Kathryn Bigelow: Hollywood’un Ehlileştirdiği Kadın

Kathryn Bigelow: Hollywood’un Ehlileştirdiği Kadın

Share Button

Kathryn Bigelow’un sinemasını tanımlarken başat ögenin iç içe geçmiş tür filmleri olduğunu söylemek doğru olacaktır. Sınırları belli belirsiz, birbirleriyle harmanlanan jarnları etkileyici bir görsel estetikle desteklediği ilk dönem filmleri kült statüsüne yaklaşırken, 2000’ler sonrasında sinemasında gözle görülür değişiklikler olmuştur. Vampir mitini sokak çetesi formatında izleyiciye aktardığı Near Dark (Karalık Bastığında, 1987) bir yanıyla da etkileyici bir westerndir. İçinde vampir kelimesinin geçmediği, oldukça kanlı ve karanlık olan film, görsel çekiciliğinin yanı sıra özgün dünyasıyla zaman geçtikçe daha fazla değerlendi. Keza öncesinde çektiği ilk uzun metrajı The Loveless (Sevgisiz, 1982) motosiklet kültürünü ile 1950’lerin yeniyetme filmlerinin karışımıdır. Filmin tematik karışımı The Wild One (1953) ile Scorpio Rising (1965) arasındadır. Polis ikilileri klişeleri üzerine şekillenen ve aksiyon dozu yüksek Point Break (Kırılma Noktası, 1991) barındırdığı çatışma, kovalamaca ve yüksek adrenalin içeren sahneleriyle göz doldurur. Görüldüğü gibi Bigelow’un şiddette ve aksiyona olan ilgisi ilk başlardan beri sinemasında önemli bir yer edinmiştir. Yetenekli bir ressam iken sinemaya ilgi duymuş, Columbia Üniversitesinde sinema master’ı yapmış ve bu dönemde çektiği 20 dakikalık öğrenci filmi The Set-Up’da “sinematik formdaki şiddetin neden bu kadar baştan çıkarıcı olduğunu” merkeze almıştır.

Bigelow gözle görülür bir şekilde teknik açıdan başarılı bir kadın yönetmen ancak kadın hikayeleri anlatmadığı da aşikar. Yukarıda bahsetmeye çalıştığım gibi türler arasında gezinti yapıyor ancak çoğu filminde hala erkek merkezli hikayeler ekrana taşıyor. Kadın bir yönetmenin böyle bir görevi olduğunu söylemiyorum ancak sert ve şiddet dolu erkek dünyasının sineması için çekici olduğunu da belirtmek gerekiyor. Dolayısıyla, her ne kadar cüretkar olsa da filmlerinde yönetmeninden süzülüp gelen bir kadın dokunuşu, bir kadın kimliği vurgusu belirgin olamıyor. Bigelow’un kadın karakterleri androjen bir yapıdadırlar ve sınıflandırması oldukça güçtür. Örneğin Point Break’in Tyler’ı eylemleri ile erkek egemen normları yıkmaktadır. Ancak Point Break’in bir noktadan sonra tamamen erkeklikle ilgili bir filmdir. Polisiye türünde çektiği Blue Steel (Mavi Çelik, 1989) de ise acemi polis memuru Megan hem erkek dünyasında var olmaya çabalar hem de diğerlerinin başarısız olduğu bir sorunu çözer. Erkek egemen toplumdaki yozlaşama sebebiyle hem babası hem de arkadaşları tarafından ısrarla neden polis olduğu sorgulanır. Megan’ın polis olduğunu, başka bir tabirle fallik bir simgeye yani silaha sahip olduğunun çevresi tarafından kabul edilmemesi sonucunda Bigelow’un filmde Megan’ın karanlık tarafı ortaya çıkarıp, şiddete karşı ilgisi arttırarak göstermesi ilginç ancak şok edicidir. Silah fetiş bir obje, fallik bir simge olarak filmin jenerik öncesi sahnesinde kameranın yerine de geçmiştir. Diğer taraftan Megan’a takıntılı katil Eugene açısından olaya baktığımızda, güçlü bir kadını arzulayan feminist fantezisi ile kanun kadınını fetiş obje haline çeviren bir erkek fantezisi görülür durumdadır. Distopik bir gelecek atmosferi çizen film-noir, gerilim ve bilimkurgu gibi türleri harmanlayan Stange Days (Tuhaf Şeyler, 1995) filminde ırkçılık, madde bağımlılığı ve toplumsal çürüme temaları ön plana çıkarken kadın kimliği sıkıntılıdır. Filmin başkahramanının bir tür tekno sapkınlığı yayması, sürekli eski sevgili ile olan erotizm dozu yüksek görüntülerini izlemesi, içerisinde snuff temaları barındıran tecavüz ve cinayet sahnelerine kadar kadın vücudu açıkça bir meta olarak kullanılmaktadır.

Blue Steel

Stange Days’in gişede batmasından sonra yönetmenin sinemasında bir değişim göze çarpar. Bigelow’un dişil bir damardan beslenerek çektiği 18. yüzyılın sonundaki bir cinayete odaklanan tuhaf, erotik soslu gerilim filmi The Weight of Water (Suyun Ağırlığı, 2000) kendi filmlerinden ayrışmaktadır. Genel olarak öyküye pek de hizmet etmeyen bir cinsel sinerji de içeren filmin ardından Bigelow K-19: The Widowmaker (Tehlikeli Saatler, 2002) ile tekrar bildiği sulara döner. Bu üniforma fetişi nükleer denizaltı filminin ne aksiyon ne de gerilim konusunda etkili olduğunu söyleyebilirim. Gişede tekrar batan Bigelow altı yıl sonra küllerinden The Hurt Locker (Ölümcül Tuzak, 2008) filmiyle doğar.

Anlaşılmaz bir dönemeç: Propaganda sözcülüğü

Kathryn Bigelow’un The Hurt Locker ile aldığı Oscar sonrasında yapılan eleştirileri bir miktar abartılı hatta kadın yönetmen kimliğini üzerinden yapılmaya çabalandığından dolayı cinsiyetçi ve rahatsız edici olduğunu düşünüyorum. Ancak bu durum Bigelow’un Irak’ta eski bir iliştirilmiş muhabir (embedded reporter) olan senarist Mark Boal ile girdiği yolun doğru olduğu anlamına gelmiyor. Bu işbirliğinin çerçevesinin sanatsal bir kaygı olmadığını, Amerikan’ın “terörle mücadele” adı altındaki politikalarını desteklemek adına köpürtüldüğünü görüyoruz. Her ne kadar bu birliktelik silah ve asker fetişizmini örtmek için yoğun çaba gösterse de militarizm trenine çoktan atlamışlardır. Açıkça söyleyelim hem Zero Dark Thirty (2012) hem de The Hurt Locker iyi çekilmiş propaganda filmlerinden fazlası değiller.

“Bu ödülü, Irak’ta çarpışan 150 bin çocuğumuza, Afganistan’da çarpışan 2500 çocuğumuza ve
4500 şehidimize adıyorum.” (*)

Bağdat’ta görev yapan bir bomba imha ekibinin savaşa dair gözlemlerine yer veren Ölümcül Tuzak, genel bir savaş filmi anlatmaktan daha çok bir timin savaş anındaki psikolojik durumunu izleyiciye aktarıyor. Tim, bombaları imha edip görev süresini doldurmaya çalıştıkça karşısına yeni görevler çıkıyor. Bir süre sonra sonu gelmeyen bombalar savaşın sonsuzluğunu tanımlamak için bir araca dönüşüyor. Savaş hızla sürerken hatta savaş mekânı bile değişse patlayan bombaların, ölen insanların arkasının kesilmeyeceğini biliyoruz. Bigelow, savaş psikolojisini bir cehennem olarak tasvir ediyor ancak en başta sorması gereken soruyu sormaktan ısrarla kaçınıyor: “Askerlerin burada ne işi var.” Günümüzden geriye dönüp baktığımızda Amerika’nın Irak işgalini haklı gösterecek ya da en azından iyimser bakabilecek bir bakış açısına sahip olmak artık çok güç. Geçen zaman, özgürleştirme adına yapılan eylemlerin aslında ekonomik çıkarlar üzerine yapılmış gizli harekâtlar olduğunu açıkça ispatladı. Adı sürekli geçen özgürlük teriminin içinin boşaltıldığı ve kapitalist sebeplere dayalı bir işgale örtü olarak kullanıldığını da ortaya çıktı. Aslında bunlar işgal daha ilk başladığında da bilinmekteydi ancak Amerika, özellikle ellerindeki medya gücü sayesinde imajlarına yapmış oldukları makyajlarla durumu toparlamaya çalıştı. Amerikalı askerlerin yaptıkları utanç verici işkence görüntüleri ve maalesef ölen sivil sayısındaki artış kuşkusuz ki bu makyajın akmasını da hızlandı. Tüm bunlar ayyuka çıkmamış gibi Bigelow ve Boal kaldıkları işi Zero Dark Thirty ile aymazlıkla devam ettirdiler.

Zero Dark Thirty; 11 Eylül olayları sonrasında kendisini Usame Bin Ladin’i öldürmeye adayan CIA’nın bu infazı yerine getirmek için 10 yıl boyunca gerçekleştirdiği eylemler, filmin temel motivasyonunu oluşturuyor. Film, işkence görüntülerine de yer verdiği için büyük tepkiler aldı ancak temelde söylediği bu işkence eylemleri her ne kadar üzücü olsa da gerekli olduğuydu. Bigelow film ile açıkça ülkenin kendini koruma refleksi ile yapılan işkence eylemlerini kabul edilebilir seviyesine çekmeye çabalayarak meşrulaştırıyor; teröre karşı mücadelede göze alınması gereken riskler olarak görüyordu. Aynı Ölümcül Tuzak’da olduğu gibi CIA yine yabancı toprakları bilgi toplamak için hallaç pamuğu gibi atıp, ortalığı dağıtırken kimse hangi hak ile bunu yaptıklarını sormuyordu. Bigelow ve Boal’ın bunu umursamadıklarını görüyoruz. Ancak filmin başında 11 Eylül olayları sırasında insanların yaşadıklarını göstermeye ve bunu film boyunca unutturmamaya özellikle özen gösteriyor. Umursadıkları sadece muhafazakar Amerikalılar.

the hurt locker

Zero Dark Thirty’de ekibin dinamosu bir kadın; Maya. Ancak filmin kadın temsili konusunda ciddi sıkıntıları mevcut. Evet Maya kendisini dışlayan erkekler arasında fikirlerini savunmak veya ısrarla vurgulanmaya çabalanan zorlu koşullarda varolmaya çabalıyor ama kimliğini kaybetmiş ve erkeksileşmiş bir kadından öteye gidemiyor. İşkencelere göz yuman, gereklilik olduğunu savunan; hatta “askerlere onu benim için öldüreceksiniz” diyebilecek kadar gözü dönmüş biri. Ayrıca filmde Bin Ladin’i yakalama süreci dışında yaşamından hiçbir kesiti de görmüyoruz. Bu açıdan kadın yönetmen ve kadın başrol oyuncusu var diye filmin feminist bir öngörüsü olduğunu savunan reklamlara aldanmamak gerekiyor. İki film de tamamen erkek egemen bakış açısıyla perdeye yansıyor.

Görüldüğü üzere yönetmen iki film de Amerikan işgalinin gerekli olduğunu vurguluyor, ABD ordusunu kutsuyor ve birer propaganda malzemesine dönüşüyor. Bigelow, Hollywood tarafından kendisine değer katan özelliklerinden arındırılarak ehlileştiriliyor. Belki teknik olarak daha da iyi duruma geliyor ancak kariyerinin yeni virajında, 1980’lerin başından itibaren inşa ettiği her şeyi de yerle bir ediyor. Bu yolda yürüyeceğini bildiğimizden (yeni filminde yine Mark Boal ile birlikte Amerika tarihine damga vuran 1967 Detroit Ayaklanması’nı anlatıyor) heybesi belki ödüllerle dolarken ahlaken kaybetmeye devam edecek gibi görünüyor.

 (*) Kathryn Bigelow’un Oscar konuşmasından.

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir