- Anne-oğul’un birbirini kabul etme süreci filmde yer almıyor. Hüzünlü son sekansta olduğu gibi birbirlerine ancak bu kadar yakınlaşabileceklerini anlıyoruz. Geçici bir yakınlık, bir yanılsama. Birazdan yine kavga edebilecekleri ihtimalini biliyoruz. Birbirlerini sevmediklerinden değil, ancak birbirleriyle kurdukları girift ilişki buna engel oluyor. Hubert’in, Cocteau’dan yapmış olduğu alıntı da bunu destekliyor: "Bir oğlun annesi onun arkadaşı olamaz."
Şu dünyada birey olmak ne kadar zor. Xavier Dolan’a göre de birey olmak dünyanın en meşakkatli işlerinden birisi çünkü başkalarına kabul ettirilmesi oldukça zor bir durum. Xavier Dolan’ın insanları diğerlerinden ayıran birey olma olgusunu değerlendirirken, aşırı bencilliğin sularından gezen başkarakteri Hubert’e söylettiklerine bakarsak, birey olmak sığ gündelik yaşamın ve bu yaşamın getirdiği sıradanlığın karşı tezidir. Düşüncede oldukça hoş bir tavır olan bireysellik Annemi Öldürdüm (I Killed My Mother) filminde anne ya da oğlun birbirleri üzerine kurduğu ya da kurmaya çalıştığı tahakküm olarak tezahür edince işin rengi değişiyor. Hubert, “birey” olma fikrini sadece evden ayrılma olarak gördüğünden duygusal altyapısını bir türlü ayarlayamıyor. Ergenlik ve cinsel kaygıları da işin içine girdiğinde ise sürekli bir dalgalanma hali yaşıyor, bir türlü durulamıyor. Bunun karşısında annesinin de tam bir yetişkin olduğunu söylemek zor. Chantale, baskıcı bir anne olmanın tüm antipatisini üzerinde bulunduran, kıyafet seçimlerinde ve ev eşyalarındaki bayağı zevki ile oğlu arasındaki kuşak farkının iyice altını çizmektedir. Birbirleri üzerine baskı kurma üzerine inşa edilen ilişki bir noktadan sonra yeterli sevgi olsa bile çekilmez ve katlanılmaz bir duruma dönüşüyor. Zamanı geldiğinde kesilemeyen bağ bir süre sonra onlar için katlanılmaz bir hal alıyor, bağ dolandıkça karışıyor, karıştıkça içinden çıkılamaz bir hal alıyor. Böylece annesiyle olan ilişkisi sevgi ile nefret arasındaki ince çizgide, bazı anlarda sarılmalar ve çoğu kez kavgalar şeklinde ilerliyor. Xavier Dolan, bu ilerlemenin bir yol kat etme durumuna gelebilmesi için ise açıkça, iki tarafın da birbirini anlama ve geleneksel kalıpları yıkmakla mümkün olacağını ifade ediyor.
Geleneksel inanç ve ahlak sistemi içerisinde anne ile kurulan bağ oldukça tekinsizdir; açık denizlere sürükler ve boğulma riski yüksektir. Bu sebeple bir anlamda konforlu olan annenin güvenli kucağından kopuş oldukça meşakkatlidir. Dini metinler anneyi kutsallaştırıp, genelleştirdikçe yaptıkları her şeyin doğru olduğuna dair bir refleks de gelişmiş olur. Hubert’in her ne kadar temelsiz olsa da bireysel olma çabası bu açıdan kalıplara açılmış bir savaştır. Annesine kutsal bir nesne gibi saygı göstermek yerine onun tüm zaaflarına acımasızca saldırır. Gerçi kendisi birey olmaya çalışırken karşı tarafın haklarını yok saymaktan çekinmez. Buna karşılık annenin savunma mekanizması daha serttir. Öğretilmiş kalıplarla oğlunu dışlayamaz ama diğer taraftan elindeki her kozu (ekonomik, sosyal baskı) kullanmaktan çekinmez. Doğum yapmak ile başlayan kutsal sahiplenme duygusu bir noktadan sonra sadece kendi tatminine dönüşür. Yuvadan uçmasına izin vermemesi, yok sayması ya da kendi istediği yola doğru sürüklemesi sayesinde aslında durağan, ezilmiş yapısının altında baskıcı olanın kendisi olduğunu görürüz. Hubert’in mutsuzlukları, okulda yaşadığı sorunlar ya da cinsel kimliği projenin önündeki sorunlu detaylardır. Oğlunun okuldaki düşen başarı grafiğine müdahale etmez, eşcinsel olduğunu öğrendiğinde ise tek düşündüğü neden kendisinden değil de başkasından öğrendiğidir. Bu durumda Hubert gerçek anneden uzaklaşıp rol modelleri geliştirmeye çabalar. Okulun genç öğretmeni ya da sevgilisinin annesi kâğıt üzerinde iyi görünseler de, eksik olan bağ / mazi sayesinde onun yerine ikame etmesi güçtür.
İkame ve İstek
Hubert filmin içinde annesine olan sevgisini tanımlarken ya basitçe “seni seviyorum” der ya da açıkça nefretini kusar. “Annemle ben birbirimize yabancı olsak birbirimizi severdik” diye şikâyet eder mesela “başkası ona dokunamaz ama ondan çok sevdiğim birçok arkadaşım var” gibi cümleler kurar. Bu tip söylemler kamera karşısında kendi kendine bir itiraftan çok ilişkinin geldiği boyutu tanımlamak açısından önem arz ediyor. İki tarafında uzlaşma zeminini en son küçükken yakalamış olmaları ise durumun çarpıcılığını ortaya koyuyor. Hubert’e göre annesinin ona gerçekten annelik yaptığı tek zaman çocukluk dönemdir; Chantale ise onun dizinin dibindeki sevimli hallerini geri ister. Bir bakıma kurmaya çalıştıkları / arzu ettikleri ilişki de o eski anlardır. İki tarafında bir türlü yetişkin / birey olamaması şeklinde açıklanabilecek bu durum oğlun cinsel kimliğini keşfetmesiyle daha karışık bir hal alır. Açık görüşlü erkek arkadaşının annesi gibi bir anne özlemi duyan ya da en azından onu kabul etmesini isteyen Hubert’in aksine annesi yıllardır görüşmediği babasıyla işbirliği yapıp onu başka bir yatılı okula gönderir. Üstünü örtüp, uzaklara göndererek her zamanki gibi sorunun çözülebileceğini uman klasik davranış Hubert’in bireyselliğe giden yolculuğunu tetikler. Annenin erkek egemen toplumu savunan okul müdürüne karşı kendinden geçerek savunma yapması da oğlundan çok kendisiyle ilgili olmasından dolayı pek samimi gelmez. Her ne kadar bu maço cüretkâr tavır kabul edilemez olsa da, okul müdürünün evde bir erkek otorite önermesini bir başarısızlık olarak algılar. Yalnız anne olduğum için çocuğum kaçmadı diye çıkışır okul müdürüne, hatta “bugs bunny kravatı” ve “pembe çoraplar” gibi eşcinsel çağrışımlarla sözde hakaret etmekten geri kalmaz. Ancak bu söylemin kendi oğlu için de geçerli olduğunu ve okuldan kaçma sebebinin kısmen kendisiyle ilgili olduğunu kabul etmez.
Genç yönetmenin hayatından otobiyografik izler taşıyan I Killed My Mother’ın asıl derdi de bu noktada başlamakta: Gündelik yaşamın sorunları ve üzerine giydikleri kalıpların sıradanlığını sanatçı duyarlılığı ile algılamaya başladığı andan itibaren rutine karşı giriştiği beyhude çaba. I Killed My Mother’ın başından sonuna kadar anne-oğul arasındaki kavgalara ortak oluyoruz. Xavier Dolan, sıradan mekânlarda (evin salonu, yemek masası, arabanın ön koltuğu vb.) sıradan karakterlere odaklıyor kamerasını ve hikâyeyi dramatize etmekten kaçınıyor. Asi bir genç, anlayışsız anne, olmayan baba figürü gibi klişelere saplanmıyor. Bu sebeple anlattığı hikâyede büyük anlarda bile rutinin garip sessizliğini görüyoruz. I Killed My Mother’ın tüm bu “gündelik” halinin tersine yönetmenin kamerası oldukça dizginlenemez bir hınzırlıkta hareket ediyor. Xavier Dolan, Fransız Yeni Dalga’sından izler taşıyan yapısı, Godard’ı anımsatan ikili planları, siyah beyaz’dan renkliye geçişleri, el kamerasını kullanması, rüyalar, çarpıcı nesneler, ağır çekimler ve yakın planlarla oldukça cüretkâr bir stil ortaya koyuyor. Hatta bu kadar oyunbaz olması sayesinde filmin tekrarlara dayalı genel yapısını kırmayı başarıyor.
Anne-oğul’un birbirini kabul etme süreci filmde yer almıyor. Hüzünlü son sekansta olduğu gibi birbirlerine ancak bu kadar yakınlaşabileceklerini anlıyoruz. Geçici bir yakınlık, bir yanılsama. Birazdan yine kavga edebilecekleri ihtimalini biliyoruz. Birbirlerini sevmediklerinden değil, ancak birbirleriyle kurdukları girift ilişki buna engel oluyor. Hubert’in, Cocteau’dan yapmış olduğu alıntı da bunu destekliyor: “Bir oğlun annesi onun arkadaşı olamaz.”

İşletme ve Finans lisans mezunu, Sosyoloji öğrencisi. Kendi blogu ve DVD+ dergisi forumundan sonra sinema yazılarını yayınlamaya Sinemaximum sitesi ile başladı. Daha sonra yaklaşık 2 yıl Türkiye’nin ilk online sinema dergisi Sinemalife’da Düş Perdesi ve Ev Sineması bölümlerini yürüttü. Kanal D Home Video DVD dergisinde yazdı. Temmuz 2013’de Cineritüel ekibine katıldı. Philip Morris Ezd kanalında Planlama ve Analiz bölümünde çalışmaktadır.