
100. The Decalogue

99. Seppuku

98. Jesus Christ Superstar

97. Teorema

96. Salaam Cinema

95. Hanyo

94. A Woman Under the Influence

93. Saturday Night and Sunday Morning

92. Der Letzte Mann

91. Brute Force

90. Les rendez-vous d’Anna

89. Le Boucher

88. The Orphic Trilogy

87. My Winnipeg

86. Le Ballon Rouge

85. Loulou

84. Kind Hearts and Coronets

83. The People Under The Stairs

82. Le million

81. Neco z Alenky

80. The Hitch-Hiker

79. Libertarias

78. Skazka Skazok

77. Bara no sôretsu

76. Cztery Noce z Anna

75. Corridors of Blood

74. Gion No Shimai

73. La Vida Es Sagrada

72. Ucho

71. Le Bonheur

70. Boudu Sauvé des Eaux

69. Re-Animator

68. Made in Europe

67. The Set-Up

66. Mat i Syn

65. Kurutta Kajitsu

64. Hibernatus

63. Voskhozhdenie

62. I Am a Fugitive from a Chain Gang

61. La Planete Sauvage

60. Pro Urodov i Lyudey

59. Jigoku

58. I Walked with a Zombie

57. Ghost World

56. Le trou

55. Koza

54. Being There

53. Ah Güzel İstanbul

52. Sedmikrásky

51. Xich Lô

50. The Thin Blue Line

49. The Incredible Shrinking Man

48. Freaks

47. Queimada

46. Catch-22

45. La souriante Madame Beudet

44. The Thirteenth Floor

43. Green for Danger

42. Night Train to Munich

41. I Pugni in Tasca

40. Repo Man

39. Haremde Dört Kadın

38. O Pagador de Promessas

37. Una Giornata Particolare

36. Les Vampires / Judex

35. Ascenseur pour l’échafaud

34. Jag är nyfiken – en film i gult / Jag är nyfiken – en film i blått

33. Kakushi-toride no san-akunin

32. Sweet Movie

31. The Victors

30. Possession

29. El espíritu de la colmena

28. D.O.A.

27. Kukushka

26. Near Dark

25. The Samurai Trilogy

24. Lásky jedné plavovlásky

23. Ballada o soldate

22. Interiors

21. The White Buffalo

20. Ace in the Hole

19. Les Diaboliques

18. It’s a Free World

17. Il deserto rosso

16. Heisei tanuki gassen ponpoko

15. İntikam Meleği / Kadın Hamlet

14. Basquiat

13. Heavenly Creatures

12. The Collector

11. L’Atalante

10. White Dog

9. Bringing Up Baby

8. L’Année Dernière à Marienbad

7. Le Cercle Rouge

6. Hadashi no Gen

5. Network

4. Sherlock Jr.

3. La jetée

2. Moskva slezam ne verit

1. Walkabout
-
100. The Decalogue
Krzysztof Kieslowski, 1989-1990
Krzysztof Kieslowski’nin Eski Ahit’teki On Emir’den yola çıktığı TV dizisi The Decalogue (Dekalog), Polonya’nın 1980’li yıllarda yaşadığı olanaksız koşulları ve dünyanın her zamankinden daha çirkin yüzünü göstermek amacıyla çekilmiştir. Yeşil filtre, karanlık imgeler ve emirlerin günümüze göre yorumlanışı ile bu sorunlu dünyayı imleyen Kieslowski; izleyiciyi köşeye sıkıştırıp sorgulamaya iten, bunu yaparken de gerçeğe çok yakın tasvirler kullanan bir anlatı tercih eder. Bir tür döngü şeklinde ilerleyen Dekalog serisini -her film bir sonraki emri işaret etmektedir- Slavoj Zizek bir etik sorunu olarak tanımlar: Her seferinde ahlaki bir emirden yola çıkmasına rağmen, onu çiğneyen insanoğlu sayesinde, olay etik sorununa dönüşmektedir. Bence bahsedilen bu etik sorunu, serinin parçalarını da birbirleri bağlayan unsurdur.
-
99. Seppuku
Masaki Kobayashi, 1962
Zamanın gelgitlerine dur demek mümkün değildir; insanları olduğu kadar gelenekleri de değiştirir. Ancak bu değişim her zaman iyiye doğru sonuçlanmaz. Savaş sonrasında samurayların geçim kaynaklarını kaybetmeleri ve gözden düşmeleri ile başlayan dönemde, samuraylık kavramını masaya yatıran Masaki Kobayashi, kişisel bir olaydan yola çıkarak toplumsal bir sonuca ulaşmayı başardığı Seppuku (Harakiri) filmi ile öznelden genele yayılan trajedinin boyutlarını, toplumun duyarsızlığını da baz alarak anlatır. Filmin dramatik merkezinde ise dillere pelesenk olmuş ama içi boşaltılmış samuray onuru yer almaktadır.
-
98. Jesus Christ Superstar
Norman Jewison, 1973
1970’te besteci Webber ve söz yazarı Rice, Jesus Christ Superstar isimli üçüncü operalarını yazmaya başladıklarında müzik ve sahne sanatlarının en saygın isimlerinden ikisi olacakları yolda doğru adımlar atmaya başladıklarının ne kadar farkındaydılar bilinmez; ancak daha ergenlik çağında yazdıkları ilk müzikal olan The Likes Of Us (1965) hiç sahnelenemeyecek, ikinci müzikalleri Joseph And The Amazing Technicolor Dreamcoat (1968) ise keşfedilmek için Jesus Christ Superstar‘ın başarısını bekleyecektir. O gün için henüz ciddi bir başarı elde etmiş değillerdir. Fakat üçüncü denemede şeytanın bacağını kıracakları, hem müzik hem de müzikal tarihine geçecekleri eser ortaya çıkmıştır. İsa’nın çarmıha giden yoldaki son günlerini konu edinen rock opera için Tim Rice’ın yazdığı sözler, İsa, Yahuda, Magdalalı Meryem gibi başat kişilikleri kendi bakış açılarıyla anlatmayı ve her birinin insana özgü yük ve tasalarını aktarmayı başarır. Dahası cereyan eden olaylarla ilgili dönemin Roma İmparatorluğu’nun atadığı vali Pilatus, İsa’ya muhalefet eden baş kâhin Kayafa, olayların geçtiği Celile topraklarının kralı Hirodes, havarilerden Petrus ve Simon’a da kendini ifade etme hakkı verir. Kısacası İsa’nın çilesini ve kontrol edemediği sona yürüyüşünü anlaşılır ve insani nedenlere başarıyla dayandırdığı kadar, çevresinin yaşananlara tepkilerini, düşüncelerini ve beklentilerini de ihmal etmez.
-
97. Teorema
Pier Paolo Pasolini, 1968
Pier Paolo Pasolini’nin kendi romanından uyarladığı Teorema, sadece burjuva ahlakı üzerinden yaşanan çürüme ve kutsal olarak adlandırılan kurtarıcı mitine saldırmakla yetinmez; yönetmenin sinemasında belirleyici olan din, cinsellik, ideoloji ve politik görüşleri kışkırtıcı bir şekilde dile getirmeye başladığı ilk filmdir. Açık bir İsa alegorisinin çok ötesindeki film için; Pasolini’nin şair, yazar, eleştirmen, düşünür vasıflarıyla harmanladığı entelektüel birikimin çarpıcı bir dışavurumu olduğu söylenebilir.
-
96. Salaam Cinema
Muhsin Mahmelbaf, 1995
Muhsin Mahmelbaf’ın sinemanın yüzüncü yılına dair bir saygı duruşu niteliği taşıyan filmi Salaam Cinema (Selam Sinema, 1995), İran’daki sinema algısını her türlü karakter, toplumsal sınıf, meslek ve imtiyazı temsil edecek arketipler ekseninde sunmanın yanı sıra, meşhur “gerçekliğin imajı mı, yoksa imajın gerçekliği mi?” ontolojik sorunsalını (1) düşündürttüğü için kayda değer bir önem arz ediyor. Biçimsel olarak sürdürülmeye çalışılan bu sorgulamanın aynı zamanda içerikte yer alan zıt iki duygu dışavurumunun rollendirilme çabalarıyla da bütünleştirildiği bu incelikli deneyselliğin çekiciliği, “anlık gözlem”in sonucunda neticelenir.
-
95. Hanyo
Kim Ki-young, 1960
Asya Sineması’na ait melodramlarda temel eğilim, toplumun temel yapı taşı olan adlandırdıkları aileyi merkeze almaktır. Özellikle savaş sonrasında yaşanan travmatik mutsuzluğun da etkisiyle sosyal kurallar ve geleneğe daha sıkı sarılan, ancak yüzeyin altına atılmış sorunları çözemeyen aile kurumu, muhafazakâr değerlerin sınıf bölünmelerini arttırdığı bir yapıyla karşı karşıya gelmişlerdir. Kim Ki-young, modern bir orta sınıf ailenin içine düştüğü cinsel manipülasyonu kan donduran bir keskinlikle anlattığı Hanyo (Hizmetçi / The Housemaid) filmiyle, aileden hem bireye hem de topluma açılmayı başaran bir hikâye anlatmaktadır.
-
94. A Woman Under the Influence
John Cassavetes, 1974
Sosyal baskılar ve toplumsal rollerde kadınlar çoğu kez kendilerine biçilen rolü oynamak zorunda kalırlar. Bir şekilde mutsuz sonlu bu oyunun parçası haline dönüştükleri gibi, iç dünyalarında kopan fırtınaları da sakinleştirmek zorundadırlar. Diğer türlü toplumdan izole edilmeleri an meselesidir. Bu dışlanmayı yaşamamak için, sahte rollerine sıkı sıkıya tutunan bir kadını merkeze alan A Woman Under the Influence (Etki Altında Bir Kadın), kendisine biçilen “anne” ve “eş” imajları dışında hareket alanı olmayan Mabel Longhetti’nin çalkantılı iç dünyasına bizleri ortak ediyor. Çevremizde yok saydığımız, önemsemediğimiz ya da sessizce uyum sağladığımız, “normal” diye atfedilen davranış biçimlerinin, hassas bir bedende bıraktığı kalıcı hasarları gösteren film, farklı katmanlardan ilerleyen sert bir aile dramı.
-
93. Saturday Night and Sunday Morning
Karel Reisz, 1960
Sıkıcı sanayi şehirlerinden birinde, makine gürültüleri arasında yaşayan Arthur, kötü gidişatı değiştirmek için uğraşan biri gibi görünmez. Ancak henüz fiziki eyleme geçmemiş olması, meydan okuyan düşüncelerine engel değildir. Hafta sonunu gündüzleri balık avlayıp geceleri bira içerek geçirse de, Sevişme Günleri‘nde “Benim için kim ne diyorsa, ben tam tersiyim. Hakkımda hiçbir şey bilmiyorlar” diye birçok kez isyan eder. Arthur’un rutinin sıkıcılığından kurtulmak isteyen serseri imajı aslında düzenin içerisine sıkışmış İngiliz işçi sınıfının bir yansımasıdır. Fabrikada çalışanların kendisine ‘evlenip uslanması’nı önermesi de sistemin uydurduğu bir yöntemdir; tıpkı çalışarak para kazanması gerektiğinin öğretildiği gibi. Arthur fazla çalışmanın sonucunun yeni bir televizyon almaktan fazlası olmadığını bilmektedir. İşçi sınıfını kontrol altında tutanın, bir şeylere sahip olma isteği olduğunun altını çizer.
-
92. Der Letzte Mann
F.W. Murnau, 1924
Dünya sinema tarihinin en önemli akımlarından biri olan Alman Dışavurumculuğunun şaşaalı günlerini yaşadığı 1920’li yıllar, The Cabinet of Dr. Caligari ve Nosferatu ile sinemaseverlerin aklında yer etmiştir. Dönemi etkisi altına almış olan dışavurumcu anlayışa başvurmadan yapılan filmler ise çok az sayıdadır. İşte bu filmlerden birisi The Last Laugh. Gerçekçi dekoru, makyajsız ve sıradan kostümlü oyuncuları ve abartısız oyunculukları ile dışavurumculuğun izlerini taşımayan bu klasik film, Nosferatu ve Sunrise: A Song of Two Humans ile birlikte F. W. Murnau’nun başyapıtı olarak kabul edilir.
-
91. Brute Force
Jules Dassin, 1947
Liderleri “lider” yapan güçtür, ancak bu güç sadece bir vizyon olduğu zaman değerlidir. Diğer türlü kaba bir güç eninde sonunda onların da sonu olur. Brute Force, Munsey özelinde diktatörlere özgü yönetim tarzının nasıl güç sarhoşluğuna sebep olduğunun altını çizer. Diğer taraftan cezaevinden kaçış planı yapan Collins özelinde ise gerçekleşmesi mümkün olmayan hayaller vaat eden liderin peşinden gitmenin yersizliğini de belirtir. Kimse gerçekten çıkış yolunu bulamaz.
-
90. Les rendez-vous d’Anna
Chantal Akerman, 1978
Les rendez-vous d’Anna’nın merkezinde yönetmenin sıklıkla vurguladığı rutinin içine hapsolmuş, kentli kadının edilgen durumu yer almaktadır. Ekranda Anna’nın hayatının kesiştiği, temas ettiği ancak derinleşemediği gündelik ilişkileri izleriz. Anna, ketum bir dinleyici edasıyla karşısındaki dinlemektedir. Film gösterimi sonrasında tanıştığı dul Heinrich, trende sohbet ettiği özgürlüğüne düşkün adam, çocukluk aşkının annesi, mutsuz Daniel ve annesi sürekli kendilerinden bahsetmektedir. Diğer taraftan konuşulanlar o kadar yüzeysel öyle soğuktur ki dışarıdan bakıldığında bu diyalogların bir yere varamayacağı aşikârdır. Bu sebeple Anna, hayatına giren kişiler ile eksikli bir temas yaşamaktadır. Bazen diyalog bazen de seks aşamasında eylemler yarım kalmakta ya da konuşulanlar Anna için bir anlam ifade etmemektedir. Anna’nın temas ettiği tüm karakterlerin umutsuz ve mutsuz ruh hallerinin ise, Avrupa’nın içinde bulunduğu ekonomik ve siyasal çöküntünün makro plandaki yansımalarından kaynaklanmaktadır.
-
89. Le Boucher
Claude Chabrol, 1970
Le Boucher (Kasap), Chabrol’un bilindik temalarını yüzeyde değiştirdiği filmlerden biridir. Film, burjuvazinin ikiyüzlü yapısı ve kıskançlıkları ile örülmüş, şehir dışındaki malikânelerde geçen bir film değildir. Merkezde çekirdek burjuva ailesi ve aile kurumunun yozlaşması yer almaz. Ancak suç karşısında çevrenin takındığı tavır ve suçun şekillendirdiği çevre anlatısı yerini korumaktadır. Helene, Fransa’nın huzurlu ve sakin bir kasabasında bir okulun müdireliğini yapmaktadır. Öğrencileri tarafından sevilen, neşeli bir kadın olmasına rağmen 10 yıl önce yaşadığı terk edilmeyi iç dünyasında atlatamamıştır. Popaul / Paul Thomas ise kasabada kasaplık yapan yalnız bir adamdır. Bir düğünde tanışan ve yakınlaşan çift, kasabada cinayetler işlenmeye başlanması ile ilişkilerini sorgulamaya başlarlar.
-
88. The Orphic Trilogy
Jean Cocteau, 1932-1960
İnsanın kendisini tamamladığı çemberler vardır. Başlangıçtan uzun bir süre sonra aynı noktaya döndüğü ama aynı kalmadığı, ancak tamamlandığında yolculuğun farkına vardığı çemberler. Jean Cocteau’nun düşsel otobiyografisi Orfe Üçlemesi’ni (The Orphic Trilogy); şair, ressam, heykeltıraş, senaryo yazarı olan yönetmenin farklı disiplinlerden elde ettiği deneyimleri ile tamamladığı bir yolculuk olarak tanımlamak isterim. Mitlerden çıkarak kendine döndüğü ve saf geçmiş anımsayışından farklı olarak eskiyi de değiştirdiği bu şiirsel yolculuğun merkezinde bir şair olması kuşkusuz anlatıyı üst düzey bir entelektüel söyleme taşımaktadır. Cocteau, şairin düşsel yolculuğunu sanat, yaşam ve ölüm gibi temalar etrafında, alegorik bir biçem ardında anlatır. Anlatının ne kadarının beslendiği mitolojik ve gerçeküstü ögelerden ne kadarının da Cocteau’nun yaşamından kesitler içerdiği net olmasa da, yönetmenin kendi yaşam öyküsünden yola çıkarak yeni bir mit yarattığını söylemek doğru olacaktır.
-
87. My Winnipeg
Guy Maddin, 2007
Batı Kanada’da Manitoba eyaletinin başkenti ve en büyük şehiri olan Winnipeg, Kuzey Amerika kıtasının coğrafi merkezine yakınlığı ve Kanada’nın doğu-batı doğrultusunun merkezinde bulunması sebebiyle stratejik avantajlara sahiptir. Verimli tarım arazilerinin ortasında olması sebebiyle tarım, ulaşım, sanayi merkezi haline gelmiştir. Oysaki Guy Maddin’in anlattığı Winnipeg, şehrin stratejik cazibe merkezi kısmından çok, insanların Winnipeg’i nasıl gördüğü, yaşanılan yerin boğucu rutini ve çıkışsızlık hissiyle ilgileniyor. Bu yüzden ismi My Winnipeg (Benim Şehrim Winnipeg).
-
86. Le Ballon Rouge
Albert Lamorisse, 1956
Pascal’ın kırmızı balonunun her izleyici için bambaşka bir şeyi simgelediğini düşünüyorum. İzleyicide eksik olan, daha doğrusu yitirdiği ne varsa onu; en son çocukluğunda gerçek anlamda hissettiği düşlerini canlandırıyor. Paris sokaklarında heyecan içinde var olmaya çalışan Kırmızı Balon’un trajik sonu özgürlük ve mutluluk arayışındaki insanları da silkeliyor, dünyanın sert gerçekliğini hatırlatıyor. Yine de sevdiklerimize bağlanmamız gerektiğini öğreniyoruz.
-
85. Loulou
Maurice Pialat, 1980
Sınıfsal kısıtlamalar, sosyal kurallar, seks dürtüsü ile şekillenen ilişkiler, tutkuyla harmanlamış birliktelikler ve Loulou’yu perdede binlerce kez izlediğimiz ilişki filmlerinden ayrıştıran Maurice Pialat’ın detaylarla değil, gerçeklikle ilgilenen kamerası. Peşine takıldığımız ilişkinin doğal akışı içinde yaşananların görece küçük bir bölümünü izlediğimiz Loulou, izleyicinin kolaylıkla özdeşlik kuramayacağı ya da bu bağı itiraf edemeyeceği bir film. Pialat’ın her zamanki cesur ve doğru sorular soran kamerasından da güç alan film, Post Yeni Dalga’nın da etkin örneklerinden birisi.
-
84. Kind Hearts and Coronets
Robert Hamer, 1949
Robert Hamer’ın tuhaf bir biçimde büyük ölçüde komedi öğeleri içeren; ancak bunları bolca ironi ve kara mizahla yoğurduğu filmi Kind Hearts and Coronets (Yumuşak Kalpler), bir suç filminden beklentileri klasik anlamda yerine getirmeyip izleyiciyi şaşırttığı gibi, dönemin sosyal statülerini acımasızca eleştirmekten ve yaşadığımız çağa projeksiyon tutmaktan geri kalmaz.
Chalfont Dükü’nün küçük kızı, meteliksiz bir İtalyan şarkıcıyla kaçınca ailesi onu reddeder. Kadın hayatı boyunca oğlu Louis’e soylu atalarını anlatır ve mirastan payı olduğunu söyler. Ancak D’Ascoyne ailesi bu akrabalık bağını ret etmekte, Louis de mecburen bir kumaşçı dükkânında çalışmaktadır. Annesinin ölümünden sonra soy ağacını inceleyen ve ancak önünde varis kalmadığında unvanını kazanacağını anlayan Louis, önündeki engelleri sırayla ortadan kaldırmaya başlar.
-
83. The People Under The Stairs
Wes Craven, 1991
Wes Craven’ın 90’lı yılların başında çektiği, korku ve komedi unsurlarıyla bezenmiş modern bir tür Alice in Wonderland hikâyesini de andıran The People Under The Stairs (Merdiven Altındakiler), temel izleğini çocuk kaçırma sorunu üzerinden anlatıyor. Kendilerini evden attıran zengin ev sahibinin malikânesine izinsiz giren Fool burada korkunç olaylar yaşandığını keşfeder. Evde oturan çift, çocukları kaçırmakta; her birine işkence yaptıktan sonra bodruma kapatmaktadır. Craven’ın genel anlamda tek mekânda çektiği film, gerilim unsurlarına da yer vererek hikâyeyi dinamik tutmaya çalışsa da filmin sonundaki gidişatla aynı tonu koruyamadığını, biraz dağıldığını söyleyebiliriz. Yine de 90’ların başında yarattığı etkiden çok da uzaklaşmış değil.
-
82. Le million
René Clair, 1931
Sinemaya oyunculuk ile başlayan René Clair ilk yönetmenlik denemelerinde dönemin öncü akımlardan etkilenmişti. Filmlerinde optik oyunlar göze çarpmaktaydı. Clair için teknik, sadece iyi film yapmak için değil anlatı için de her zaman önemli olmuştur. Perspektif yanılsamaları, maketler ve türlü sinema hileleri kullanarak etkileyici planlar elde eden yönetmen, özellikle şehir ve çatılar üzerinde yaptığı kaydırmalar ile bugün bile etkileyici sonuçlar elde etmiştir. Le Million’un açılış sahnesi bu açıdan oldukça önemlidir. Filmin sessiz sinemaya göz kırpan anları, müzikal kısımlarının filme yaratıcı eklemlenmesi gibi teknik başarıları da Le Million’u değerli kılmaktadır.
-
81. Neco z Alenky
Jan Svankmajer, 1988
Kendimizi keşfetmenin yöntemlerinden biri de yolculuğa çıkmaktır. Yol her zaman yeni öğretilere açıktır. Bazen bu yolculuğu fiziksel olarak yapmak mümkün olmadığında hayal gücünden faydalanırız. Küçük bir kız çocuğunun odasındaki nesneleri kullanarak tuhaf evrenlere geçiş yaptığı ve bu yolculuğunu kendi ağzından anlattığı bir masal olan Jan Svankmajer’in Alice in Wonderland uyarlaması Neco z Alenky (Alice), gerçek ile hayal arasındaki belli belirsiz çizgi ile ilgilenmeden izleyiciye düşsel bir yolculuk vaat ediyor. Filmin açılışında söylendiği gibi bu masala / yolculuğa ortak olmak isteyen izleyicinin gözlerini kapatması gerekmektedir. Böylece odaklanacağımız noktada fiziksel sınırlar ortadan kalkacak, görsel algıların kısıtlayıcı dünyasından kendi düşsel gerçekliğimize ulaşabileceğiz.
-
80. The Hitch-Hiker
Ida Lupino, 1953
Kara filmin suçla olan grift ilişkisi her zaman türün ana damarlarından biri olmuştur. Suçun olduğu yerde hikâyeye dâhil olması kaçınılmaz dedektifler -genelde özel bir dedektif-, türlü karanlık oyunlar, ihanet ve aldatmalar, amnezi ve soygun, dolandırıcılık, cinayet gibi unsurların olaya dâhil olması; özellikle eksikli ve bezgin kahramanlarıyla özel bir tür olan kara film, bugün türlü dönüşümler geçirmiş olmasına rağmen varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Klasik kara filmlerin o kesif kokusunu içinde barındıran ancak türün hikâye anlatımındaki kaostan uzak duran Ida Lupino imzalı The Hitch-Hiker (Otostopçu) gerilim ve gerçek hikâyeden uyarlanan senaryosu ve kadın bir yönetmenin gözünden anlatılan bir kara film olma özelliği ile türdeşlerinden ayrılır.
-
79. Libertarias
Vicente Aranda, 1996
İspanya iç savaşının sürdüğü dönemde geçen Libertarias (Özgürlük), faşizm ile komünizm çarpışmasında tarafların kendi idealist fikirlerinin, özgürlük adı altında savaşın parçalarına dönüşmesini bir grup anarşist kadın savaşçı üzerinden anlatıyor. Vicente Aranda filmde bu kadınların ideallerin hayal kırıklığına dönüştüğü anları görmemize olanak sağlamaktadır.
-
78. Skazka Skazok
Yuriy Norshteyn, 1979
Semboller, çocukluk hatıraları, imgeler, anımsamalar, savaş, gelecek korkuları ve bellek… Hepsi, küçük gri bir kurdun peşine takıldığımız etkileyici bir masal atmosferinde vücut buluyor. Anımsananların gerçekliği net olmasa da, savaşın şekillendirdiği çocukluk travmaları ile içinde bulunduğu toplumun kaygılarını derinlerde hissettiğimiz, hatta içerdiği masalsı ögeler ile rahatlıkla kendi fabl kültürümüzle özdeşlik kurabileceğimiz Yuriy Norshteyn imzalı animasyon Skazka Skazok (Tale of Tales / Masalların Masalı), düşsel bir atmosferde izleyicinin algılarını uyarıyor.
-
77. Bara no sôretsu
Toshio Matsumoto, 1969
Bazı durumlarda kişinin kendini tanımlaması, bedenini tanımlamasından geçer. Her ne kadar toplum normlarından farklı olsa, hatta anormal (!) diye adlandırılsa da, bireyin kendi bedeni üzerindeki tasarrufu yaşamını şekillendirmektedir. Çoğu kez bedenini hapsettiği görünmez sınırlardan kurtulmadığında bireyin gerçek mutluluğu yakalaması oldukça zordur. Diğer türlü bir yanılsama içinde var olmaya devam ederler. Toshio Matsumoto’nun gettolara hapsedilmiş transseksüel karakterlere kamerasını çevirdiği deneysel / yarı belgesel filmi Bara no sôretsu (Funeral Parade of Roses / Güllerin Cenaze Töreni), bedeni kabul edip mutluluğu yakalamak isteyen ancak bir şekilde uyuşturucu ve şiddet sarmalından çıkamayıp Yunan trajedilerine sürüklenen Eddie’nin hikâyesini merkeze alıyor. Bir anlamda zinciri kıranların zorlu yaşamının sadece bedenini kabul etmekle çözülmediğinin altını çizen film, Japon Yeni Dalgası’nın en cüretkâr işlerinden biri.
-
76. Cztery Noce z Anna
Jerzy Skolimowski, 2008
Mahremiyet her zaman önemlidir. Günümüzde kişilerin mahremiyetine veya özel yaşam alanlarına, gerek devlet eliyle gerekse özel kuruluşlardan kaynaklanan tehditler artarak devam etmektedir. Özellikle iletişim teknolojisindeki hızlı gelişmeler mahremiyete yönelik ihlalleri oldukça kolaylaştırmakta, bireylerin saklı kalmasını istedikleri bilgileri su yüzüne çıkarmaktadır. Peki, mahremiyetinizi ihlal eden kişinin amacının size zarar vermekten çok, size sevgisini sunmak olduğunu öğrendiğiniz zaman ne hissedersiniz? Ona karşı bir acıma hissi duyarak bu pervasız müdahaleyi hoş görebilir misiniz? Yoksa bu işgalden her durumda rahatsız mı olursunuz? Jerzy Skolimowski, 17 yıllık ara sonrasında kamera arkasına geçtiği gizemli gerilim filmi Cztery Noce z Anna (Four Nights With Anna / Anna İle Dört Gece) filminde bu soruları mahremiyeti ihlal edilen Anna’ya değil, izleyiciye sorduruyor.
-
75. Corridors of Blood
Robert Day, 1958
Robert Day’in filmi bugün genelde klasik bir korku filmi olarak tanımlanmakta. Bunda filmin adının (Corridors of Blood / Kan Kolidorları) olması, Boris Karloff’un güçlü korku filmi karakteri imajının pazarlanmasının payı büyük. Oysa filmin tonu ürpertici derecede gerçekçidir. Hiçbir doğaüstü olay yaşanmadığı gibi Bolton’un hikayesi oldukça trajiktir. Yönetmenin Boris Karloff’la ilk işbirlikleri olan, suç / korku filmi The Haunted Strangler / Grip of the Strangler da es geçilmemesi gereken bir cevherdir.
-
74. Gion No Shimai
Kenji Mizoguchi, 1936
Çağlar boyunca toplumsal baskılardan en çok zarar gören kadınlar olmuşlardır. Sürekli, çizilmiş sınırlar içerilerinde kalmaları, toplumların onlara biçtikleri rolleri oynamaları beklenir. Yoksa basitçe ahlaksız olarak yaftalanacaklar ve toplumdan soyutlanacaklardır. Kadınları kurban ya da vefakâr eş olarak gösteren toplumsal rolleri ret eden Kenji Mizoguchi, savaş öncesindeki ilk dönem sinemasında, toplumun koyduğu etiketlerin altında ezilen kadınlara kamerasını çevirir. Gion No Shimai (Sisters of the Gion / Gion’un Kızkardeşleri) filminde Mizoguchi, geyşa kurumunun toplum algısındaki yerini sorgularken, hikâyesini dönemin sosyo-ekonomik tasviri ve politik alt metni ile güçlendirir. Son tahlilde ulaştığı tümevarım gerçekçi bir toplum panoramasıdır. Mizoguchi’nin savaş öncesi başyapıtlarından olan Gion No Shimai; gerçekçi, feminist ve tavizsiz bir film.
-
73. La Vida Es Sagrada
Andreas Dalsgaard, 2014
Kolombiya’nın içinden geçtiği politik gerilimi seyircisine günbegün belgeleyerek anlatan Andreas Dalsgaard imzalı belgesel La Vida Es Sagrada (Life is Sacred / Yaşam Kutsaldır), demokrasi deneyimini “seçim” konusu üzerinden bir kere daha tartışmaya açıyor. Dalsgaard, izleyiciye demokrasinin sadece sandıktan ibaret olup olmadığını sorarken, seçilmek için her yol mubahtır anlayışını da masaya yatırıyor. Kolombiya’da uyuşturucu kartellerine karşı halkın umudu olmayı başarmış Yeşil Hareket’in öncüsü Antanas Mockus’un seçim süreci ve sonrasında yaşadıklarının anlatıldığı Yaşam Kutsaldır; her ne kadar muhalefet tarafından, amatör ve maceracı bir ruhla çekilmiş olsa da, bir seçim kampanyasının havasını iyi yansıtabilmesi sebebiyle izlenebilirliği oldukça yüksek bir belgesel. 2010’da Kolombiya için başkanlık yarışına giren Muckos bu belgeselin başrol oyuncusu olmakla birlikte, demokrasi kültürüne getirdiği katkıyla başka bir demokrasi deneyiminin de tanığı haline geliyor.
-
72. Ucho
Karel Kachyna, 1970
İktidarların düşmanları kadar yandaşlarını da gözlemekten, dinlemekten hoşlandığını biliriz. Çünkü güç elde etmekten daha zor olan, gücü elinde tutmaktır. Tam da bu sebeple dinlerler, kaydederler ve yeri geldiğinde bu bilgileri sümen altından çıkarıp kullanırlar. Başka türlü statükoya bağımlı iktidarların yaşama şansları yoktur. Madalyonun diğer tarafındaki dinlenenler / gözlenenler ise suçsuz olsalar dahi hep bir tedirginlik içerisinde yaşamaya devam ederler. Bir süre sonra çarkın insanı sürüklediği paranoya, normal yaşamlarına sirayet eder; onları huzursuzlaştırır ve hayatlarını altüst eder. Karel Kachyna’nın komünist rejimin üst düzey bir devlet görevlisinin eşiyle birlikte kendi evlerinde adeta kapana sıkışmalarını anlatan filmi Ucho (The Ear / Kulak), Çek Yeni Dalgası’nın uzun süre yasaklı kalmış cesur politik dramlarından biridir.
-
71. Le Bonheur
Agnes Varda, 1965
İnsanın mutluluk arayışı sonsuzdur. Schopenhauer, varoluşsal yetilerin tüm boyutlarına -psikolojisine ve içeriğine- değinerek, bunun mutlulukla ilgisini izah etmeye çalışmıştır. İnsanın kendinde var olanlarla ancak mutlu olabileceğini öne sürer. Birçok eserinde vurguladığı, kendi kendine “mutlu olma ya da olamama” durumu, kişinin varoluş mücadelesiyle ilintili bir çatışmadan ibaret olmasıyla ilgilidir. Diğer taraftan Schopenhauer mutlu bir hayatı olanaksız olarak tanımlar, insanın başarabileceği en iyi şey kahramanca bir hayattır diye ekler. Mutluluğun merkezinde var olanın, kişinin içgüdülerinin hayatı anlamlandırma sürecidir diyebiliriz. Hayatın üstesinden gelme ve bireysel mutlu olma öğretisi sadece Schopenhauer için değil birçok düşünür için önemli konulardan biri olmuştur. Agnes Varda’nın mutluluk ütopyası içindeki arayışını ve mutluluğu bu ütopyaya göre tanımladığı filmi Le Bonheur / Mutluluk, sınıflandırılması oldukça zor bir arayış filmi: Schopenhauer’un mutluluk ideasına paralel, kişinin içgüdüleri (aşkı ve mutluluğu tanımlaması) üzerinden akan film, yönetmenin feminist damarları güçlü sinemasından en azından anlatısıyla (Mutluluk oldukça soyut bir film) ayrılmaktadır.
-
70. Boudu Sauvé des Eaux
Jean Renoir, 1932
Jean Renoir, 1939 yılında La Regle du Jeu / Oyunun Kuralı’nı çektiği zaman Fransız toplumunu aşağıladığı gerekçesiyle büyük bir kargaşaya sebep olmuştu. Fransız hükümeti önce filmi sansürledi; ancak tepkiler devam edince film tamamen yasaklandı. Muhalif kimliği ile Fransız Şiirsel Gerçekçiliği akımının en önemli isimlerinden olan Renoir, özellikle 1930’larda çektiği çoğu filminde sistem eleştirisi yapmaktan çekinmemiş, toplumu oluşturan katmanlar arasındaki anlayış farklarını ortaya koymuştur. Renoir’ın üst sınıfı kıyasıya eleştirip izleyicinin algı seviyelerini yükselten işlerinden biri olan Boudu Sauvé des Eaux (Boudu Saved from Drowning / Boğulmaktan Kurtulan Boudu), Şiirsel Gerçekçilik gerekliliklerini anarşist bir komedi ile harmanlar.
-
69. Re-Animator
Stuart Gordon, 1985
Korku edebiyatının efsane yazarlarından H.P. Lovecraft’ın “Hebert West – Reanimator” adlı hikâyesinden uyarlanan Re-Animator’un (Diriliş) tuhaf bir kimyaya sahip olduğunu söylemek mümkün. İlk bakışta bir Frankenstein (çılgın bilim adamı ölümün çaresini arar) parodisi izlenimi veren film, işlerin kontrolden çıkmasından sonra kendi özgünlüğünü hissettirmeye başlıyor. Zombi filmlerinin kalıplarından, gore ve istismar sinemasına uzanan geniş bir yelpazede izleyiciyi şaşırtan film; kopan uzuvlar, ilginç cinsel göndermeler ve akıllara ziyan bir tecavüz sahnesi ile türün tüm özelliklerini bir arada sunmayı başarıyor. Neredeyse aşırılıktan beslenen filmin tuhaf bileşenleri sayesinde kült statüsüne ulaştığını da söyleyebiliriz.
-
68. Made in Europe
İnan Temelkuran, 2007
Made in Europe’da farklı şehirlerde, farklı insanlar üzerinden anlatılan üç hikâye aslında birbirlerinin değişik versiyonlarından ibaret. Temelkuran “erkeklik” parantezine alarak kronikleşen problemleri masaya yatırıyor: İşsizlik, güvensizlik, küçük görülme, çıkışsızlık hissi bunlardan bazıları. Dönerci salonlarına, kahvehanelere ya da tek göz odalara sıkışmış olmalarına rağmen, bu gençler erkeklik hallerinden vazgeçmiyorlar. Belki de Türkiye’den yanında getirdikleri tek şey o bıçkın tavır. Ancak kamera biraz uzaklaşıp o sıkıştıkları yerden çıktığında, aslında bu erkeklik tavrının içinin boş olduğunu görüyoruz. Söz ile kurulan bu erkeklik halleri ancak kendi çöplüklerinde geçerli. Bu yüzden de her ne kadar birbirlerine güvenmeseler hatta nefret etseler de birbirlerine ihtiyaçları var. Ancak birlikte var olabileceklerinin de farkındalar, sadece bunu dillendiremiyorlar.
-
67. The Set-Up
Robert Wise, 1949
Robert Wise’ın Joseph Moncure March’ın The Wild Party (Vahşi Parti) şiirinden senaryosunu uyarladığı, az ışıklı, siyah beyaz, gerçek zamanlı çekilmiş kara filmi Demir Yumruk, ringlerden sokaklara hassasiyetle geçiş yapıyor. Sadece Stoker özelinde kısa bir öykü anlatmasına rağmen, hem spor dünyasının şike ve ahlaksızlık içeren iç dünyası hem de seyirci ve boksörlerin farklı dinamiklerle sporu algılamalarını betimlemeyi başarıyor. Bugün bile etkileyiciliğini yitirmeyen sinematografisi, Robert Wise’ın başta ringdeki sahneler olmak üzere üst düzey yönetmenlik becerisi, yakın planları ve detaylara gösterdiği özen (filmin açılışında Stoker’ın isminin yazılı olduğu afişi menajeri kibritini yakmak için çizer, Stoker maça çıkmadan kaybetmeye mahkumdur) ile The Set-Up, safkan bir sinema klasiği.
-
66. Mat i Syn
Alexandr Sokurov, 1997
Sinemayı bir arayışın parçası olarak gören yönetmenlerden Alexandr Sokurov’un sinemasını incelediğimizde, ontolojik sorunsalların (varlığımızı nasıl anladığımızla ilgili sorunsalların) merkezde olduğunu görürüz. Alexandr Sokurov’un yapıtlarında tutturduğu şiirsel üslup ve görsel ritim dikkat çekici bir baskınlıkta olmasına rağmen filmlerin özünü oluşturan itki, modernizmin yarattığı problemlerle başa çıkmaya çalışan bireylerdir. Alexandr Sokurov’un oldukça pesimist hatta çoğu kez umutsuzluk içeren karakterlerinin üzerinden aktardığı, insan ruhunun çektiği acıyı ortaya çıkaran duygulardır. Genç bir adamın ölmek üzere olan annesi ile birlikte geçirdikleri bir güne odaklanan filmi Mat i Syn (Mother and Son / Ana ve Oğlu), yönetmenin biçimci üslubunu gözler önüne sererken, hikâyeyi dramatikleştirme çabasına girmeden ölümün kabullenmesi ve bağlılık üzerine fazla söze gerek duymadan derdini anlatıyor.
-
65. Kurutta Kajitsu
Ko Nakahira, 1956
Ko Nakahira’nın 1950’lerin ortalarında Japon burjuva çocuklarının yaşamlarından çıkarımla, savaş sonrası dönemin portresini çıkardığı filmi Kurutta Kajitsu (Crezed Fruit / Gençlik Ateşi); cinsel devrimin gençler üzerinde yarattığı boşluk hissiyatını vurgular. Gençlerin boşlukta olmalarının sebebi olarak görülen ve eleştirilen cinsel devrim, aslında burjuvazi içerisinde haz merkezli yozlaşmanın bir sonucudur ve bu anlayamama durumunun yarattığı boşluk filmin merkezinde yer alır.
-
64. Hibernatus
Edouard Molinaro, 1969
Hibernatus’un ana izleği karakterlerin bir şeyleri gizleme çabalarından ve zaman ilerledikçe tüm planlarının çözülmeleri üzerine kuruludur. Funes’in canlandırdığı planlar yapan, kurnaz ama her an altüst olmaya yakın koca karakterinin hiperaktiflik ile naiflik arasında kurduğu bağ, hikâyenin havada kalan noktalarından izleyiciyi uzaklaştırmayı başarır. Bu sayede izleyici olay örgüsünün absürtlüğü yerine filmin içerisinde karakterlerin peşine takılmaktadır. Tüm karakterlerin zincirleme bir çözülme ve kaos yaşadığı Hibernatus, başladığı hızlı tempo ile sona erer. Filmin sonunda tüm bu koşturmadan ve anlaşılamamaktan, belki biraz da kendisinden yorulmuş Hubert bedenini 50 yıl süreliğine dondurur. Çekildiğinden bu yana yaklaşık bu kadarlık bir sürenin geçtiğini düşündüğümüzde, filmin komedi tazeliğinin sebebini de bulmuş oluyoruz.
-
63. Voskhozhdenie
Larisa Shepitko, 1977
Savaştan bahsedildiğinde; hamasi vatanseverlik ve çoğu kez sahte kahramanlık hikâyeleri dışında pek bir şey duymayız. Gözümüzü ancak arka plana, çatışmadan uzak kısma çevirdiğimiz zaman daha hassas konuları görmemiz mümkün olmaktadır: Açlık, yaşam şartlarının zorluğu, ortada kalan kadınlar / çocuklar, her iki cephe tarafından taciz edilen, hatta öldürülen siviller… Soğukkanlılığını bir an bile kaybetmediği Voskhozhdenie (The Ascent / Tırmanış) filminde Larisa Shepitko, kamerasını savaşın arka planına, kısmen cephe gerisinde yaşanan trajedilere çevirmektedir.
-
62. I Am a Fugitive from a Chain Gang
Mervyn LeRoy, 1932
Mervyn LeRoy, James’in hikâyesini anlatırken Dostoyevski’nin romanında yaptığı gibi izleyiciyi bildiği kavramları sorgulamaya iter. Bunlardan birincisi ceza kavramıdır. Cezanın sübjektif ve adaletsiz olabileceği ihtimalinin gözden kaçırılmaması gerekmektedir. Dönemin yaygın ceza uygulamalarına yöneltilen eleştiriler yüksek sesle dile getirilir. I Am a Fugitive from a Chain Gang (Ben Bir Pranga Kaçağıyım), pranga mahkûmiyeti ve ağır işçiliğin acımasız bir ceza mekanizması olduğunu söylemektedir. Suç işleyenlerin zalim kişiler olduğu ve cezalarının da zalimce olması gerektiği anlayışına karşı çıkan LeRoy, disiplin ile gaddarlığın karıştırıldığının altını çizmektedir. Suçun önüne geçmek adına korku kültürü yaratmayı amaçlayan bu ceza mekanizmasının işlevsizliğini gözler önüne serer. Yönetmenin ceza ile ilgili ikinci sorgulaması da ıslah hakkındadır. James’in firar ettikten sonra topluma faydalı birine dönüşmüş olması mahkemece yeterli değildir; pranga cezasını da çekmek zorundadır. Oysa cezanın asıl amacı suçluyu ıslah etmek değil midir? Filmin sonunda James’in kaçak hayatı yaşamaya devam etmesi ve yaşamak için bu kez suçluya dönüşmesi bu çarpıklığın sonucudur. Vuruculuğunu halen koruyan kapanış cümlesini düşündüğümüzde, sistemin arınan kişiyi tekrar suçluya başarıyla dönüştürdüğünü, bunu da adaleti sağlamak adına yaptığını görmekteyiz.
-
61. La Planete Sauvage
René Laloux, 1973
Çoğu kez insanların empati yeteneğinin sınırlı olduğunu düşünüyorum. Belki içgüdüsel hayatta kalma / başarılı olma isteği belki de yetersizliklerini örtbas etmek için güçlü görünme gayesi… Sebebi ne olursa olsun, kendi türüne karşı bile acımasız olan insanoğlunun yaşadığı gezegenin parçası değil sahibi olma isteği; aslında evrende küçücük olduğunun farkına varamamasına, kibir sularında boğulmasına sebep olmaktadır. Bu kibrin, kendinden küçük / güçsüz olanları ciddiye almama, daha kötüsü onları yok saymaya sebep olduğunu da söylemek doğru olacaktır. Doğada yaşayan çoğu canlıya saygı göstermeyen insanoğlunun yaşamının ve kurduğu politik düzenin bir alegorisi olarak okunabilecek, Rene Laloux’un saykodelik kült animesi La Planete Sauvage (Fantastic Planet / Vahşi Gezegen) toplumsal sınıflar, şiddet ve bilgi konularını politik bir zeminde ele almaktadır.
-
60. Pro Urodov i Lyudey
Alexei Balabanov, 1998
Çağdaş Rus Sineması’nın yapıbozumcu, kendine özgü dünyası olan yönetmenlerinden Alexei Balabanov’un Pro Urodov i Lyudey (Of Freaks and Men / Mahluklar ve İnsanlar Hakkında) filmi, Çarlık Rusya’sının son demlerinde, birbirinden farklı iki ailenin çevresinde gelişen olay örgüsüyle tutku ve yozlaşmayı ele almaktadır.
St. Petersburg, 20. yüzyılın başlangıcı. Mühendis Radlov karısının ölümünden sonra kızı Lisa ve hizmetçisi Grunya ile birlikte yaşamaktadır. Dr. Stasov ise siyam ikizlerini evlat edinmiş kör eşi ile birlikte yaşayan bir doktordur. Grunya’nın abisi Johann erotik resimler çekip bunları pazarlamaktadır. Johann iki ailenin hizmetçilerine erotik resimler satmaktadır. Radlov, Grunya’yı varis olarak seçmiştir. Ölümü sonrasında Johann kontrolü ele geçirir. Johann ayrıca Stasov’un kör eşi ve çocukları üzerinde hâkimiyet kurmuştur. İki ailenin korumasız kadınları ve siyam ikizleri zorla erotik fotoğraflar ve filmlerde yer almaya başlarlar.
-
59. Jigoku
Nobuo Nakagawa, 1960
Nobuo Nakagawa, Japon korku ve gore filmlerinin başlangıcını işaretlediği kült filmi Jigoku’da (The Sinners of Hell), genç bir öğrenci olan Shiro özelinde duygusal (daha sonra da fiziksel) bir cehenneme kamerasını çeviriyor. Genç bir teoloji öğrencisi olan Shiro, hocasının kızı Yukiko ile nişanlanmıştır. Nişan gecesi arkadaşı Tamura ile gece eve dönerken sarhoş bir adama çarparak ölümüne sebep olurlar. Shiro kaza sonrasında suçluluk duysa da olay esnasında adama yardım etmemiş, istemeden de olsa ölümüne göz yummuştur. Bir süre sonra da çevresindeki insanlar teker teker ölmeye başlarlar.
-
58. I Walked with a Zombie
Jacques Tourneur, 1943
1940’lı yıllarda RKO için çektiği korku / gerilim filmlerinde anlatısını kullandığı psikolojik öğeler vasıtasıyla kuran Jacques Tourneur’ın gerçeklikle kurduğu bağı, hassas bir dengede ele aldığını söylemek mümkün. Bu dönemde Tourneur karakterleri zihinleri ile tehlikeli bir ilişki içerisine sokan ve depresif bir kâbus hissiyatı uyandıran filmler çekmiştir (I Walked with a Zombie dışında Cat People ve The Leopard Man’ı da etkin örnekler olarak gösterebiliriz). Ham korku öğelerini kullanmadan ve bariz şoklar yaşatmadan; izleyiciyi mekân, ışık gölge ve atmosfer içerisine hapseden Tourneur, bu sayede tarifi zor bir tedirginlik hissi elde etmektedir. Yönetmenin biçimci üslubunun doruk noktalarından olan I Walked with a Zombie / Bir Zombi ile Yürüdüm, gizemli bir adada iş bulan hemşire Betsy’nin gözünden bir yandan bulanıklaşan gerçeklik algısına vurgu yaparken, diğer taraftan vodoo ayinlerine uzanan tekinsiz bir atmosfere izleyiciyi ortak eder.
-
57. Ghost World
Terry Zwigoff, 2001
Hepimizin hayatının bir döneminde, en çok da ergenlikten olgunluğa geçiş sürecinde tanıştığımız, bir süre yediğimizin-içtiğimizin ayrı gitmediği, her gün karşılaşmanın veya buluşmanın bir rutin haline geldiği; ancak birdenbire yollarımızın ayrıldığı ve sonradan özlemle buluşmak istesek de aynı sıcaklığı ve tadı alamadığımız tanıdıklarımız olmuştur ve daha da olacaktır. Hani bir karşılaşmamızda “seni arayacağım” deyip aramadıklarımız veya “ara beni” dediğimiz halde aramayanlardır belki onlar. Genelde kafa yormadan, sadece birbirimiz için artık cazip olmadığımız hissiyle ve biraz da küçük yalanlarla öteleriz bu durumu; ancak üzerine biraz düşündüğümüzde veya kendimizi zorlayıp yeniden yakınlaşmaya çabaladığımızda karşımızdaki insanın değişmiş olduğuna kanaat getirir ve o sıcaklığın ve samimiyetin tekrar kurulamazlığına hükmederiz. Bu durumun kaynağında mutlaka değişim de vardır, hatta belki aynı kaldığımızı iddia etsek ve göremesek bile bizde de gerçekleşmiştir; ancak sadece değişim kelimesi açıklamaz bu geri dönülemez uzaklaşmanın sebebini. Masaya yatırmak ve bir zamanlar mevcut olan yol birliğinin nasıl kırıldığını ve farklı yollarda mesafeler aldıkça uzaklaşıldığını görmek için en güzel örneklerden biri olabilir Terry Zwigoff’un 2001 tarihli Ghost World filmi.
-
56. Le trou
Jacques Becker, 1960
Jose Giovanni’nin 1947 yılında hapishaneden kaçış denemesini anlattığı romanından uyarlanan Le trou, birinci dereceden cinayete teşebbüs suçlaması ile yargılanan Gaspard adlı mahkûmun hücresinin değiştirilmesi ile başlar. Yeni geldiği hücrede kalan, dış dünyanın özgür yaşantısının kendileri için bir hayale dönüştüğü dört mahkûm, Gaspard’ın gelişinden rahatsız ve tedirgin olurlar. Bu rahatsızlığın temeli; çıkar ve menfaat ilişkilerinin en yoğun yaşandığı hapishane ortamında, oturtulan bir düzen ya da planlanan bir eylemin sekteye uğramasının tek nedeni olan yeni bir yüz, temelde de güven sorunsalının kendisidir. Karakterleri ve ortak kaderleri doğrultusunda aralarındaki güven problemini aşan ya da aşmak mecburiyetinde kalan beş kişinin özelinde, kazananlara rağmen kaybetme hikâyesinin anlatıldığı film, örümcek ağının bir prototipidir. Hapishanenin bir ağ olduğu öngörünümünde bulunursak, çifte olasılıktan (ağdan kurtuluş ya da örümceğe yem olmak) makûs olanın gerçekleşme ihtimali daha yüksektir.
-
55. Koza
Nuri Bilge Ceylan, 1995
Çağrışım yüklü kadın erkek fotoğrafları; parçalanmış, toparlanmaya çalışmış ama kalplerde kırıkların hissedildiği bir aile; ekin tarlaları ve orman ile gördüğümüz doğanın baskın gücü… Koza’nın imgeler denizinin parçalarının bir kısmını oluşturur. Nuri Bilge Ceylan’ın kısa filmi Koza, kendisinin daha sonra çekeceği Taşra Üçlemesi’nin (Kasaba, Mayıs Sıkıntısı, Uzak) başlangıç izlerini taşır. Bu iz, tıpkı eskimiş fotoğrafları gördüğümüzde hatırladıklarımız gibi, hep bir sonraki film için referanslar içeren bir anımsama halidir. Koza’da mimlendiğimiz her imge gelişerek Ceylan’ın evreninin parçası haline gelir. Örneğin kendi anne-babasını, doğduğu kasabayı merkeze aldığı ilk uzun metrajı Kasaba, bu evrenin ilk genişlediği örnektir. Artık imgeler arka arkaya sıralanmaz, Ceylan göstermekle kalmaz onlara zaman da tanır, bağ yaratır. Uzak’la tamamladığı çember bütünlüklü bir taşra hikâyesiden çok “taşra hissiyatı” ile ilgilidir.
-
54. Being There
Hal Ashby, 1979
Being There, hiç işimize yaramayan bilgilerle dolu aklımızın karıştığını, para ve güç uğruna ekonomik sistemin parçası haline geldiğimizin altını çiziyor. Amerika’lılardan Rus’lara kadar ince bir mizah ve ironiye sahip olması da en önemli artılarından biri. Sıradan bir insan olan hatta insani vasıfları dışında neredeyse kimliği olmayan biri bile Amerikan Başkanı’na ilham olacak cümleler kurabiliyor. Bir bakıma basitlik prim yapıyor; çünkü saf ve doğru. Jerzy Kosinski’nin romanından, kelime anlamından çıkartarak yepyeni bir boyut kazanan bu sıradan yaşam, uyarlandığı filmin de atar damarı olarak başarıyla yansıtılıyor.
-
53. Ah Güzel İstanbul
Atıf Yılmaz, 1966
1960 sonrasında, Türk Sineması’nın yükselişe geçmesiyle birlikte göç, değişim, dönüşüm gibi toplumsal olgulara da rastlamaya başlarız sinemada. Dönem itibariyle, insanların ilgisinin yoğunlaşmasıyla beraber siyasi açıdan toplumun büyük bir kesimini ilgilendiren olayları konu edinen filmlere yer verilmiş ve bu tarz filmlerin sayısında artış gözlenmiştir. Göç, köy-kent yaşamındaki değişiklikler, siyasi açıdan yaşanan değişimler, askeri müdahaleler ve ekonomik krizler sinemaya yansımıştır. Tıpkı Ah Güzel İstanbul’da işlendiği gibi. Film, dönemin bir kesitine ayna tutarak aslında pek çok izleyicinin kafasında tasarladığı artist olma, İstanbul’a kaçıp kurtulma olgusuna ışık tutmaktadır.
-
52. Sedmikrásky
Vera Chytilová, 1966
Sovyetlerin Çekoslovakya’yı işgal etmesinden iki yıl önce, sadece “salataları pörsümüş olduğundan öfkelenen tüm insanlara” ithaf edilen Sedmikrásky (Daisies / Papatyalar), 60’ların ortasında beklenmedik bir şekilde ortaya çıkan ve aynı hızla 1968 Prag Baharı ile sona eren Çek Yeni Dalgası’nın en tuhaf, delişmen ve eleştirel filmlerinden biridir. Vera Chytilová’nın belirli bir olay örgüsü yerine kamerasını her ikisinin de ismi Marie olan 17 yaşındaki özgür kızların peşine taktığı Papatyalar, dünyanın bozuk düzenine ve tüketim toplumuna ağır eleştiriler getiriyor. Toplumun kadına biçtiği rolü yerle bir eden, güçlü feminist damardan beslenen film, yıkıcı ve tehditkâr olmaktan bir an bile geri adım atmıyor.
-
51. Xich Lô
Anh Hùng Trần, 1995
Tarihin çalkantılar, savaş ve sefaletle yoğurduğu topraklardan olan Vietnam’da sokağın dili yoksulluğun, çaresizliğin ve umutsuzluğun dilidir. Hayatta kalmak pamuk ipliğine bağlıdır. İnsanları çepeçevre saran çıkışsızlık hissini geçici de olsa delen tek şey küçük mutluluklar ve yaşama zorunluluğudur. Böylesine kaotik ortamda, bir gencin gözünden kentin kaosuna yer yer gerçeküstü bir bakış attığımız Xich Lo (Bisikletçi), melodrama yatkın hikayesini o sulara hiç girmeden anlatmayı başarmıştır. Diğer taraftan film, yozlaşma, kaybedilen masumiyet, büyüme, mafya gibi konulara içeriden bir bakış sunarak sokağın dilini başarıyla yansıtır.
-
50. The Thin Blue Line
Errol Morris, 1988
Gerçeğin manipülasyonu sinemada çok sık başvurulan bir yöntemdir. Ancak söz konusu normal hayat olunca, hele ki adaletten bahsediyorsak kurgunun yerini gerçeklerin alması gerekmektedir. Errol Morris’in yönettiği belgesel The Thin Blue Line, gündelik yaşama sirayet etmiş hukuksuzluğu, suçun manipülasyonunu, adaletin sahte tecellisini gözler önüne sermekle kalmaz; tüm tanıkları ve adalet sistemini kullanarak gerçek üzerinde düşünmemizi de sağlar. Morris’in kendine has kurgusu sayesinde jüri koltuğuna izleyicinin -vicdanın- oturması sağlanmıştır. The Thin Blue Line’ın dikkat çektiği nokta suçun işlenmesi değildir. Adaletin baskı karşısında bir suçlu yaratması, şüphe uyandırıcı tanıklara güvenip çelişen ifadelerdeki çarpıklıkları görmekten kaçınmalarıdır. Belgesel içerisinde de ifade edildiği gibi; “Ortalama bir savcı bir suçlunun ceza almasını sağlayabilir ama suçsuz birini içeri tıkmak için gerçekten yetenekli olmak gerekir.”
-
49. The Incredible Shrinking Man
Jack Arnold, 1957
İnsanın ilk dürtüsü olan “hayatta kalmak” çoğu kez özünde taşıdığı vahşiliğini, işgalciliğini örten bir kılıf olmuştur. Tarih boyunca adım attığı her yeri bu ilk dürtü sayesinde talan etmiş, yayılmacı politikalar izlemiştir. İnsanın parçası olmaktan çok, sahibi olmaya endeksli yaşam biçiminin doğaya uyum sağladığını söylemek mümkün değil. Kendini doğanın ayrılmaz bir parçası olarak gören insanın, doğanın döngüsel sürekliliğini kendi yaşamına yansıtmak istemesi; bunun için kurduğu düşsel çaba, zamanın başlangıcından sonuna dek uzanan bir eksen üzerinde çeşitli mitler yaratmasına sebep olsa da işin özündeki “ait olma / parçası olma” kısmı çoğu kez eksik kalır. Jack Arnold’un imzasını taşıyan The Incredible Shrinking Man / Kendi Kendine Küçülen Adam bilim kurgu ve gerilim ögelerinden beslenerek bu “ait olma” kavramını varoluş kaygılarıyla birleştirmeyi başarır.
-
48. Freaks
Tod Browning, 1932
Freaks’in başlangıcında bir mezatta gibi çığırtkanlıkla bağıran sirk sahibinin teşhir ettiği sıradan bir ürün değil, vücudu deformasyona uğramış gerçek kişiler. Hilkat garibeleri diye tanımlanan insanları izleyenler, başlarına bir kaza gelse onlardan birine dönüşebileceklerini akıllarına getirmeden küçümseyici bakışlarla insanları birer gösteriye dönüştürürken, bu kısa an bile empatinin önemini de izleyiciye hatırlatmaya yetiyor.
Freaks, vücudunda doğuştan deformasyonlar bulunan bir grup insanın sirkteki yaşamlarına odaklanıyor. Cüce Hans sirk artistlerinden olan güzel trapez sanatçısı Cleopatra’ya âşıktır; ancak Cleopatra sirkte kendisi gibi fiziksel kusuru bulunmayan Herkül’le birliktedir. Cleopatra’nın amacı zengin olduğunu öğrendiği Hans’la evlenip onun parasına sahip olmaktır; ancak planlarının ortaya çıkması ile sirkin diğer sakinleri intikam planı hazırlarlar.
-
47. Queimada
Gillo Pontecorvo, 1969
Gillo Pontecorvo, Cezayir Savaşı’nın ardından çektiği Queimada / Burn!’de kolonicilere karşı kullandığı bakış açısıyla ve Marlon Brando’nun bir kez daha yıldızlaşan oyunculuğuyla ayrıksı bir filmi daha tarihin hazineleri arasına gömmeyi başarıyor. Film temel olarak Karayipler’deki Queimada adasına gönderilen Walker adlı ajanın, adayı Portekizlilerden alıp İngilizlerin kontrolüne vermesi için ortalığı karıştırıp, kızıştırıp, ticaretten pay almak için durumu kendi tarafına manipüle etmesini anlatıyor. Queimada’nın dikkat çekici noktalarından biri, kolonicileri fazlasıyla ve detayına girerek incelemesiyle ortaya çıkıyor. Ayrıca 19. yüzyıl tarihindeki olayları da irdelemesiyle iyi bir dönem çalışmasını da seyirciye sunuyor.
-
46. Catch-22
Mike Nichols, 1970
Savaşın içerdiği kaostan beslenen, büyüdükçe yayılan ve tüm bedeni ele geçiren bir ur misali bürokrasi, her kurumda olduğu gibi silahlı kuvvetler için de oldukça yıkıcı bir sistemdir. Genel kuralların kişiselleştiği, emir komuta zincirinin de bu kişiselleşmeyle paralel dönüşüme uğradığı yapı, Weber’in modern bürokrasisinde tanımladığı gibi “görevlerin birer fonksiyon olma” işlevini çoktan yitirmiştir. Kişilerin yönetim yerlerini doldurmaları ve yetkilerin çerçevelerinin çizilmesi özellikle savaş gibi olağanüstü durumlarda soyut bir anlayışta yer bulur ve istismara açık hale gelir. Joseph Heller’in anti-militarist kült romanı Catch-22’den aynı adla uyarlanan Mike Nichols’ün filmi Madde-22, savaşın anlamsızlığına vurgu yaparken arka fonda bürokrasinin yapıyı nasıl sinsice ele geçirdiğini ve kişisel çıkarlara alet edildiğini yer yer gerçeküstü ve absürt bir tonda ekrana taşıyor.
-
45. La souriante Madame Beudet
Germaine Dulac, 1923
Feminist ve deneysel sinemanın ilk örneklerinden olan, Germaine Dulac’ın yönettiği La souriante Madame Beudet / Güler Yüzlü Madam Beudet, boğucu bir burjuva evliliğinde kapana kısılmış, taşralı bir ev kadının hayatından kısa bir kesiti ekrana taşır. Dönemin avangart estetik anlayışından izler taşıyan film, Beudet’i monotonluğunun içinde bir varoluş arayışına sokar. Zengin düş dünyasını sıkıştırılmış gerçek yaşamına tercih eden Beudet, toplumun kadını konumlandırdığı yere eleştirel bir bakış da sunmaktadır. Dulac “huzurlu görünümlerinin altındaki ruhları, tutkuları” sorgularken ayrıca kendi sınırlarının ardına bakmaya çalışan bir kadının portresini çıkarmaya çalışır.
-
44. The Thirteenth Floor
Josef Rusnak, 1999
Sanal gerçeklik (Virtual Reality / VR) değişik varyasyonlarla uzun zamandır sinemanın gözde konularından birisi olarak popülerliğini koruyor. 80’lerde göze çarpan, bir şekilde ivme kazanan ve 90’ların ikinci yarısında zirveye ulaşan VR filmleri, sinemada görsel bir deneyim halinden çok yaşanılan dünyayı manipüle etme, yapıbozumcu olarak gerçekliğini sorgulama amacı gütmektedir. “Gerçek nedir?” sorusunu sordurmayı hedefleyen, hatta bu soru üzerinden insana dair çıkarımlar yapan The Thirteen Floor / 13. Kat, türün dinamiklerini sorgularken aksiyondan uzak yapısı, simülasyonu algılama biçimi ve film-noir atmosferiyle türdeşlerinden ayrılmaktadır.
-
43. Green for Danger
Sidney Gilliat, 1946
Green for Danger’ın başarısı, her şey izleyicinin gözünün önüne serilmesine rağmen gerçeği anlamamızın ve bir şekilde sonuca ulaşmamızın engellenmesidir. Bunun sebebi de oldukça basittir: Olayın genel akışını çözen izleyici “Neden?” sorusunun cevabını bilindik kodlar vasıtasıyla aramaktan vazgeçmez. Bu sayede film, polisiye janrı içerisinde değer kazanmaktadır. Tıbbi nesneler, hatta filmin ismi (*) bir gerilim öğesi olarak kullanılmıştır. Günümüzde neredeyse bir alt türe dönüşecek twist (sürpriz son) mantığından oldukça farklı olarak, gizem tüm filme yayılmış ve çözüme katkı sağlayacak olaylar izleyiciden saklanmamıştır. Uyarlandığı polisiye romanın dinamiklerinin filme ustalıkla yedirilmesi, Gilliat’ın senaryo uyarlamasındaki başarısının bir sonucudur.
-
42. Night Train to Munich
Carol Reed, 1940
Daha çok The Third Man / Üçüncü Adam ile hafızalara kazınan Carol Reed’in erken dönem filmlerinden olan Night Train to Munich / Münih’e Gece Treni, dönemin paranoyası ile romans bir casusluk öyküsünü ilginç bir mizahi kombinasyon ile harmanlar. Nazilerin işgal ettikleri Prag’da başlayan ve İsviçre Alp’lerine kadar uzanan öykü, soluk soluğa bir tempoda türlü senaryo dönüşleri ile devam eder. Gordan Wellesley’in Report on a Fugitive romanından uyarlanan film, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde Nazi Almanya’sına karşı müttefik ülkelerin yeni bir zırhlı araç geliştirme amacı için karşı karşıya gelmelerini merkeze alır. Zırh üzerine çalışmaları bulunan Dr. Axel Bomasch, şehrin işgalinden sonra Naziler adına çalışmaya zorlanmaktadır. Bunu kabul etmeyerek İngiltere’ye kaçmayı başaran bilim adamının kızı Anna ise yakalanmıştır. Önce bir toplama kampına gönderilen Anna, burada esir gibi görünen Alman subayı Karl Marsen ile yakınlaşır. Nazilerin amacı Karl vasıtasıyla planlı bir kaçış ayarlamak ve kızını kullanarak bilim adamını yakalamaktır. Plan başarıya ulaşır; ancak bu esnada olaya dâhil olan İngiliz ajan Gus Bennett kendini bir Nazi subayı gibi göstererek ikiliyi kurtarmaya çabalar.
-
41. I Pugni in Tasca
Marco Bellocchio, 1965
Bazı filmler çekildiği dönemin iç karartıcı dünyasını öylesine içselleştirir ki; ortaya çıkan eserin sertliği izleyiciyi ürkütür. Toplumsal bir buhranın bireyleri derinden sarstığı; aile, din ve ahlaki çürümenin her yeri ele geçirdiği savaş sonrası İtalya’yı, bir ailenin özelinde anlatan I Pugni in Tasca (Fists in the Pocket / Cepteki Yumruklar) yıllarca görmezden gelinmiş, değeri ancak 2000’li yıllarda New York Modern Sanatlar Müzesi’nin retrospektifinde ortaya çıkmıştır. Marco Bellocchio’nun yönettiği yarı-otobiyografik öykü, nefes almayı zorlaştıran karamsar bir tablo çizerken film boyunca yarattığı tedirginlik hissi, boğucu atmosferi ile saldırgan, hatta çoğu kez militan bir sinema örneği ortaya koyar. Savaşın açtığı her yozlaşmayı, kötülüğün o belirsiz, karanlık atmosferinden gün yüzüne çıkaran Cepteki Yumruklar, bireylerin bu çöküntüdeki payını sorgulamaktan çekinmez.
-
40. Repo Man
Alex Cox, 1984
Sinemada sistem eleştirisi yapmanın bin bir türlü yolu var; ancak hiçbiri Alex Cox’un punk kırması, bilimkurgu ve kara filmi harmanlayan distopyası Repo Man kadar ilgi çekici unsurları bir arada bulundurmuyor. Elimizde bir bütün olarak detaylarla zenginleştirilmiş, punk, edebiyat ve sinemaya yaptığı göndermeleri ile türdeşlerinden ayrılan ve bu sayede kendi evrenini yaratmış bir film var. Öyle ki, yapmış olduğu göndermeler sayesinde filmin tuhaf atmosferini birkaç basamak yukarıya çekebildiği gibi, tematik zenginliğini de arttırıyor. Zaten Repo Man’in başarısı da bu ince detaylarda gizli.
-
39. Haremde Dört Kadın
Halit Refiğ, 1965
Her sinema filminin, yönetmenin akıl süzgecinden geçtiğini; yorumlanmış -iyi ya da kötü- bir fikirden doğduğunu söylemek mümkün. Bu söylemin incelikle uygulandığı işleri incelediğimizde anlık bir parıltıdan çok, tutkuyla o fikre bağlanmış, izini sürmüş ve emek harcamış kişilere ulaşırız. Bu açıdan baktığımızda “ben sinemaya fikriyattan geldim” diyen Halit Refiğ’in Türk Sineması’nı yapısal olarak etkilemiş olması şaşırtıcı değil. Gerçekçilik kavramının en cebbar savunuculardan olan Refiğ, sinemasına bu düşünce dinamiğini yerleştirirken; çöküş, çürüyüş ve ihtişamı aynı anda sosyal gerçekçilikten sapmadan uyguladığı Haremde Dört Kadın filmiyle söylemini hem kuvvetlendirir hem de başka bir kulvara taşır. Bu kulvar kendi tabiriyle, Türkiye’nin farklı sosyal yapısını, kültürel özelliklerini tarihi bir dönem filmi içerisine yerleştirmektir. Böylece özellikle Gurbet Kuşları filminde gördüğümüz / farkına vardığımız sosyal gerçekçilik ile geçmiş arasında organik bir bağ kurmuştur. Geleceğin inşasında kabuk değiştirmiş, can yakıcı, yaralayıcı özgürlük ve adalet çabalarının bir tezahürü olan Haremde Dört Kadın, her ne kadar dar bir alanda geçse de Refiğ, filmi bir tüme ulaştırmayı ustalıkla başarmakta, izleyicinin dün ile ilişkisini canlandırmaktadır.
-
38. O Pagador de Promessas
Anselmo Duarte, 1962
Günümüz toplumlarının dinle ilişkisi şu zamanlar oldukça kritik bir noktaya taşındı; gerçi eskiden de farklı olduğunu söylemek mümkün değil. Din ile birey arasındaki uçurumun modern toplumun zorunluluğu haline gelen hırs sayesinde her geçen gün daha da açıldığını söyleyebiliriz. Hırsın sadece bireylerin değil din adamlarının da düştükleri bir tuzak olduğunu ayrıca belirtmemiz gerekiyor. Cehaletin tetiklediği dini yanlış anlama / yorumlama ya da biat kültürünün getirisi olarak sorgulamadan her şeyi doğru kabul etme, günümüz din algılayışının en büyük sorunlarından biri olarak göze çarpıyor. Anselmo Duarte’nin yönetmenliğinde çekilen O Pagador de Promessas (Verilen Söz – The Given Word / Keeper of Promises), basit bir adağın şekilcilik, otorite baskısı, suistimal ve suizana kurban gitmesini sade bir dille anlatırken diğer taraftan da saf dini inancının korunmasının zorunluluğunu ve çevresel faktörlerin inanca yansıması hakkında etkileyici bir çıkarım yapmayı başarıyor.
-
37. Una Giornata Particolare
Ettore Scola, 1977
Ettore Scola’nın yönetmiş olduğu Una Giornata Particolare (Özel Bir Gün) koskocaman bir binada birbirleriyle yolları kesişen iki kişinin hayatına bir günlüğüne davet ediyor bizi. Altı çocuklu, cahil bir kadın olan ve eşinden görmediği ilgi yüzünden derin bir yalnızlığa hapsolmuş Antonietta -Sophia Loren- ile; sistem karşıtı, yalnız ve umutsuz, intihar eşiğinde bir eşcinsel olan Gabriele’nin -Marcello Mastroianni- bir günlük çok özel birlikteliğini, fonda savaş öncesindeki Hitler-Mussolini birleşmesindeki kutlamaları kullanarak anlatan Scola, ismi gibi çok özel bir filme imza atıyor.
-
36. Les Vampires / Judex
Louis Jean Feuillade, 1915-1917
Edebiyata, dramaya ve Vodvil’e özel bir ilgisi olan Louis Jean Feuillade’nin sinemada ilgi çekici bir kariyeri bulunmaktadır. 1905 yılında sinema sektörüne giren ve uzun yıllar seri kısa filmler çeken Feuillade’nin bugüne kalan en eski filmi 1907’de çektiği Tea at the Porter’s Hause (Porter Evinde Çay) isimli kısa filmidir. Yönetmenin belirli bir temayı baz alarak çektiği ilk seri film 10 parçadan oluşan Le Film Esthetiwue (Film Estetiği)’dir. Ardından çektiği Bebe 90 kısa filmlik bir komedi serisidir. 4 yaşındaki Clement Mary’in maceralarını anlatan seri ardından ilk ciddi seri filmi Fantomas (Fantoma) suç imparatoru denen birinin işlediği suçları anlatır. Her biri bir saat uzunluğundaki seri oldukça ses getirmiştir.
Les Vampires ve Judex mitleri çok geniş bir perspektifte yorumlamış, içinde edebiyat ve sanat tarihi olmak üzere çok geniş bir skaladan beslenmiş filmlerdir. Kendinden sonra gelen birçok akımı -özellikle Fransız Yeni Dalga ve Alman Dışa Vurumculuğu- etkileyen filmler günümüz izleyicisi için keşfedilmeyi bekliyor.
-
35. Ascenseur pour l’échafaud
Louis Malle, 1958
Biçimsel tavır denemeleri, özgün üslubu ve arafta gezen karakterleri ile Fransız Sineması’nın en önemli yönetmenlerinden olan Louis Malle, ilk uzun metraj filmi Ascenseur Pour L’echafaud (Elevator to the Gallows / İdam Sehpası) ile hem Fransız Yeni Dalgası’nın erken dönem örneklerinden birine imza atmış hem de film noir ve gerilim atmosferini aynı potada eriterek sıra dışı bir film ortaya koymuştur. Paris sokaklarını bol kontrastlı siyah beyaz çekimlerle betimleyen, karakterleri birbirine pamuk ipliği ile bağlayan ve iki koldan akan etkileyici bir suç hikâyesi anlatan Malle, klostrofobik bir gerilim atmosferi yaratarak Hitchcook’a selam göndermiştir.
-
34. Jag är nyfiken – en film i gult / Jag är nyfiken – en film i blått
Vilgot Sjöman, 1967-1968
İsveç bayrağının iki rengine atfen sarı ve mavi olmak üzere ikiye bölünen I Am Curious, Lena adlı genç tiyatro öğrencisi bir kadının kişisel gelişimi çerçevesinde İsveç sosyalizminin ikiyüzlülüğünü; İsveç’te sınıf sisteminin varlığı ve yokluğu, rejim, kadın hakları, vicdani ret ve şiddet karşıtlığı üzerinden gösteren serinin ilk filmi I Am Curious: Yellow (Meraklı: Sarı) ile başlıyor. İkinci film I Am Curious: Blue’da (Meraklı: Mavi) kadın hakları konusundaki ilgisini daha çok arttıran yönetmen Vilgot Sjöman, İsveç halkının din ve kilise evliliği gibi konular hakkındaki bakış açısı üzerine daha fazla yoğunlaşmaktadır.
-
33. Kakushi-toride no san-akunin
Akira Kurosawa, 1958
Usta yönetmen Akira Kurosawa’nın görece arka planda kalmış filmlerinden olan Kakushi-toride no san-akunin (Gizli Kale / The Hidden Fortress), 16. Yüzyılda krallığı tekrar inşa etmek için gerekli olan altınlarıyla birlikte yolculuk etmekte olan Prenses Yuki Akizuki ve onu koruyan General Makabe’nin düşman bölgesinden geçme çabasını merkeze alıyor. Yolda ikiliye gözünü para hırsı bürümüş ancak onlar için casusluk yapan Tahei ve Matakishi adlı iki köylü serseri de katılacaktır. Tüfeğin ortaya çıkmasıyla patlak veren Japon iç savaşının odağında ülkenin güvensizliğine ve çaresizliğine vurgu yapan film, Kurosawa’nın benzersiz görsel stili, çoklu kamera kullanılması ile sağlanan muazzam açıları, birinci sınıf bir mekân yaratma duygusuyla harmanlanmış bir Japon yol / macera filmi.
-
32. Sweet Movie
Dusan Makavejev, 1974
Sırp asıllı Yugoslav yönetmen Dusan Makavejev’in sıra dışı anlatım tekniğine sahip sinemasında, özellikle cinsellik ve ideoloji gibi konuları kurcalaması sebebiyle her kesimi ve her sinemaseveri memnun etmekte zorlandığı aşikâr. Ancak sinemada farklılık ve sivrilik arayan sinefiller tarafından keşfedildiğinde büyük bir mutluluğa sebebiyet vereceği ve sahiplenileceği ihtimali de yüksek. 1971 tarihli en bilinen filmi W.R. – Misterije Organisma (WR: Mysteries Of The Organism) sonrası pek çok ülkede sansüre uğrayıp anavatanını terk etmek zorunda kalan Makavejev, nitekim bir sonraki filmi olan Sweet Movie’yi 1974’te Fransa ve Kanada’da çeker.
-
31. The Victors
Carl Foreman, 1963
The Victors, yani Kazananlar, ismi itibariyle savaşın kazananlarını bir Amerikan birliği üzerinden anlatırken, anlatısındaki en dikkat çeken özelliğini ise birbiriyle alakasız gözüken ama savaşın korkunçluğunu içlerine kadar yaşayan insan hikâyelerini anlatmasıyla oluşturur. Aykırı bir iş olarak kazananların trajedisine odaklanmayı seçen film, kazananlardan beklenenin aksine bir kahramanlık hikâyesi sunmaz. 2. Dünya Savaşı’nın dünyayı özgürleştiren kahramanları, disiplini, sorumluluk sahibi olamayan, yeri geldiğinde askerliğini bile unutan yer yer nihilist nitelik kazanan savaşın zoraki kahramanları olarak anlatılırlar. Savaşın içinde kendi var oluşları ile yok oluşları arasında sıkışmış olan bu bireylerin de, askerliği ve savaşmayı, gün ve zamanı doldurmak için verilmiş birer bahane gibi gördüğü söylenebilir.
-
30. Possession
Andrzej Zulawski, 1981
Andrzej Zulawski’nin sinemada beslendiği damarlar klasik yöntemlerin bir hayli uzağında seyrediyor. Yönetmen, imgeler vasıtasıyla özellikle bedenle kurduğu ilişki yer yer hastalıklı bir boyuta ulaşırken, tutku, ihanet ve saplantı gibi dürtülerin üzerine giderek yapıbozumcu ve oldukça rahatsız edici filmlere imza atıyor. Zulawski’nin fantastik ve korku öğelerini sürreal bir atmosferde birleştirdiği kült filmi Possession (Saplantı) kendi sinemasının tüm dinamiklerini başarıyla kullandığı sarsıcı bir film.
-
29. El espíritu de la colmena
Víctor Erice, 1973
Hayal kuran kişiyi gerçeklikle tanıştırma isteği hepimizin sahip olduğu en büyük silahlardan yalnızca biri; oysaki gerçeklik çoğu zaman çıkar ve riyadır. İnsanı olduğundan daha fazla duyarlı, daha fazla bilgili göstermek adına başvurulan o yapay hile, gerçeklik, bir çocuğa ebeveynleri tarafından dikte ettirilen en büyük kâbus olmaya devam ediyor ve edecek. İşte El espíritu de la colmena (Arı Kovanın Ruhu / The Spirit of the Beehive) filminin, her ne kadar metaforik anlatımı ile dikta toplumunun betimlemesini, eleştirisini yapıyor olsa da, temel dinamiğini tam da az önce bahsettiğim çocukluğun sihirli dünyası ile yetişkinliğin gerçeklik-hayal ayrımı yapması sebebiyle sihirden kopma aşaması oluşturuyor. Bu yapıyı en doğru biçimde oluşturacak anlatı ise büyülü gerçekçiliktir. Fantastik, sürrealist gibi türlerden olağan ile olağandışı olanı yan yana getirmesi ile ayrılan büyülü gerçekçi anlatılarda kullanılan yabancılaştırma, belirsizlik, ölüm, ölü kişiler ve olağan dışılık gibi temel öğelerin hepsi Arı Kovanın Ruhu filminde de kendine yer bulur.
-
28. D.O.A.
Rudolph Maté, 1950
Yönetmenliğini Rudolph Maté’nin yaptığı, 1950 yapımı D.O.A.’nin başkarakteri Frank Bigelow, film noir’a aykırı olan bir dedektif değildir ama kaderin kötü oyunu sonucu hazin bir durumdadır; içtiği zehirle öldürülmüştür. Döneme göre en yenilikçi sahneyle açılan film, Frank’in şu şok edici sözleriyle devam eder: “Bir cinayet rapor etmek istiyorum. Öldürülen kim? Benim”. Bu andan itibaren Frank’in katilini öğrenmekten başka çaresi yoktur. D.O.A.’nin, ayrıca, hem mizahı hem trajediyi içinde barındırarak film noir içinde yenilikçi bir kırılmaya gittiği de söylenebilir.
-
27. Kukushka
Aleksandr Rogozhkin, 2002
Rus yönetmen Aleksandr Rogozhkin, aynı zamanda senaryosuna da imza attığı 2002 tarihli filmi Kukushka’da daha evvel bir arada kullanmayı hiç düşünemediğimiz malzemelerden farklı bir lezzet oluşturup damaklarda yeni ve kalıcı bir tat bırakmışçasına hislerle donatıyor izleyicisini. 2. Dünya Savaşı’nın soğuk, nefret dolu coğrafyasından ve savaşın etkilediği halkların dış dünyaya duvarlar ördüğü, yalnızlaşmış bireylerinden seçip ustaca bir hamle ile bir araya getirdiği üç kişilik hikâyesiyle bolca gülümsetmekle kalmayıp sıcacık bir dramla yüreğimizi okşuyor.
-
26. Near Dark
Kathryn Bigelow, 1987
Vampirlerin henüz bohem ya da sosyete mensubu olmadığı, teenager aşk ilişkileri ile zaman öldürmediği, sözde özlerini ortaya çıkarmak amacıyla kendi mitlerine ihanet etmediği, üstüne üstlük giyinik olduğu bir vampir filmi günümüz izleyicisi için şaşırtıcı gelecektir. Kathryn Bigelow vampir mitini bir sokak çetesi formatında izleyiciye aktardığı Near Dark’ta (Karanlık Bastığında) janrı çok iyi etüt etmiş ancak klişeleri kullanmaktan kaçınarak özgün bir filme imza atmıştır. İzleyiciye ilk bakışta tuhaf bir tanıdık hissi uyandıran Near Dark, janrı algılayış biçimi ve atmosferiyle 80’lerin en ilginç filmlerinden biridir.
-
25. The Samurai Trilogy
Hiroshi Inagaki, 1954-1956
Anlatısını bir karaktere odaklayan filmlerde yaşanan en büyük sorunun karakter ile yönetmenin mesafesini kaybetmesi olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle halk tarafından sevilen karakterleri sinemaya uyarlarken düşülen bu durum, filmin övgü halinden çıkamamasına ve derinleşememesine sebep oluyor. Hiroshi Inagaki’nin Japon savaş sanatları efsanesi samuray Miyamoto Musashi’nin hikâyesini anlattığı ve Samuray Üçlemesi olarak da adlandırılan filmler, samuray kültürüne içeriden attığı bakış, soğuk ve mesafeli tavrı ile türdeşlerinden ayrılıyor. Samuray olma yolunda ülkeyi dolaşan Musashi’nin duygusal iç dünyasının olgunlaşmasını büyük savaş sonrası felaket yıllarında arka planında anlatan İnagaki, samuray kültürünün hem ülkeye yansımasını hem de vahşet ile çizgisini çok iyi tanımlıyor.
-
24. Lásky jedné plavovlásky
Milos Forman, 1965
Çek yeni dalgasının en heyecan verici filmlerinden biri olan Lásky jedné plavovlásky’de Forman, hümanist bir bakış ile sosyal hayatın bir kısmını ekrana almış, küçük trajik anları kara mizah ile harmanlamıştır. Genç bir kadının ilişkileri üzerinden Çekoslovakya’nın toplumsal kodlarını masaya yatıran film, arka planda, sosyal yaşamın ve bürokrasinin eleştirisini sosyalizmin reddine ulaşmadan yapmaktadır. Forman ve akımın yönetmenlerinin sinemayı stüdyodan çıkarıp günlük hayatın içine dahil etmeleri heyecan uyandırıcıdır.
-
23. Ballada o soldate
Grigori Çukhray, 1959
Grigori Çukhray’ın II.Dünya Savaşı sırasında bir Sovyet askerinin annesini ziyaret etmek için çıktığı kısa yolculuğu ve bu yolculukta umutla umutsuzluğun iç içe geçtiği bir coğrafyayı betimlediği Ballada o soldate (Ballad of a Soldier – Askerin Türküsü); savaşa yaklaşımı, duyarlılığı ve karanlık içinde parlayan bir aşk hikayesi ile benzerine kolay kolay rastlanmayacak bir klasik.
-
22. Interiors
Woody Allen, 1978
Woody Allen’in Bergman ile ilişkisinin gerek atmosfer gerekse kullanılan çekim teknikleri açısından doruk noktası Interiors / İç Dünyalar’dır. Oldukça karanlık bir atmosfere sahip İç Dünyalar, bir aile hesaplaşması üzerinden derin psikolojik analizlere girişir. Film Renata, Joey ve Flyn adındaki üç yetişkin kız kardeşin, ebeveynlerinin boşanma kararı almalarının ardından ailenin iç hesaplaşması şeklinde özetlenebilir. Annenin boşanmak istememesi ve bunalımları ile babanın hayatına yeni birini sokması arasında kalan kardeşler kendi yaşamlarını, kariyerlerini ve geleceklerini de sorgularlar.
-
21. The White Buffalo
J. Lee Thompson, 1977
1874’de yılında Vahşi Bill Hickok, rüyasında büyük beyaz bir buffalo tarafından sürekli rahatsız edilir. Bu işkenceden kurtulmak için beyaz buffaloyu öldürmek üzere Vahşi Batı’ya gider. Hickok, James Otis takma ismi altında daha önceden birçok düşman yarattığı kasabasına dönüp hem eski düşmanlarını alt etmeli hem de beyaz buffaloyu alt etmek için mücadele etmelidir. Bu açıdan film, çift dikiş korku filmidir. Hem buffalo tarafından yayılan tekinsizlik hem de Hickok ve vahşi batı medeniyetinin doğasında yer alan tekinsizlik ve şiddet korkunç yüzünü birlikte gösterir. Seyircinin de bu iki durum arasından tarafını seçmesi beklenir.
-
20. Ace in the Hole
Billy Wilder, 1951
Wilder 1950’ler de gerek cinselliği kullanımı gerekse kasaba ahlakını irdeleyen alaycı ve yapıbozumcu filmlere imza atmıştır. Ace in the Hole, reyting kavramı olduğu sürece “haber”in yapış şeklini sorgularken genel planda ahlaki yozlaşmanın toplumun tüm tabakalarına yayıldığını gösterir. Yaşanan trajediye bir merak unsuru olarak yaklaşan halkın bir noktadan sonra olayı unutup gitmesi düşündürücüdür.
-
19. Les Diaboliques
Henri-Georges Clouzot, 1955
Gerilim sinemasın temelinin izleyiciyi tedirgin etmekten geçtiğini söyleyebiliriz. Ancak grafik sahneler kullanmadan sadece olay örgüsü, zamanlama ve ışık gölge ile elde edilen, saf sinema duygusu barındıran klasik gerilim filmlerinde bir şey daha göze çarpar: Yönetmenlik becerisi. Bu açıdan türün doruk noktasında olan Hitchcook’u saymazsak çok az yönetmen Henri-Georges Clouzot’un yakaladığı sinema duygusunu yakalamayı başarabilmiştir. Clouzot’un klasik dönem bir kara film ile gerilim sinemasını birleştirdiği Les Diaboliques / Şeytan Ruhlu İnsanlar ile izleyiciyi ekran başında sürekli tedirgin eden, hem olay örgüsü hem de yönetmenlik başarısıyla akıllardan kolay kolay çıkmayacak bir filme imza atmıştır.
-
18. It’s a Free World
Ken Loach, 2007
21. yüzyılda kapitalizmin tüm dünyayı ele geçirdiğini hatta derine nüfuz ederek kişileri ve olayları kendi yöntemleriyle değiştirdiğini söylemek doğru olur. Değişen dünya, sürekli yenilenen teknoloji sayesinde artık insanlar korunaklı ortamlarda kalıyor hatta görmek istemediği haberlerden uzak durarak yaşam kalitesini arttırdığı yanılgısına sığınıyorlar. Toplum katmanları içerisindeki çözülmenin işçi sınıfını tamamen darmadağın ettiğini sadece ülkemizde değil tüm dünyada gözleyebiliyoruz. Artık daha çaresiz, kısmen saldırgan ama en önemlisi geleceklerinden ümidi kesmiş ve tamamen umutsuz hale gelen bireylere dönüşmüş olmaları üzücü olduğu kadar düşündürücü de.
It’s a Free World (İşte Özgür Dünya)’ün çıkış noktası tam olarak bu umutsuzluk hissi.
-
17. Il deserto rosso
Michelangelo Antonioni, 1964
Antonioni’nin sinemasını tanımlamak için ilk akla gelen film Il deserto rosso -Red Desert/Kızıl Çöl- olmayabilir. Yönetmenin bireyin yalnızlığını, çaresizliğini ve toplumun ironik bir şekilde iletişimle gelen kopukluğunu vurguladığı Yalnızlık Üçlemesi –L’avventure, La Notte, L’eclisse- ardından çektiği Kızıl Çöl, modern insanın nevrotik varoluş çabaları üzerinden ilerler. Sanayileşmenin getirdiği gotik ve ürpertici fabrikalar arasında gezinen umutsuz kadın kahramanı Giuliana’nın daha çok çıkışsızlık hissine karşılık gelen sinir krizleri ile yaşama tutunma gayretini Antonioni incelikli bir işçilikle ekrana taşır. Amaçsızca dolaştığı bu evrende Giuliana’nın ulaşmak istediği utkunun bireysel bir varoluş olduğu açıktır.
-
16. Heisei tanuki gassen ponpoko
Isao Takahata, 1994
Hayao Miyazaki’nin fikir babası olduğu Isao Takahata animesi Pom Poko’da rakunlar şehirleşme ile küçülen ormanlarını korumak için insanlara karşı savaş açıyorlar. Hikâyede görünüşünü değiştirebilme gücüne sahip olan rakunlar bu yeteneğini önce korkutma ve kaçırmaya, daha sonra zarar vermeye yönelik kullanırlar. Rakunlar gibi yaşam alanlarını kaybeden tilkilerden ise insan görünüşüne bürünüp insanlar arasında yaşamaya alışma önerisi gelir. Çünkü insanlaşmayı becerip uyum sağlayabilenler hayatlarına devam ederken dönüşemeyenler için yaşam sona erecektir.
-
15. İntikam Meleği / Kadın Hamlet
Metin Erksan, 1976
Bir av sırasında babası öldürülen ardından annesi ile amcası evlenen ve babasının hayaletiyle yüzleşen Hamlet, cinayeti ortaya çıkarmak için deli numarası yapmaya başlar. Katil gerçeği itiraf edene kadar devam edecek bir oyunda çevresindeki herkes ona inanacak, bu sayede olayda parmağı olanlardan intikamını alacaktır.
Türk Sineması’nın yüz aklarından Metin Erksan’ın Shakespeare’in ünlü oyunu Hamlet’i günümüze taşıdığı, onu bir kadın olarak yorumladığı film, dönemin çok ilerisinde bir anlayışa sahip. Erksan’ın gerçeküstü bir atmosfer kurduğu filmde fantastik bir evrene adım atarız. Her nesnenin normal olduğu ancak Hamlet’in görüldüğü her an nesnelerin farklı anlamlara büründüğü bir dünyadır. Özellikle hayali bir orkestra ile doğaya verdiği konser ile doruk anına ulaşan fantastik anlar oyunun sıra dışı uyarlamasında göze çarpar.
-
14. Basquiat
Julian Schnabel, 1996
Aslen bir resim sanatçısı olan Julian Schnabel, ilk filmi Basquiat’da meslektaşı ve arkadaşı Jean Michel Basquiat’yı ele alarak mini bir biyografiye imza atıyor. Resim sanatının en büyük (belki de tek büyük) siyahî ressamı olan Basquiat, sokaklardan gelen bir duvar ressamı ve öncü bir grafiti sanatçısı. Çocuksu denecek derecede bozuk çizimlerden oluşan ve sanatçının kendine has ifade, düşünce ve kelimelerini içeren dışavurum örneği eserlerinin Andy Warhol tarafından desteklenmesiyle ünlenen sanatçıyı tanımak ve duygularını anlamak için güzel bir fırsat.
-
13. Heavenly Creatures
Peter Jackson, 1994
Peter Jackson’ın Yüzüklerin Efendisi -her ne kadar başarılı olsa da- evrenine girmeden önce çektiği filmlerde hınzır, deli dolu ve olağanüstü bir sinema sevgisi bulunuyordu. Düşük bütçeli ama yaratıcı görsel efektleri bulunan bol kanlı korku komedileri ardından ilk ciddi draması Cennet Yaratıkları’nda, 50’li yıllarda Yeni Zelanda’nın Christchurch şehrinde yaşanmış ve Parker–Hulme cinayeti olarak da anılan bir olayı merkezine alıyor.
-
12. The Collector
William Wyler, 1965
Asosyal bir adamın tutku haline getirdiği kadına sahip olmak için onu kaçırarak gözlerden uzak bir yerde hapis hayatı yaşatması bugün için ilginç bir konu olmayabilir; ancak William Wyler’ın The Collector filmi için bu durum sadece tartışmaya açacağı konular için bir bahane veya bir zeminden ibaret. Bir süre sonra adamın yapabileceği kötülükler ve kadının kurtulup kurtulamayacağı hakkında sorular sormaktan bizi vazgeçiren Wyler, kurban ile bağ kurmak ve hikâyenin nasıl bir son bulacağını beklemek yerine iki tarafı da daha yakından tanımak isteyen bir izleyici olmaya hazırlar.
-
11. L’Atalante
Jean Vigo, 1934
29 yaşında hayata veda eden Jean Vigo, maalesef ki yönettiği tek uzun metraj filmi L’Atalante (Geçip Giden Çatana) ile Fransız Şiirsel Gerçeklik akımının başyapıtına imza atmıştır. Sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri olan L’Atalante, mekân kullanımı ve Vertov’un kardeşi Boris Koufman’ın sinematografisi ile bugün bile parlamaktadır. Oldukça ileri görüşlü, gerçekçi tarzıyla türdeşlerinden ayrılan filmde Vigo çarpıcı bir atmosfer ve karanlık bir üslup belirler. Ekonomik çöküntünün getirdiği sokağa sinmiş sefalet ve Paris’in ışıltılı yaşamı iç içe geçmiştir. Bunun dışında L’Atalante, İtalyan Yeni Gerçekçiliği ve daha çok Fransız Yeni Dalga da dâhil olmak üzere birçok akım ve yönetmeni etkilemeye devam etmektedir.
-
10. White Dog
Samuel Fuller, 1982
Yazar Romain Gary’nin, aktris Jean Seberg ile evlilik döneminde başlarına gelen benzer bir olaydan yola çıkarak romanlaştırdığı White Dog, bir kadının arabasıyla çarpıp yaraladığı ve tedavi ettirerek sahibini bulana kadar bakmaya karar verdiği bembeyaz bir Alman Çoban Köpeği’nin siyahlara karşı saldırgan tavrı sebebiyle yaşadıklarını anlatır. Sahibi tarafından ırkçılık aşılanmış olan köpek, yaralama ve hatta öldürme eylemlerine karışırken köpeğin yaşamına son vermek yerine içindeki siyah nefretini nasıl silebileceğinin yollarını arar.
-
9. Bringing Up Baby
Howard Hawks, 1938
David Huxley, üzerinde çalıştığı dinozor iskeletini tamamlamaya, müze için bağış toplamaya ve yaklaşan düğününü organize etmeye çalışmaktadır. Bağış yapacak bir milyarderle görüşmek için gittiği golf sahasında Baby adlı evcil bir leoparı olan Susan Vance ile tanıştıktan sonra altüst olur. Bir şey hallolur olmaz başka bir şey için endişe eden bir profesör ile sarsak, leopar sahibi ancak karşı konulamaz bir kadının; durum komedisinin tüm dinamiklerinden faydalanan macerası Bringing up Baby, döneminin çok ilerisinde zeki ve cesur senaryosuyla dikkat çekiyor. Hawsk’ın temposunun düşmesine bir an bile izin vermediği film, screwball komedinin yapı taşlarından.
-
8. L’Année Dernière à Marienbad
Alain Resnais, 1961
Bir film, senaryo ya da roman için konu özeti yazmaya kalktığımızda bizden beklenen genellikle zaman, mekân, ana karakter, önemli yan karakterler ve önemli eylemlerin belirtilmesidir. Bir film düşünün ki ana karakterlerin bir ismi ve geçmişi olmasın, yaşananların zamanı ve mekânı hakkında karakterlerin kendileri dahi kesin bir yargıya varamasın, yan karakterler kâh bir gölge gibi saydamlaşıp belirsizleşsin, kâh nesneler gibi cansızlaşıp önemsizleşsin; eylemler ise bir döngüde sıkışıp kalmış gibi tekrarlanıp dursun. Her yönüyle ezber bozucu ve bugün için bile deneysel sayılabilecek böylesi bir film elbette Yeni Dalga akımından çıkardı.
Geçtiğimiz günlerde yitirdiğimiz Alain Resnais’nin hafıza ve geçmiş temaları etrafında ürettiği başyapıtlar arasında en popüler olan Hiroshima, Mon Amour’un ardından çektiği bu filmin adı L’Année Dernière à Marienbad (Geçen Yıl Marienbad).
-
7. Le Cercle Rouge
Jean Pierre Melville, 1970
Jean-Pierre Melville’nin kara film süzgecinden geçirerek yoğurduğu stilize gangster / soygun filmi Le Cercle Rouge (Ateş Çemberi); hapishaneden yeni çıkmış bir hırsız Corey ile cinayet zanlısı firari Vogel‘in tesadüfen karşılaşıp birbirlerine yardım etmeleri ve bu karşılaşmayı kaderin bir parçası olarak görerek eski polis Jansen’in de dâhil olduğu bir soygun planlaması ekseninde ilerler. Melville’in yaklaşık 30 dk. süren soygun sahnesiyle akıllara kazınan film yönetmenin diğer işlerinde olduğu gibi filmin tümüne yayılmış kesif bir stil denemesi şeklinde ilerler. 1930’ların Amerikan gangster filmlerinin karanlık atmosferinin dışavurumlarını yansıtan Melville, siyah beyazın kontrast zarifliğine karşılık tek renk ışık üzerine tarzını şekillendirmiştir.
-
6. Hadashi no Gen
Mori Masaki, 1983
Bombanın ilk etkisi ve sonrasında yarattığı radyoaktif serpinti nedeniyle yüz binin üzerinde insan yaşamına mal olan felaket sırasında 6 yaşında bir çocuk olarak ailesini kaybeden Keiji Nakazawa, yaşadıklarını 1973–1974 yılları arasında 10 ciltlik “Hadashi no Gen / Barefoot Gen” isimli manga aracılığıyla dünyaya aktarır. 1983 yılında Mori Masaki’nin yönetmenliğinde anime olarak da sinemaya uyarlanan Hadashi no Gen, Hiroshima’da yaşananları zihinlerde canlandırabilmek ve o günün unutulmaması adına önemli bir eser olarak gösterilebilir.
-
5. Network
Sidney Lumet, 1976
Sinema tarihinde bazı filmler parmak bastıkları konu itibariyle güncelliklerini asla yitirmezler. Sydney Lumet’in 1976 yılında çektiği ancak güncelliğini halen koruyan –ve maalesef ki korumaya devam edecek gibi gözüken- filmi Network (Şebeke), televizyon dünyasını bayağı ve toplumsal ahlakı hiçe sayan yayıncılık anlayışından tutun da televizyonda izlediği her şeye inanan, sorgulama ihtiyacı gözetmeden kendisine verilen bilgiyi doğru kabul eden izleyiciye kadar sistemin tüm zincirlerine sağlam eleştirilerde bulunuyor.
-
4. Sherlock Jr.
Buster Keaton, 1924
Gerçek ile fantezi arasındaki geçişleri, kendine özgü gag’ları, zamanının çok ötesindeki kovalamaca ve aksiyon sahneleri ile bir film makinistinin dedektif olma hayalini oldukça mizahi ve deha üstü beceri ile gerçekleştiren biri var karşımızda: Buster Keaton. Sessiz sinema döneminin en büyük komedyenlerinden. Yüzündeki katı, donuk ve mekanik ifade ile hiç gülmeden de izleyicisini güldürebilen, aksiyon sahnelerinde o dönemde denedikleri ile oturduğunuz koltuğa sizleri zımbalayan biri. 45 dakika boyunca heyecanın bir an olsun dinmediği bir film varsa o da Sherlock Jr.’dir.
-
3. La jetée
Chris Marker, 1961
Genel izleyici için deneysel sinema denildiğinde hafızalarda canlanan örnekleri yerle yeksan eden La Jetée, yapısal olarak eşi benzeri görülmemiş bir filmdir. Chris Marker’in siyah beyaz fotoğraflarla anlattığı öykü yalın olmasına rağmen zihinlerde bıraktığı etki tartışılmaz derecede zengindir. Marker’in fotoğrafı hareketli görüntü yerine (filmin tek bir sahnesi dışında) tercih etmesi, anlatıcı dış ses, fısıltılar, özellikle ışık ve gölgenin hikâyede kullanılış biçimi, içerdiği referanslar ile katman katman açılan film, kurgusu ve izleyicisiyle koruduğu mesafe ile de ilgiyi hak ediyor.
-
2. Moskva slezam ne verit
Vladimir Menshov, 1979
1958 yılından başlanarak anlatılan ve çekildiği 1979 yılına dek gelişen uzun soluklu hikâyesiyle dostluk ve aşk ilişkilerine değinen Vladimir Menshov imzalı film, romantizm, komedi ve yer yer melodram türleri arasında geziniyor. Sovyet Sineması’nın, devrim, Marksist değerler, vatanseverlik gibi konulara ağırlık verdiği, düş etkisi vermenin aksine aktif gözlem ve çözümleme talep ettiği, imgeler kullanarak ve kurguda yaratıcılığa önem verilerek sinema tarihinde ve dağarcıklarımızda yer ettiği düşünülürse bu kez hayli farklı bir deneyim sizi bekliyor diyebiliriz.
-
1. Walkabout
Nicolas Roeg, 1971
Nevi şahsına münhasır bir yönetmen olan Nicholas Roeg’in Walkabout (Dolaşma / Sonsuz Çöl) filmi izleyicinin algılarına farklı kapılar açıyor. Babalarının çöl ortasında bilmediğimiz bir nedenden dolayı intihar etmesiyle bir anda Avusturalya’nın çöllerinde mahsur kalan genç bir kız ve onun küçük erkek kardeşinin hayatta kalma mücadelesi sırasında karşılarına çıkan, gelenekleri gereği kabilesinden bir süre uzaklaşarak yabana gönderilmiş bir Aborjin genci arasındaki kültür ve bakış farklılıkları filmin ana damarı olarak göze çarpıyor.