlatımın seyirciye en iyi aktarıldığı film Uzak (2003)’tır. Filmin adından da anlaşılacağı gibi Batı bizler için çok uzaktadır. Yusuf bir iş bulma umudu ile kente bir akrabasının yanına gelir. Mahmut yıllar önce Tarkovski gibi filmler yapmak umudu ile İstanbul’a gelmiş ama arzu ettiği başarı gerçekleşmemiştir. Mahmut’un Yusuf ile arasındaki sürekli gerilim Yusuf’un Mahmut’a sürekli olarak hal ve tavırlarıyla kendi özünü hatırlatmasından kaynaklanır. Her diyalogda Yusuf’u ezmeye çabalasa da aslında kendi içinde ondan bir farkı olmadığını bilir. Uzak’ın finalinde Yusuf köyüne geri döner ve dönerken sigara paketini evde unutur. Filmin bir sahnesinde “içilir mi lan o sigara” deyip aşağıladığı Samsun sigarasını içmesi, yalnız kaldığı zaman Mahmut’un kendisiyle nasıl yüzleştiğini anlatır. [Şu sigara meselesi için not: Marlboro ve Samsun sigaralarının film boyunca karşılaştırılması, Orhan Pamuk’un Sessiz Ev romanındaki araba yarışı sahnesine ne kadar da çok benziyor. Hani şu Anadol’un Alfa-Romeo’nun arkasında kalması, dahası bozularak bir daha çalışmaması. (Pamuk, Orhan (2006), Sessiz Ev, İstanbul: İletişim Yayınları, 28. Baskı, s. 249-250)] Kış Uykusu’nda filmin finalindeki iç hesaplaşma, Uzak’ın finaliyle çok benzeşir. Aydın, gururundan dolayı genç karısına söyleyemediği “kölen olmak istiyorum” iç sesiyle tam bir iktidarsızlık örneği sergiler. Uzak filminde senaryoda olan ama yönetmenin ya kurguda çıkardığı ya da hiç çekmediği bir sahne vardır: Mahmut’un iktidarsızlığının sergilendiği başarısız bir cinsel ilişki sahnesi. Aslında Mahmut’un iktidarsız olduğunu anlamak için bu sahneye hiç gerek yok; film bunu anlatmak için yeterince gösteren kullanıyor. Kış Uykusu’nda genç karısı ile başı dertte olan adamın da benzer bir iktidarsızlık sorunu ile karşı karşıya olduğunu söyleyebiliriz. Bir Zamanlar Anadolu’da (2011) filmini hatırlayın: Bütün erkeklerin kadınları ile sorunları vardı. Üç Maymun (2008)’da da simgesel olarak hapsolunmuş erkeğin iktidarsızlığı söz konusudur. Bu filmde de başarısız bir cinsel ilişki sahnesi vardır. Tüm bu filmleri Yeşilçam’ın kadın melodramlarının aksine, Yeni Türkiye Sineması’nın erkek melodramı ürettiği teziyle okumak mümkün; fakat oryantalist metinlerin Doğu’yu cinsellikle özdeşleştirmesinin post-oryantalist bir dönemde böylesi bir karşılık bulması hiç de tesadüf değildir. Bu olguyu şöyle formülleştirebiliriz: Modernleşmeden önce barbar insan şehvet doludur – modernleşebilseydi bu şehvetini Batılılar gibi aklı ile kontrol edebilecekti – modernleşemedi; fakat artık eskisi gibi de olamaz – Doğulu özne iktidarını kaybetti.
İleri sürdüğüm tezlere farklı bakış açılarıyla olumlu anlamlar da yüklemek mümkün: Modernleşme ile hesaplaşma gibi. Cumhuriyet’in ilk yıllarında modernleşme ile ilgili iki tez vardı: Ya Doğulu ya Batılı gibi radikal bir tez ile hem Doğulu hem Batılı gibi evrensel bir tez. Tanpınar bu iki teze karşılık ne Doğulu ne Batılı tezini ileri sürerek cevap verdi. Bu filmlerin böylesi bir tepkisellikten doğmadığı çok açık. Nuri Bilge filmlerinin kurduğu dil kimlikteki yarılmayı teşhir etmekle kalmıyor, onları alegorik olarak tayin de ediyor. Bunun sebebinin hiç şüphesiz bu filmlerin Batılı bir gözle yapılmış olmalarıdır. Bu yüzden Batı’da oldukça rağbet görüyor, tıpkı Orhan Pamuk’un romanları gibi. Nuri Bilgevari “baba evi”ne dönüşün ilk örneklerini Cevdet Bey ve Oğulları’ndan başlayarak Orhan Pamuk’un romanlarının önemli bir kısmında görmek mümkündür. Masumiyet Müzesi (2008)’nin Sibel’i -yani başkarakter Kemal’in nişanlısı Fransalarda okumuş, Batılı bir eğitim almış, Nişantaşı gibi bir çevrede yetişmiş kız- bekâret söz konusu olduğunda tam bir Doğulu gibi davranmaktadır. (Pamuk, Orhan (2008), Masumiyet Müzesi, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 19) Bu Batılılaşamamış Doğulu imgesinin Nuri Bilge Ceylan filmlerinin de başat ögesi olduğu ve bunun saf amaçlarla yapılmadığını ve kesinlikle Tanpınarvari bir tepkisellikle ortaya çıkmadığını düşünüyorum.
“Kendisini görecek gözü ya da dile getirecek sözü kalmayan toplum, ötekinin bakışını benimser.” (Yeres; 215) Bu söz Nuri Bilge’nin kendisine ait. Kariyerinin henüz başlarında yaptığı bu çok iyi tespiti yıllar sonra kendi sinemasını tanımlamak için kullanmam da bu yazının ironisi olsun. Bitirirken Zizek’in anlattığı şu fıkraya kulak kesilelim: “İsa tutuklanıp çarmıha gerilmeden evvelki gece, takipçileri endişelenmeye başlamıştı. İsa hala bakirdi, ölmeden önce biraz zevk yaşaması iyi olmaz mıydı? Bunun üzerine Mecdelli Meryem’den İsa’nın dinlenmekte olduğu çadıra gidip onu ayartmasını istediler. Meryem bunu seve seve yaparım deyip çadıra gitmiş. Beş dakika sonra, dehşete düşmüş ve öfkeli bir halde çığlık atarak kaçmış oradan. Takipçiler ona ne olup bittiğini sormuş ve Meryem izah etmiş: -Kıyafetlerimi yavaşça çıkardım, bacaklarımı uzattım ve İsa’ya kukumu gösterdim; ona baktı ve: ‘Ne feci bir yara! İyileştirmek lazım.’ dedi ve avucunu nazikçe üzerine koydu.” (Zizek; 9) Bu fıkradan çıkarmamız gereken hisse şu: Ötekilerin yaralarını iyileştirmeye fazlaca hevesli olan Batı’ya karşı dikkatli olmalıyız; çünkü onun yara dediği şey gerçekte yara olmayabilir.
Alıntı Yapılan Kaynaklar:
Amin Maalouf; Ölümcül Kimlikler (Yapı Kredi Yayınları)
Andrei Tarkovski; Mühürlenmiş Zaman (Agora Kitaplığı)
Artun Yeres; 65 Yönetmenimizden Yerellik, Ulusallık, Evrensellik Geriliminde Sinemamız (Donkişot Yayınları)
Dücane Cündioğlu; Mimarlık ve Felsefe (Kapı Yayınları)
Slavoj Zizek; Zizek’ten Nükteler (Encore Yayınları)

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mezunu. Marmara Üniversitesi iletişim Fakültesi’nde Sinema yüksek lisansını tamamladı. Sinema Kafası’nda başladığı film eleştirilerine Cineritüel sitesinin yanı sıra Dipnot Dergisi’nde film eleştirileri ve makalelerini yayınlayarak devam ediyor.