- Ve sevgili Giovanni Scognamillo’ya Ahmet Uluçay’ı sorduğumda aldığım cevap şaşırtmadı beni; “Farklı bir yönetmen, kişilikli bir film fakat hâsılatı yok. Bilirsin, film hâsılat da demektir.” Bakış açısı olan, doyurucu hikâyeli, anlamlı bir konuya sahip bu film, hasılat ve popülarite ihtiyacına yenik düşmeyip Türkiye Sineması'nda derin bir iz bıraktı. Kendi fikrini, Uluçay'ın deyimiyle "önce bir fikri" en yalın ve direkt haliyle seyirciye aktardı. Bizler hala bu fikrin peşindeyiz.
Konuk Yazar: Besna Ağın
(“Kabuğunu çatlatmaya çalışan”lara…)
“Kendimi anlatıyorum. İçinizde ben de varım. Benim de anlatacak bir hikâyem var, diyorum. Şimdi beni dinleyin, gibi bir duygu. Şimdi söz bende. Şimdi ben kendimi anlatıyorum demek gibi sinema.”
Ahmet Uluçay
Sinemacılar vardır, tutku kelimesinin hakkını veren. Tutkularını bazen yaşamın bile önüne geçiren.
Ahmet, Anadolu’nun küçük, izole bir köyünde yaşar. Köye bir sinema makinesi (gımıldak) gelir. 50 yılı aşkın bir süre geçer. 2011 yılında genç bir kız sinema okumaya karar verir. “Protesto” diye bir film izlemiştir, içinde uyanan duyguları tarif edecek sözcükler bulamaz. İzlediği şeyin ne olduğunu anlamak ateşiyle yanıp tutuşuyordur; o her neyse, onu bulup hayatının merkezine koyacaktır.
Köyde yaşayan Ahmet’in en büyük düşlerinden biri yaptığı resimlerin kımıldamasıdır. Nitekim kımıldatır da o resimleri. Düşü gerçek olur, gerçeğin içindeki düşle birlikte.
Ahmet sevdiği kadına kendini sinemayla kanıtlamak ister. Genç kız da bildiği herkese yetenekli olduğunu kanıtlayacaktır sinemayla. Çünkü kendini bildiğinden beri içinde bir şeyler yanar ve aklı hep susuzdur. Yıllar geçer, bir tek kişiye kendini kanıtlamak için bile olsa sinema yapmaya değer der Ahmet, aralıksız filmler yapmaktadır. Genç kız ise şimdi herkesten vazgeçmiş, kendini kendine kanıtlamaya çalışır.
Ahmet eline geçirdiği eski püskü kamerayla canhıraş film çekmeye çalışır, genç kızın etrafında ise istemediği kadar imkân ve insan vardır. Ahmet’in tutkusu ne kadar hayalse, kızın hayali o kadar gerçektir, elinin altında, gözünün önündedir. Fakat genç kız bu kadar çok imkân karşısında kendi imkânsızlıklarını yaratıp havlu atar. Ahmet ise daha yeni başlıyordur, daha fazla imkânsızlık daha çok film demektir onun için.
Derdi olmayan sinema yapamaz, doğrudur. Derdin derinliği ise asıl ölçüdür belki de, belli ki Ahmet Uluçay’ın dertleri ona kendi hayatını arka plana atarcasına film çektirecek kadar sağlamdır. Sağlam dert de sağlamdır, insanı sağlam yıkar.
“Eyvah! Dönüşü olmayan bir yola girdim. Bundan sonra film yapmalıyım.” der Ahmet. Genç kız dönüşü olmayan o yola bir türlü giremez; kendi ölümü çok hızlı, doğumu ise yavaş kalır.
Ahmet’in sarılacak bir şeyi yoktur, umudu yoktur ve film yapar. İntihar eder gibi, film yapar. Bunu beceremezse kendi içinde saygısını yitireceğini düşünür. Allah yardım etmiştir de iflas etmiştir, “yoksa sinema yoluna giremezdim” der.
Genç kız intihar eder gibi film yapmaz. Genç kız intihar eder gibi yapmaya hazır değildir henüz hiçbir şeyi. Önce öğrenecektir. İnsan birkaç kez ölür de gerçekten yaşar sonra, bunu içselleştirmek için hala fazla gençtir.
Bütün olanaksızlıklara karşı en ilkel koşullar altında sinema yapmak arzusu bedenini, ruhunu delice ve dâhice sarmıştır Ahmet’in. Tavşanlı’nın ve Kütahya’nın yumuşak tutuculuğu ile de yetişen bu yetenek, din, sanat, sinema, cinsellik, arkadaşlık etkilerini hiçbir ideoloji saplantısına düşmeden büyük bir gerçekçilikle vermesini bilir. Türkiye sinemasının en farklı ve bakış açısı sağlam filmlerinden birini yapacaktır kısa filmlerini takiben. Çabaları istediği sonucu verecektir.
Babasının deyimiyle “Beyoğlu berduşu” Ahmet Uluçay kısa filmleri yaptığı tek uzun metraj kadar doyurucu, Türkiye’nin ender yetenekli yönetmenlerinden biri.
“Lumiere kardeşler sinemayı icat etmeseydi mutlaka o bizim köyde icat olurdu. Kesinlikle buna inanıyorum.”
Karşımızda buna inanan bir adam varken, bizim ona inanmamamız zor. “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak”, Anadolu’nun herhangi bir köyünde sanatla, sinemayla uğraşmak isteyen bir insanın çektiği sancıları konu alırken aynı zamanda sinema yapmanın ne demek olduğunu da sorgulatıyor bize; Anadolu’yu tanıyoruz, Türkiye’yi, insanlarını… Büyükşehirleri değil, batılılaşmış insanı, asimile olmuş kimlikleri değil, bizzat yerinde, kendi insanımızı tanıyoruz.
Evrenselliğin yerelliğe (ulusala, yöreye ve özellikle kişiye) bağlı olarak geliştiğinin büyük örneği olan bu film, yerel ve biyografik ögeleri harmanlayıp evrenselliğe tamamlamış. Bu yerelliği evrenselliğe taşıması ise filmi her izlendiğinde samimi ve sıcak kılacak sebeplerden biri. “Köylülerin” çektikleri bu sancılar, dünyanın herhangi bir yerinde, film yapmaya çalışan ve imkânı olmayanların acıları.
Ana kahramanlarımız Recep ve Mehmet, kendi küçük dünyalarından daha fazlasını almanın tek yolunu yeni bakış açıları keşfederek bulacaklarını anlıyorlar. İstedikleri para değil, ev, araba, mal mülk hiç değil; yeteneklerini var etmek ve üretmek istiyorlar. Sinema yaparlarsa, Nihal’i unutacağını söylüyor Mehmet, Recep’e; çünkü film yapmanın ne denli iyileştirici ve yeniden yaratıcı bir süreç olduğunu bilinçaltıyla seziyor.
Filmin senaristi ve yönetmeni Ahmet Uluçay bu çalışmasında çocukluğunun kendi kişiliğine damgasını vuran dönemini sinema tutkusuyla birlikte vermiş. Çocukluğunda âşık olurca bağlandığı sinema tutkusu yaşamı boyunca onunla birlikte, bu aynı zamanda kendi yaşamının da vazgeçilmez dengeleyicisi olmuş.
Ana kahramanımız Recep’in çocuk ateizmi ve totemizmiyle karışık dini iletişimlerini, kendi sinema amacıyla bağlantılı olarak verişi ve köyün dâhisiyle delisinin aşağının en sıfır noktasında nasıl buluşarak ve sürünerek ama onurluca geldiğini de aynı gerçekçilikle ve alçakgönüllüce vermesi büyük bir başarı. Bu, yaşanmadan anlaşılamayacak kadar büyük bir kazanç. Ve pek tabii bu güç yönetmenin yaşamından geliyor. Nasıl yaşadıysa öyle film çeken yönetmen, gerçekliği filmiyle bir hale getiriyor. Sahnelerin gerçekçi olması için çaba sarf etmesine gerek olmadığının farkında; gördüğü ve yaşadığı ne varsa sinema suyuna batırıp bir filme dönüştürmesinin kâfi olduğunu seziyor ve sahnelere, imgelere aktarıyor.
Fazla müzik kullanımı, kadraj ve kurgu hataları gibi detayları görmezden geliyoruz bu sefer, çünkü karşımızda bakış açısı olan bir yönetmen var ve elindeki konuyla nasıl bir film çekmesi gerektiğini yüreğiyle biliyor. İlk uzun filmin günahı olmazmış.
Ve sevgili Giovanni Scognamillo’ya Ahmet Uluçay’ı sorduğumda aldığım cevap şaşırtmadı beni; “Farklı bir yönetmen, kişilikli bir film fakat hâsılatı yok. Bilirsin, film hâsılat da demektir.”
Bakış açısı olan, doyurucu hikâyeli, anlamlı bir konuya sahip bu film, hasılat ve popülarite ihtiyacına yenik düşmeyip Türkiye Sineması’nda derin bir iz bıraktı. Kendi fikrini, Uluçay’ın deyimiyle “önce bir fikri” en yalın ve direkt haliyle seyirciye aktardı. Bizler hala bu fikrin peşindeyiz; keza sinema da bir kaçış olmasa gerek. İnsanın kendisine ve hayatına anlam katma çabasındaki en gerçek, en donanımlı ve bütünleyici sanatsal, ciddi keyif; keyfin ciddiyeti de kişilikli duruşunda gizli. Bu duruşu da konu oluşturuyor. Eserlerde konunun bitmediğine, bakış açısının tükendiğine gün be gün şahit oluyoruz. En azından bunu çözdük, belki “fikir” de o kadar uzakta değildir.
“Bir fikir, bir çekiç, bir testere yeter. Bir fikir, önce bir fikir…”
Cineritüel’e yazıları ile katkıda bulunan konuk yazarlarımızın ortak hesabıdır.