- Jarman'ın, otoritenin sivil ya da askeri tüm vesayetini reddeden bireyin özgürleşmesinin önündeki seksüel, fizyolojik ve düşünsel tüm engellerinin kalmasını savunurken, şiddeti bir çözüm yöntemi olarak ortaya koyduğu anları savunmak mümkün değil; ancak bu noktada şiddet ve anarşiyi yapısal çözüme ulaşmamış, ulaşılması da güç görünen sosyal yapıyı yıkmak için kullandığını görüyoruz. Jubilee’deki her bireyin psikolojik veya fiziki şiddet travmaları sonrasında, çözümsüzlüğün bir sonucu olarak şiddete başvuruyor. Savaşlar ve basiretsiz yöneticilerin sebep olduğu ekonomik çalkantılar yüzünden, film koyu bir çıkışsızlık hissi barınıyor; aynı, dönemin Londra’sında olduğu gibi, pesimist hava filmin tümüne yayılmış durumda.
Avangart yönetmen Derek Jarman’ın 1978 yılında çektiği ve dönemin punk akımının tüm damarlarından beslenen Jubilee filmini lineer bir olay örgüsüyle açıklamak biraz güç. Kraliçe I. Elizabeth’in zamanda yolculuk yaparak 70’lerin İngiltere’sine gelmesi ve burada karşılaştığı manzarayı betimleyen film, bu distopyadaki tezatlıklardan besleniyor. Tarih ve fantezi, hiciv ve öfke, moda ve felsefe, deneysel müzik ve sinemayı özgürlükçü bir karışım, bolca cesaretle harmanlayıp muhalif sanatsal bir yapıya büründürüyor. İşin ilginç yönü ise ortaya çıkan kakofoninin, yönetmenin deneysel çalışmalarındaki entelektüel tavrı ile sokakların dilini kusursuz bir şekilde birleştirmesi.
Jubilee’ye geçmeden Derek Jarman’ı nasıl tanımlamak gerektiğine öncelik vermemiz şart. Ressam, tasarımcı, yönetmen, yazar yeteneklerinin getirdiği adeta bir Rönesans aydını olması dışında siyasi ve gay polemikçi, yapıbozumcu ve politik anarşist yapısı nedeniyle kendisi oldukça sivri bir karaktere sahip. Kişisel özelliklerini bu kadar vurgulamamızın sebebi ise bu özelliklerini çektiği tüm filmlere istisnasız olarak eklemlendirmiş olması. İngiltere’nin ruhsal ve ekonomik olarak oldukça karanlık bir dönemden geçtiği zamanlarda Jarman, çıkış yolu olarak gördüğü “punk”a saygısını Jubilee ile göstermiştir.
Punk Londra
Londra ve Britanya’nın gençlik akımlarının doğum yeri olması, yönetmenin punk Londra tasviri yaparken elini kuvvetlendirmiş. Aslında Jarman, distopik bir hikaye anlatmasına rağmen distopyanın sınırlarını oldukça muğlaklaştırmış. Geçmiş ve geleceği bir arada harmanlaması, adeta post apokaliptik bir Londra çizmesiyle, Jubilee, yönetmenin fantezi dünyası ile punk gerçekliğinin örtüşmesiyle ortaya çıkıyor. Zaten filmin en güçlü yanı punk ideolojisinin Londra üzerinden etkin bir şekilde anlatılması. Sokaklarda otoritenin simgesi polisler kol gezmektedir ve anlamsız bir şiddet bireylere sirayet etmiştir. Bir işte çalışmak ya da aşık olmak bile sömürülmeye çanak tutmaktadır. En kötüsü de silahlanma ve bireyin umutsuzluğu artmıştır. Burada bir parantez açarsak, bu alegorinin aslında gerçeği yansıttığını anlamak mümkün. Özellikle İngiltere’de ekonominin kötüye gitmesi, artan işsizlik oranları ve sendika faaliyetlerinin sekteye uğramasının insanları yeni arayışlara itmesi kaçınılmazdı. Yönetime duyulan öfkenin bir tezahürü olan punk hareketinin filmde anarşiden beslenmesi bu açıdan manidar.
Jarman’ın, otoritenin sivil ya da askeri tüm vesayetini reddeden bireyin özgürleşmesinin önündeki seksüel, fizyolojik ve düşünsel tüm engellerinin kalkmasını savunurken, şiddeti bir çözüm yöntemi olarak ortaya koyduğu anları savunmak mümkün değil; ancak bu noktada şiddet ve anarşiyi yapısal çözüme ulaşmamış, ulaşılması da güç görünen sosyal yapıyı yıkmak için kullandığını görüyoruz. Jubilee’deki her birey, psikolojik veya fiziki şiddet travmaları sonrasında çözümsüzlüğün bir sonucu olarak şiddete başvuruyor. Savaşlar ve basiretsiz yöneticilerin sebep olduğu ekonomik çalkantılar yüzünden film koyu bir çıkışsızlık hissi barındırıyor. Tıpkı dönemin Londra’sında olduğu gibi, pesimist hava filmin tümüne yayılmış durumda.
Sanat, medya, kahramanlık ve günümüze yansımaları
Jubilee’nin katalizör görevi gören konularının tezatlardan oluştuğunu belirtmiştik. Filmin tasarımdaki sıra dışı atmosferi, moda, felsefe ve tarihi bir platformda buluştururken; düşünsel açıdan da kahramanlık, sanat ve medyayı sorguluyor. Özellikle medya filmde önemli bir yer tutuyor. İnsanlar medyayı tek gerçek olarak algıladıkça, iktidar bu gücü bireylerden altın tepside aldığının altını çiziyor. Hatta sanatsal akımların da bunu desteklediğini ima ediyor. Kendi isteklerini gerçekleştirmek yerine düzenin sahte ihtiyaçları yüzünden ömürlerini çarkın dişlilerinde geçiren bireyler, kendi istekleri karşılığında ikame olarak çoğu kez sanatı kullandıklarını belirtiyor. Medyanın onlara sunduğu sahte sanat, bir süre sonra kendi zevklerine dönüşüyor. Muhalif olması gereken sanat manipülasyon aracına dönüşüyor. Günümüzde adına popüler kültür dediğimiz bu yapı, sahte kahramanlar aracılığıyla idealize edilmiş bir politik, dini, cinsel ve bireysel kimliklere dönüşüyor. Oysaki Jubilee açıkça tüm kahramanlık yapısını reddederek işe başlıyor. Filmin başında gördüğümüz, manidar post-modern yazısı da bunu destekler nitelikte. Modern dünyanın sorunsallaşmış temel kavram ve perspektiflerini reddetmeden modernizmin gerçekleşmeyeceğini görüyoruz ki Jubilee de tam bu noktada tüm ahlaki ve sosyal politikalara saldırarak yıkımdan sonra yeni bir doğum hedefliyor.
70’lerin sonunda çekilmiş bir filmin evrensel güncelliğini halen koruması, kapitalist düzenin bireyin üzerindeki tahakkümünün şiddetini gözler önüne seriyor. Gelişmekte olan ülkeler ve 3. Dünya ülkeleri sahte demokrasilerle kapitalizme hizmet ederken Avrupa ve Amerika’da binlerce evsiz ve işsiz insanı kimseler görmüyor. Örneğin Gezi Parkı’nda basit bir çevre protestosunu bile kaldıramayan ve gösteri hakları şiddetle bastırılan, ötekileştirilen insanları göz önüne aldığımızda, hükumetin filmde polis gücüyle gelen şiddetin aynısını yapmış olması ve medya patronlarının da bunu yansıtmaması oldukça düşündürücü. Özellikle genç nüfusun 70’ler punk hareketine özgü dinamiklerle bireysellik haklarına sahip çıkması ise gurur verici. Punk belki Redhack ya da taraftar topluluğu olarak kabuk değiştiriyor; bazen duran adamlar oluyor sokaklarda bazen şiddete karşı dik duran kadınlar. Ortak noktası olmayan insanlar kitap okuyup ağaca sarılıyorlar. Hepsi Derek Jarman’ın politik punk çocukları gibi bireysel özgürlüklerinin peşindeler ve dışarıdalar. O yüzden, “siz bizi sokaklardan sayın”.
İşletme ve Finans lisans mezunu, Sosyoloji öğrencisi. Kendi blogu ve DVD+ dergisi forumundan sonra sinema yazılarını yayınlamaya Sinemaximum sitesi ile başladı. Daha sonra yaklaşık 2 yıl Türkiye’nin ilk online sinema dergisi Sinemalife’da Düş Perdesi ve Ev Sineması bölümlerini yürüttü. Kanal D Home Video DVD dergisinde yazdı. Temmuz 2013’de Cineritüel ekibine katıldı. Philip Morris Ezd kanalında Planlama ve Analiz bölümünde çalışmaktadır.