18-28 Şubat’ta İstanbul, 3-6 Mart’ta ise Ankara ve İzmir’de gerçekleşecek 15. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nin bilet ön satışları 5 Şubat’ta başlayacak. Cineritüel yazarları Burç Karabulut, Engin Onuk, Erol Demiray, Gökhan Gök, Kürşat Saygılı ve Teksin Begeç, festival programından seçtikleri 25 filmi festival takipçilerine de öneriyor. İyi seyirler!
Anomalisa (2015) – Duke Johnson, Charlie Kaufman (ABD)
Charlie Kaufman’ın küçük hikâyeli, kocaman yürekli son işi, ana konuşmacı olarak katılacağı konferans için Cincinnati’ye gelmiş, müşteri hizmetleri dünyasının ünlüce ismi Michael Stone’un bir gecesini yaşatıyor bize. Hemen anlıyoruz ki Michael yalnız biri, muhtemelen uzun zamandır depresyonda, kalbi sızlıyor. Michael’ın dışında Anomalisa’nın ham ve yumuşak animasyon tarzıyla yaratılmış tüm karakterlerinin yüzü ve sesi aynı. Ta ki Lisa ortaya çıkana kadar. Lisa’yı bu tuhaf dünyada diğerlerinden ayrı kılanın, Michael’a onun dışındaki tek gerçek insan gibi gelmesinin nedenini anlamak zor. Ama öyle. En azından bir süre için. Kaufman yine kalbimizi titretiyor: Kusur dolu insanlığımızın arkasındaki sistemin detaylarını küçük parçalar halinde görebilmemizi sağlıyor, yalnızlığımızın boşluğuyla aşk denen o geçici büyü arasındaki ileri geri yolculuğumuza hayat veriyor.
Bara No Sôretsu / Güllerin Cenaze Töreni (1969) – Toshio Matsumoto (Japonya)
60’lar Karşı Sinemasının öncülerinden biri olan Japon yönetmen, video sanatçısı ve eleştirmen Toshio Matsumoto, toplumsal ve estetik tabuları sarsan filmleriyle tanınır. Her daim sınırları zorlayan hikâyeleriyle dikkat çeken Matsumoto’nun bu ilk uzun metrajının Otomatik Portakal (1971) için Stanley Kubrick’e ilham kaynağı olduğu söylenegelmiştir. Ama Güllerin Cenaze Töreni, aynı zamanda bizi 60’lar Tokyo yeraltı dünyasında trans kahramanımız Eddie’yle bir gezintiye çıkarması ve Kral Oedipus hikâyesinin drag queen’ler dünyasında geçen avangart bir uyarlamasını sunması açısından da benzersizdir. Muazzam yaratıcılığıyla akıllara kazınan Güllerin Cenaze Töreni ile Matsumoto, bize belki de kimsenin bilmediği en şahane kült filmlerden birini bahşetmiştir.
Der Bunker / The Bunker / Sığınak (2015) – Nikias Chryssos (Almanya)
Amerikan başkanı olmasını hayal ettikleri sekiz yaşındaki oğullarını okula göndermeyen Alman anne-baba, evde eğitim konusunda yaşadıkları sorunları aşmak amacıyla, bir süreliğine kiracıları olan fizik öğrencisinin yardımına başvururlar. İsmini bilmediğimiz öğrenci, inzivaya çekilip çalışmalarına odaklanmak amacıyla geldiği ormanın derinliklerindeki bu yeraltı evinde, oldukça garip ve ürkütücü olaylara şahit olur. Ancak nedense bu gerçeküstü ortamdan kaçmaya yeltenmez, aksine aşırı disiplin ve baskıya maruz kalan küçük Klaus’a yardım etmek ister. Fakat işler giderek daha da karışır. Komedi ve gerilim arasında ince bir çizgide gidip gelen Sığınak, tuhaflıkları aklın sınırlarını zorlayan bir aileyle tanıştırıyor bizi. Nikias Chryssos’un eğitimle ilgili derin bir hiciv taşıyan bu ilk uzun metrajlı filmini farklı biçimlerde yorumlamak mümkün. Ancak böyle bir çabaya girmeye pek de gerek yok, zira bu absürd ve gerilim yüklü kara komediyi izlemek bile başlı başına kaçırılmaması gereken olağanüstü bir deneyim!
Cobain: Montage of Heck / Cobain: Kahrolası Montaj (2015) – Brett Morgen (ABD)
Ailesinden onaylı ilk Kurt Cobain belgeseli olan Cobain: Kahrolası Montaj, şimdiden tüm zamanların en yaratıcı ve en samimi rock belgesellerinden biri olarak anılmaya başlandı bile. Courtney Love ve kızı Frances Bean’in Cobain’in daha önce kimsenin görmediği kişisel arşivlerini açmasıyla grunge ikonu hakkında daha önce hiç ortaya çıkmamış anlar ve müziklerle bezeli üzücü ve karanlık bir yolcuğa çıkıyoruz. Brett Morgen’ın sekiz yıldır üzerinde çalıştığı bu belgesel Cobain’in hikâyesini doğduğu kasabadan başlayarak takip ederken, bir yandan da Cobain’in günlükleri ve Courtney’nin çektiği ev videolarıyla bizi onların en kırılgan ve en mahrem hallerine tanık ediyor. İlk kez gün yüzüne çıkan ses kayıtlarını animasyonlarla ve röportajlarla ustalıkla harmanlayan Cobain: Kahrolası Montaj, Kurt Cobain’in en mahrem ve samimi anlarını belgeleyen, fazlasıyla geç kalmış bir karışık kaset.
Creative Control / Yaratıcı Kontrol (2015) – Benjamin Dickinson (ABD)
Yakın geleceğin Brooklyn’indeyiz. David teknoloji alanına odaklanan bir reklâm şirketinde çok yoğun çalışan bir yöneticidir ve yeni nesil Artırılmış Gerçeklik gözlükleri üzerine afili bir kampanya yürütmektedir. En iyi arkadaşı Wim’in yaşamı uzaktan David’e hoş görünmektedir, onun kız arkadaşı Sophie de bir anda ilgi alanına girer. David gözlükleri kullanarak Sophie’ye çok benzeyen bir profil oluşturup, onunla flört etmeye başladığında gerçeklikle sanal dünya bir anda birbirine karışmaya başlayacaktır. Benjamin Dickinson keskin siyah beyaz sinematografisi, uzun planları ve gelgitli anlatısıyla dikkat çeken bu yenilikçi bilimkurguda alışageldik bilimkurgu klişelerine başvurmadan teknolojinin ve reklâm dünyasının insan yaşamını yabancılaştırıcılığı üzerine heyecan verici bir iş ortaya çıkarıyor. New York’ta çekilmiş, oyuncularının performanslarıyla dikkat çeken bu ‘hipster’ indie teknoloji çağında hikâye anlatımının olanaklarına özgün bir bakış getiriyor.
Crumbs / Kırıntılar (2015) – Miguel Llansó (Etiyopya, İspanya, Finlandiya)
Etiyopya’da çekilen Kırıntılar, nasıl başlayıp bittiğinden emin olmadığımız bir savaştan geriye kalan yıkık bir dünyada geçiyor. Sakinlerinin Michael Jordan, Madonna, Einstein ve Justin Bieber gibi “eski dünya” mucizelerine tapındığı ve “büyük sanatçı” Carrefour’dan kalan plastik kılıçları salladığı bu dünyada artık geçmiş dünyanın kırıntılarıyla yaşamaktan sıkılan Candy’nin (Daniel Tadesse) geldiğini inandığı gezegene dönmek için çıktığı yolculuğa eşlik ediyoruz. Kıyamet sonrası dünyanın alıştığımız karanlık hayaline pop kültür ikonlarıyla yepyeni bir renk getiren Kırıntılar, bilimkurgu sevenler, pop kültür hayranları ve genel olarak tüm hayalperestler için gerçek bir keşif vaat ediyor.
The Hunger / Açlık (1983) – Tony Scott (İngiltere, ABD)
Görsel olarak en muhteşem vampir filmlerinden biri sayılan, zamanında değeri bilinmemiş kült korku filmi Açlık, Bauhaus’un gotik klasiği Bela Lugosi is Dead ile açılıyor. Catherine Deneuve’ün canlandırdığı Miriam Blaylock, Rönesans sanat eserleri ve eski Mısır kolyeleri toplayan iki bin yaşında bir vampir kraliçesidir. Manhattan’daki şık apartman dairesinde kocası John’la yüzyıllardır kanlı ve şehvetli bir yaşam sürmektedirler. John bir gün aniden yaşlanmaya başlar ve çift yardım için erken yaşlanma uzmanı Doktor Sarah Roberts’ın (Susan Sarandon) kapısını çalar. Tony Scott’ın ilk uzun metrajlı filmi Açlık stilize, atmosferik ve bugünün standartlarında bile oldukça seksi ve melankolik –hatta referansları düşünülünce sinefil– bir vampir filmi. David Bowie’nin gençliğini kaybetmeye başlayan bedeniyle ortaya koyduğu yıllanmış performansı, filme ruhunu ve kalbini veriyor.
Innocence of Memories / Masumiyet Müzesi (2015) – Grant Gee (İngiltere)
İstanbul’a gelen birçok ziyaretçi gibi yönetmen Grant Gee’nin de şehirle ilk tanışıklığı Orhan Pamuk’un edebiyatı üzerinden oldu. Bir süre sonra Masumiyet Müzesi’nin açılışından haberdar oldu. Müze, Pamuk’un aynı isimli kitabının 1970’lerde geçen aşk hikâyesine dair gerçek objelerin sergilendiği, kendisi de hikâyenin parçası olan bir mekân. !f izleyicilerinin W.G. Sebald hakkında yaptığı özel filmle hatırlayacağı Gee, yine belgesel ve kurmacanın sınırları arasında dolanırken başkarakterleri İstanbul şehri, Masumiyet Müzesi ve Orhan Pamuk olan bir hikâye örüyor. Romanla müze, yazarla şehir, gerçekle kurmaca arasındaki ilişkiler sorgulanırken röportaj, arşiv görüntüleri, müzik, animasyon ve seslendirme gibi farklı yollar kullanılıyor. Neredeyse tamamı gece çekilen film görmeye alışık olmadığımız bir İstanbul’da gezdiriyor bizi; gece çalışanlar, Boğaz’ın akıntısı, müzede sergilenenler arasında yolculuk ediyoruz. Filmden çok şiir gibi katmanlı olan Masumiyet Müzesi, bittikten sonra etkisi kolay kolay geçmeyenlerden.
The Invitation / Davet (2015) – Karyn Kusama (ABD)
Eden ve Will’in çocuklarını kaybetmesinin ve ayrılmalarının ardından iki senedir topluca bir araya gelmeyen kalabalık bir arkadaş grubu, Los Angeles’ın bir tepesindeki malikânede buluşurlar. Will uzun süredir gelmediği eski evindeki değişiklikleri gözlerken, Eden’ın yeni eşi David eski dostlarla yeni arkadaşlarını tanıştırır. Sohbetin yönü şarap eşliğinde oynanan itiraf oyunlarına evirildiğinde her şey bir gerilim filminde olması gerektiği gibidir; karanlık ve köşeli. Hikâyeler anlatılıp, evdeki kilitli kapılar açıldıkça köşeler karanlıklara, karanlıklar köşelere yuvarlanır…
James White (2015) – Josh Mond (ABD)
Filme adını veren James White’a bir gece kulübünde dans ederken rastlıyoruz ilk, kamera onun hareketlerini o kadar yakından takip ediyor ki, neredeyse derisinin altına geçip onun bedenini ele geçirmek ister gibi. Film, yirmili yaşlarında, babasını yeni kaybetmiş ve kendine zarar vermeye, ölümcül bir hastalıkla mücadele eden annesine yardım etmekten daha meyilli New Yorklu James White’ın etrafında geçiyor. Martha Marcy May Marlene’in yapımcısı Josh Mond’un ilk yönetmenlik denemesi James White göze ve duyulara hitap eden, hem hüzünlü hem de büyüleyici bir büyüme hikâyesine dönüşüyor. Büyümeyi, büyürken yaşanan o kaybolma duygusunu, kaosu ve güzelliği harmanlayan film, Christopher Abbott ve Cynthia Nixon’ın olağanüstü performanslarıyla da dikkat çekiyor.
Listen to Me Marlon / Dinle Beni Marlon (2015) – Stevan Riley (İngiltere)
‘Cool’luğun kitabını yazmış olan Marlon Brando’nun daha önce hiç gün yüzüne çıkmamış yüzlerce saatlik kişisel ses kayıtları ilk defa bu belgeselde ortaya çıkıyor. Stevan Riley’nin bu büyüleyici arşiv filmi, senenin en nadide belgesellerinden biri. Dinle Beni Marlon, Brando’nun kariyerinin çeşitli dönemlerindeki karmaşık ruh hallerine bakış atmakla yetinmiyor, onu en insani yönleriyle, güvensizlikleriyle, ilişkilerinde yaşadıklarıyla anlatıyor. Böylece şiirsel bir Brando tablosuyla karşılaşmanın yanı sıra, onun yaratma sürecinin ve kendine bakışının da bir parçası oluyoruz. Adeta bir hipnoz seansı gibi ilerleyen film Max Richter’in müzikleri ve arşiv görüntüleriyle Brando’nun alışık olmadığımız, daha önce hiç görmediğimiz bir portresini çiziyor.
Love / Aşk (2015) – Gaspar Noé (Fransa, Belçika)
Arjantinli auteur Gaspar Noé, I Stand Alone (1998), Dönüş Yok (2002) ve Boşluk (2009) filmlerinin ardından Aşk 3D ile provokatif hikâyelerine bir yenisini daha ekliyor. Duygusal ilişkiler beyazperdeye yansıtılırken cinselliğin büyük ölçüde yorgan altına hapsedilmesinden şikâyetçi olan Noé, bu kez bir ilişkiyi “her şeyiyle” anlatmaya soyunuyor. Paris’te yaşayan Amerikalı Murphy ile deli dolu sevgilisi Electra’nın tutkulu ilişkisi, yeni tanıştıkları güzel komşularını bir gün evlerine davet etmeleriyle bambaşka bir yöne evrilir. İlk kez Cannes’da gösterilen ve dolaştığı tüm festivallerdeki en uzun bilet kuyruklarına neden olan Aşk 3D’yi izleyenlerin yorumları değişkenlik göstermekle birlikte; Noé, filmde cinsellik kullanımı tartışmalarını ‘porno mu, değil mi?’ ikileminden çıkartıp bambaşka bir boyuta oturtarak amacına ulaşmış görünüyor. (18+)
Mænd & Høns / Men & Chicken / İnsanlar ve Tavuklar (2015) – Anders Thomas Jensen (Danimarka, Almanya)
İnsanlar ve Tavuklar, kült yönetmen Anders Thomas Jensen’in yeni tuhaflığı! Filmin ilk yarısı Gabriel ve Elias adındaki birbirinden tuhaf kardeşleri tanımamızla başlar. Gabriel (Mads Mikkelsen) hayattan bıkmış bir üniversite profesörü, Elias ise bütün ilgi alanı gereksiz bilgiler ve kadınlar olan kardeşi. Olaylar, babalarının ölümü üzerine bıraktığı bir videokaseti izlemeleri ve gerçek babalarının başka birisi olduğunu öğrenmeleriyle ilginçleşir. Biyolojik babalarını bulmak üzere çıktıkları yolculuk, yavaş yavaş onlardan daha da tuhaf olan yeni kardeşleriyle tanışmamızla ve onların daha da tuhaf dünyasının içine girmemizle devam eder. Anders Thomas Jensen on yıl aradan sonra gelen yeni yönetmenlik denemesinde bizi yılın en akıl almaz, sıra dışı ve grotesk filmlerinden birisiyle baş başa bırakıyor.
The Man Who Fell to Earth / Dünyaya Düşen Adam (1976) – Nicolas Roeg (İngiltere)
Dünyaya Düşen Adam çok katmanlı, kendine has mizah anlayışıyla ve muazzam görselliğiyle hayranlık uyandıran, bir sürü kafa açıcı fikirle dolu bir bilimkurgu başyapıtı. Androjen görünümü ve turuncu saçlarıyla dünyada yolunu kaybeden bir uzaylıyı oynayan David Bowie bu ilk sinema filminde, Nicolas Roeg’in biçimsel dehası eşliğinde, 70’ler dünyasındaki yabancılaşmayı unutulmaz bir deneyime dönüştürmeyi başarıyor. David Bowie’ye eşlik eden Candy Clark, Buck Henry ve Rip Torn’un performansları Dünyaya Düşen Adam’ı akıldan çıkması güç, düşsel, eşi benzeri olmayan bir yolculuk haline getiriyor. Kırk yıl sonra bile kategorize etmenin güç olduğu bu saklı hazine hâlâ büyüleyici!
Mon Roi / Prensim (2015) – Maïwenn (Fransa)
İlişki Tony’yi yavaşça öldürüyor. Oysa ilk tanıştığında, Georgio onu kıvrak zekâsıyla, ani güzellikleriyle, özgürlüğüyle etkilemişti; ertesi sabah uçar gibi birbirlerine düşmüşlerdi. O sabah, tutku ve aşkla olduğu kadar, acı ve yalnızlıkla dolu bir on yılın ilk sabahıydı Tony için. Prensim, ilişkinin sonuyla açılıyor: Tony’nin bir kayak tatilinde kırdığı bacağını iyileştirmek için gittiği bir rehabilitasyon merkezinde; Tony’yi bacağından çok daha fazla yeri kırık bir halde görüyoruz. Georgio’nun ilk başta Tony’yi çeken özgürlüğünün yokluğa, kıvrak zekâsının yalanlara, inceliklerinin başka kadınlara döndüğü, Tony’nin yine de aşkta kaldığı, dayandığı ve dayanamadığı yıllara tanık oluyoruz. Bu can yakan bir aşk ve bir kadın hikâyesi. Prens’i Tony’nin canını yakarken, Tony’nin deli-aşkını, düşüşlerini ve yok oluşlarını canlı bir kalbin atışları gibi duyumsuyoruz. Belki de ruhun gücü dediğimiz şey, alışılageldik tanımların arkasında bir yerde yatıyordur.
Nie Yin Niang / The Assassin / Suikastçı (2015) – Hou Hsiao-Hsien (Tayvan, Çin, Hong Kong, Fransa)
Günümüz sinemasının yaşayan en büyük ustalarından Hou Hsiao-Hsien, Kırmızı Balonun Yolculuğu’ndan sekiz yıl sonra çektiği bu ilk uzununda, bizi Tang Hanedanı’nın sınırlarına, entrikaların, imparatorlukla ilgili güç çekişmelerinin yaşandığı bir tarihsel döneme götürüyor. Daha çocukken siyasi nedenlerle ailesinden koparılıp alınan Nie Yinniang, bir suikastçı olarak yetiştirilmiştir. Varoluşu öldürme eylemi üzerine kurulu, güzelliğiyle göz kamaştıran bir kadın savaşçı olan Yinniang, bir gün öldürmek üzere görevlendirildiği kişinin çocukken evlendirilmek istediği kişi olduğunu fark edince duraksar. Bu tereddüt anından sonra tekrar kendi içine bakmasının, bir savaşçıdan tekrar insan olmaya doğru yolculuğunun hikâyesine dönüşür film. Bu büyüleyici filmin sizi içine çeken bir durgunluğu var. Bu durağanlık kesinlikle yavaşlık değil, daha çok dinginlik, görüntünün altındaki şeyleri dikkate almaya çağıran bir zen anı. Hou, bir ressam ve şair titizliğiyle bize dünyanın daha güzel bir yer olabileceğini fısıldıyor adeta.
No Home Movie (2015) – Chantal Akerman (Belçika, Fransa)
“Bu film her şeyden önce artık bizimle olmayan annem hakkında. 1938 yılında Polonya’daki şiddetten ve pogromlardan kaçıp Belçika’ya gelen bu kadını sadece evinin içinde görebiliyoruz, Brüksel’deki bir apartman dairesinde. Ama film, aynı zamanda annemin görmediği, evin dışında kalmış keşmekeş içindeki dünyayı da konu ediniyor.” Geçtiğimiz Ekim ayında kaybettiğimiz Chantal Akerman’ın annesi hakkında insanın içine işleyecek derecede samimi olan bu filmi sadece kişisel yaralarla ve onları çevreleyen şeylerle ilgili değil. Aynı zamanda mekânın ve zamanın ruhunu en iyi yakalayabilen sinemacılardan birisinin, belki de en iyisinin, bize dünyaya bakmanın farklı biçimlerini keşfetme imkânı veren son armağanı.
The Russian Woodpecker / Rus Ağaçkakanı (2015) – Chad Gracia (Ukrayna, İngiltere, ABD)
Ukraynalı sanatçı Fedor Aleksandroviç dağınık saçları, kocaman gözleri, aklından geçeni fütursuzca söylemesiyle Dostoyevski romanlarından fırlama bir karakter gibi. Çernobil patlaması, o sırada sadece dört yaşında olmasına rağmen, Fedor’un tüm hayatını etkilemiştir. Kemiklerinde dahi radyasyon taşımaktadır. Patlamanın perde arkasını araştırmaya karar veren Fedor’un ilgisi, Çernobil alanına yakın bir arazide Sovyetler tarafından inşa edilen dev radyo antenine takılır. Duga adı verilen bu antenin Soğuk Savaş sırasında yapılan yüksek maliyetli, gizli bir silah olduğunu öğrenir. Amaç Batı’daki iletişim sistemlerine ve belki de insanların zihinlerine sızabilmektir. Bu antenin gerçek işlevi hakkında bilgi edindikçe Fedor, Duga’nın Çernobil’le bağlantısını açıklayan korkunç bir gerçeğe daha ulaşır. Öğrendikleri, Rusların komşu ülkeye karşı uyguladıkları şiddete yeni bir boyut getirir. Bu sırada günümüz Ukrayna’sında bu tarihi çekişmenin yeni bir perdesi yaşanmaktadır. Kiev sokakları demokrasi ve Avrupa yanlısı göstericilerle Rusya’ya yakınlaşan hükümet arasındaki çatışmayla doludur. Tehdit edilen Fedor’u öğrendiklerini ifşa edip etmeme konusunda zor bir karar beklemektedir. Tarihi gerçeklikle kişisel hikâyeleri ustalıkla harmanlayan, görüntü ve müzikleriyle olağanüstü bir estetik yakalayan Rus Ağaçkakanı, bir insanın karanlık güçlere karşı verdiği mücadeleyi sürükleyici ve içten bir şekilde anlatıyor.
The Show of Shows / Şovların Şovu (2015) – Benedikt Erlingsson (İzlanda, İngiltere)
Şehre sirk geliyor! Birçok insanın hafızasında sirkin özel bir yeri vardır; bir an için gündelik hayatın aksadığı, beklenmedik renk ve seslerin hâkim olduğu, fantastik numaraların hayal gücünü gıdıkladığı özel bir deneyim, bazen yılın en heyecanla beklenen olayıydı. Daha önce görülmemiş görsel arşiv malzemelerinin derlemesinden oluşan Şovların Şovu bizi 19. ve 20. yüzyılların sirk sanatçıları, kabareleri ve panayır eğlenceleri arasında eğlenceli bir geziye çıkarıyor. Dünyanın konuştuğu şovların ilk kayıtları, gelmiş geçmiş en büyük sirk ailelerinin kendi çektikleri filmler gibi birinci el kaynaklar üzerinden o dönemlerin heyecanına tanık olabiliyoruz. Yönetmen Benedikt Erlingsson izleyicisini şanı kıtaları aşan, şaşaalı, inanılmaz, nefes kesici gösterilerin dünyayı dolaştığı bir zamana dair görsel bir yolculuğa çıkarırken Sigur Ros’tan Georg Holm ve Orri Pall Dyrason’un filme eşlik eden orijinal müziği rüya hissini pekiştiriyor.
Þrestir / Sparrows / Serçeler (2015) – Rúnar Rúnarsson (İzlanda, Danimarka, Hırvatistan)
Serçeler’in açılış sahnesinde ilk gördüğümüz şey filme ismini veren kuşlar değil, kilise korosunda şarkı söyleyen melek yüzlü, tiz sesli bir genç. Ari on altı yaşındadır, Reykjavik’te annesiyle yaşamaktadır. Bir gün aniden babası Gunnar’ın yanına, Westfjords’a gönderilir. Bundan sonrası babasıyla ilişkilerini yeniden gözden geçirmeleriyle, değişen manzara ve farklılaşan çevresi karşısında hissettiği yalnızlıkla ilgilidir. Bir önceki filmi Volkan’ın izinden giden Rúnar Rúnarsson, kırılgan ama bir o kadar da büyüleyici bir büyüme hikâyesiyle karşımızda. Rúnarsson’un önceki filmindeki sıcak gözlemci tavrı, arka planda nefis İzlanda manzarasının yer aldığı düşsel görüntülerle ve Sigur Rós’tan Kjartan Sveinsson’un hipnotik müzikleriyle destekleniyor. Masumiyetin kayboluşu, insanın doğa karşısındaki hali, erkekliğin kodları ve büyümenin sancıları en hüzünlü halleriyle karşımızda.
Theory of Obscurity: A Film About The Residents / Belirsizlik Teorisi: The Residents Hakkında Bir Film (2015) – Don Hardy Jr. (ABD, Avusturya, Almanya, Hollanda)
Belirsizlik Teorisi: The Resident Hakkında Bir Film, gizemli performanslarıyla dikkat çekse de fazla tanınmayan, tuhaf mı tuhaf müzik grubu The Residents’ın hikâyesini anlatıyor. Kırk yıla yayılan bu hikâye büyük bir gizem barındırıyor. Zira grupla ilgili pek çok detay bilinmiyor; buna üyelerinin kimlikleri de dahil. Üyeleri performansları sırasında her zaman kostüm giyip maske takan grubun gecikmiş denebilecek belgeseli de grubun kendisi kadar ilginç. Grubun menajerliğini yürüten Cryptic Corporation’la yapılan röportajlar, acayip performansların arşiv görüntüleri ve yılmaz takipçilerin konuşmaları eşliğinde bir yolculuğa çıkıyoruz. Kült statüsüne erişmiş ve hiçbir zaman görsel ve sanatsal bakış açısından ödün vermemiş bu muazzam grubu, bu eğlenceli ve kafa açıcı belgeselle keşfedin!
Turbo Kid / Turbo Çocuk (2015) – François Simard, Anouk Whissell, Yoann-Karl Whissell (Kanada, ABD, Yeni Zelanda)
Kıyamet sonrası bir 1997 yılında geçen Turbo Çocuk, 80’ler aksiyon-macera filmlerine nostaljik bir yaklaşımla saygı duruşunda bulunan retro-fütürist bir yapım. BMX’iyle sevdiği kızı kurtarmaya çalışan esas oğlanımızın maceraları eğlenceli olduğu kadar kanlı da. Kitsch estetiği ve elektronik müzikleriyle dikkat çeken film, enerjisi ve göz kamaştırıcı set tasarımlarıyla senenin en iyi gece yarısı filmlerinden!
Visita ou Memórias e Confissões / Ziyaret ya da Anılar ve İtiraflar (1993) – Manoel de Oliveira (Portekiz)
Geçtiğimiz yıl 106 yaşında kaybettiğimiz Manoel de Oliveira, 1982 yılında yapmış olduğu Ziyaret ya da Anılar ve İtiraflar’ın ancak kendisi öldükten sonra gösterilebileceğini vasiyet etmişti. Sırf bu bilgi bile, Cannes’ın geçen seneki klasikler seçkisinde yer alacağının açıklanmasıyla birlikte filmin yılın en merakla beklenen sinema olaylarından birine dönüşmesine yetti. Bu otobiyografik ve son derece kişisel film, Manoel de Oliveira’nın yaşadığı evden, ailesinden, diktatörlük hakkındaki düşüncelerinden bahsederken izleyiciyi yönetmenin çalışma alışkanlıklarına ve bahçıvanlık merakına da tanık ediyor. Yönetmen bu basit ev hali filmini kendine has mizah duygusunu elden bırakmadan adeta Marker’vari bir sinemasal nesneye dönüştürüyor. Geçmişten geleceğe gönderilmiş bir mektup gibi de okunabilecek bu özel film, o kadar güzel ki, izledikten sonra sadece kendinize saklamak isteyebilirsiniz.
Yallah! Underground (2015) – Farid Eslam (Çek Cumhuriyeti, Almanya, İngiltere, Mısır, Kanada, ABD)
Ortadoğu’nun çeşitli ülkelerinde yükselen yeni bir kuşak var: şair, rapçi, sanatçı olan bu gençlerin miadı dolmuş gördükleri siyasi sistemler ve kültürel normlara karşı söyleyecek çok sözü var. Üstelik bunu sanatla yapıyorlar. 2009 ile 2013 arasında çekilen Yallah! Underground, büyük bir değişimden geçen bölgenin ilginç ve yetenekli yeni seslerini takip ediyor. Gençler işleri, hayalleri ve korkularını anlatıyorlar. Müzik yapıyorlar. Baskı, sansür ve hatta hapis cezasıyla mücadelelerine tanık oluyoruz. Özgün müzikleriyle bir yandan dans da ettiren film, ana akım medyanın Arap dünyasıyla ilgili çizdiği siyah-beyaz portrenin ötesine geçiyor ve çok sesli, çok renkli genç insanların baskılara boyun eğmeyen yaratıcılığını anlatıyor.
Yuki Yukite Shingun / İmparatorun Çıplak Ordusu Hala İlerliyor (1987) – Kazuo Hara (Japonya)
İmparatorun Çıplak Ordusu Hâlâ İlerliyor hiç kuşkusuz Kazuo Hara’nın en tanınmış filmidir. Yaptıklarını merak ve şaşkınlık içinde takip ettiğimiz Kenzo Okuzaki, Japon imparatoruna yönelik suikast girişimiyle gündeme gelmiş bir adamdır. Bakış açınıza göre İkinci Dünya Savaşı’nda savaşmış anti-emperyalist bir asker emeklisi olarak da, milliyetçi bir fanatik olarak görebileceğimiz bu ilginç karakter, Hara’nın filminde en çelişkili halleriyle karşımıza çıkıyor. Öyle ki, bir noktada Okuzaki kendisiyle işbirliği yapmayı reddeden bir başka emekli askeri, adamın kendi evinde dövmeye kalkışıyor örneğin. Hara, Okuzaki’nin gündelik eylemlerini belgelemek amacıyla yola çıkmış olsa da, Okuzaki’nin Yeni Gine’de onun birliğinde yer almış subaylardan birkaçının işlediği suçları keşfetmesiyle film tamamen farklı bir yöne kayıyor. Joshua Oppenheimer’dan Errol Morris’e birçok günümüz yönetmenine ilham veren bu muazzam başyapıt, belgesel tarihinin hazinelerinden!
Cineritüel editörlerinin ortak hesabıdır.