Ken Loach’a Özgürlük Rüzgarı’ndan sonra ikinci kez Altın Palmiye kazandıran Ben, Daniel Blake, dokunaklı olduğu kadar öfke dolu bir dram.
Newcastle’da yasayan Daniel Blake bir marangozdur; geçirdiği kalp krizi sonucu doktorlar çalışmasına izin vermez. Her zaman kendine yetebilen Daniel Blake, hayatı boyunca ilk kez devletin sunduğu “işsizlik fonuna” başvurmak zorunda kalır. Ama sistemin çarpıklığı nedeniyle devlet yardımı da alamaz, iş aramak zorunda kalır. Daniel bu süreçte kendi gibi zorluk çeken yalnız genç bir anne olan Katie ve onun çocuklarıyla dostluk kurar. Katie çocukları Daisy ve Dylan ile birlikte, Londra’da evsizlere tahsis edilen tek gözlü bir otel odasında kalmaktan kurtulmak için karsısına çıkan tek yardım şansını değerlendirerek kilometrelerce uzakta, bilmediği bir şehirdeki apartman dairesinde yaşamaya başlamıştır. Aynı kaderin kurbanı olan Daniel ve Katie, kendilerini günümüz İngiltere’sinde adeta sahipsiz bir halde ve sosyal yardım bürokrasisinin girdabında sürüklenirken bulurlar.
Ken Loach ve yıllardır birlikte çalıştığı senaristi Paul Laverty, son yıllarda çektikleri en iyi film olan Ben, Daniel Blake’te gerçekçi yaklaşımlarından güç alırken bozuk sisteme ve boğucu bürokrasiye karşı dayanışmayı ustalıkla yüceltiyor.
KEN LOACH İLE SÖYLEŞİ
ÖZGÜRLÜK DANSI’nın son filminiz olacağına dair dedikodular vardı. Böyle bir şey gerçekten söz konusu oldu mu, eğer olduysa sizi BEN, DANIEL BLAKE’i yapmaya teşvik eden ne oldu?
O çok düşünmeden söylediğim bir şeydi. Anlatacak çok fazla hikâye var. Yansıtılacak çok fazla karakter…
Hikâyenin köklerinde ne yatıyor?
Yaşam mücadelesi veren insanların evrensel hikâyesi başlangıç noktasıydı. Ama karakterler ve durumun kendisi yasanmış bir deneyim üzerinden şekillendi. Yeterince dikkatli bakarsak devletin en ümitsiz ve yoksul durumda olan insanlara ve bürokrasiyi nasıl kullanacaklarına yönelik yaklaşımının köklerinde, bürokrasinin özellikle tasarlanmış verimsizliğinde politik bir silah olarak oldukça bilinçli bir acımasızlık yattığını görürüz. “İşte çalışmazsanız böyle olur; eğer is bulamazsınız sürünürsünüz.” Bu yaklaşıma yönelik öfke filmin temel motivasyon kaynağı oldu.
Araştırmanıza nerede başladınız?
Her zaman Midlands’da bulunan ve kendi doğup büyüdüğüm yer olan Nuneaton’de bir şeyler yapmak istedim. Böylece Paul ile birlikte oraya gittik ve insanlarla tanıştık. Orada, Carol Gallagher adlı bir arkadaşımın işlerini yürüttüğü Doorway adı verilen bir yardım kuruluşu ile küçük da olsa bir bağım var. O, Paul ve beni çeşitli nedenlerden dolayı -bunlardan biri çok açık ki yeteri kadar iş olmaması- bir türlü iş bulamayan insanlarla tanıştırdı. Bu insanlardan bazıları hiçbir ödeme garantisi olmayan küçük acenteler için çalışıyordu ve kalacak hiçbir yerleri yoktu. Bunlardan biri Doorway tarafından yardım verilen ortak bir evde yasadığı küçük odasına bizi götüren çok kibar genç bir delikanlıydı ve odası Dickens romanlarından fırlamış gibiydi. Yere serili bir döşek, bir buzdolabı ve başka da hiçbir şey yoktu. Paul ona dolapta ne olduğuna bakmamızın ayıp olup olmayacağını sordu, “Hayır” dedi ve dolabın kapağını açtı: hiçbir şey yoktu, süt yoktu, bisküvi yoktu, hiçbir şey yoktu. Ona en son ne zaman tamamen gıdasız kaldığını sorduk, o da geçen hafta dört gün boyunca tamamen gıdasız kaldığını söyledi. Bu düpedüz açlığın ta kendisiydi ve o tamamen çaresiz durumdaydı. Şu acentelerden birinde çalışan bir arkadaşı vardı. Arkadaşına bir sabah saatin beşinde, saat altıda bir depoya gitmesi söylenmiş. Hiçbir ulaşım aracına binme sansı yokmuş, ama bir şekilde oraya ulaşmış. Beklemesi söylenmiş ve altıyı çeyrek geçe “Bugün hiç iş yok.” Denilerek gönderilmiş. Tabii hiç para alamamış. Süreklileşmiş bu aşağılanma ve güvencesizlik filmde bahsettiğimiz şeylerden biri.
Topladığınız tüm malzeme ve tanıştığınız insanlar dışında asıl hikâyede nasıl karar kıldınız?
Bu muhtemelen aldığımız en zor karardı. Çünkü anlatacak o kadar çok hikâye vardı ki. Genç insanlarla ilgili bu zamana kadar yeterince şey yaptığımızı düşündük -AFİLLİ DELİKANLI bunlardan biriydi- ve ayrıca yaşlı insanların içinde bulundukları çok zor koşullara şahit olduk. Bu genelde kimsenin dikkatini çekmiyordu. Elle yapılan işlerde ustalaşmış ancak şimdi çalışma ömürlerini tüketmiş bir kuşak insan ile karşı karşıyayız. Sağlık problemleri var ve tekrar çalışamayacak durumdalar; çünkü iş acenteleri ile sürekli gitmeleri söylenen su veya bu gibi yerler arasındaki koşuşturmalarla başa çıkabilecek kadar çevik değiller. Onlar çok daha geleneksel bir iş kültürüne sahip, bu nedenle tamamen şaşkına dönmüş durumdalar. Teknoloji ile başa çıkamıyorlar ve zaten pek çoğu sağlık problemi ile boğuşuyorlar. Ayrıca çalışabilir durumda olmadığınız halde size çalışmaya uygun raporu veren İş Bulma ve Yardım Fonu’nun değerlendirmelerine tabii tutuluyorlar. İnsanlar, bu tamamı bürokratik ve akıl almayan yapı altında eziliyor. Bununla ilgili o kadar çok hikâye duyduk ki. Paul, Daniel Blake karakterini yazdı ve proje böylece başladı.
Sizin iddianız da bu bürokratik yapının kasten aşılamaz olduğu?
Evet. İş merkezlerinin şu anda insanlara hiçbir yardımı bulunmuyor, tek yaptıkları insanların önüne daha fazla engel çıkarmak. İnsanlara iş bulmaları konusunda yardımcı olması gereken kendilerinin deyimiyle bir “iş koçu” insanlara hangi işlerin başvuruya uygun olup olmadığını söyleme yetkisine sahip değil. Yardım kesintisi yapılması gereken insan sayısı konusunda da belirli bir kota beklentisi var. Eğer mülakat çalışanları yeterli sayıda insana yardım kesintisi uygulamazsa kendileri “Kişisel Gelişim Planı” dedikleri bir plana tabi tutuluyorlar. George Orwell kitabı gibi, değil mi? Tüm bu planlar DWP’de çalışmış insanların yoğun araştırmaları sonucu oluşturuluyor; bu insanlar iş merkezlerinde çalışmış, aktif olarak sendikalarda ve PCS’de yer almış, bunların fazlasıyla kanıtı var. Bu yardım yaptırımı rejimi insanların sahip oldukları para ile yaşayamamalarını ve yemek bankalarının kendilerini var etmesi anlamına geliyor. Bu da hükümetin gayet memnun gözüktüğü bir durum -yani yemek bankalarının varlığının gerekliliği. Şimdi yemek bankalarına iş koçları yerleştirmekten bile bahsediyorlar. Böylece yemek bankaları devletin yoksullukla başa çıkma mekanizmasının giderek daha büyük bir parçası haline geliyor. Burada nasıl bir dünya yarattık böyle?
Bunun özellikle bu çağa ait bir hikâye olduğunu düşünüyor musunuz?
Bence çok daha geniş bir içeriği var. Yoksulluk Yasası’na kadar uzanıyor, bir şeyleri hak eden ve hak etmeyen yoksullar ayrımı fikrine. İşçi sınıfı yoksulluk korkusu ile çalışmaya itiliyor. Zenginlerse hep daha büyük mükâfatları rüşvet olarak almak zorunda. Siyasal düzen, insanları çaresizlikle en düşük ücretleri ve en güvencesiz iş koşullarını kabul etmek zorunda bırakmak için, açlığı ve yoksulluğu bilinçli olarak kullandı. Yoksulların sefaletlerinin utancını kabul etmek zorunda kalmaları gerekiyordu. Bunun Avrupa ve ötesi boyunca da görüyoruz.
Yemek bankalarında çekim yapmak nasıl bir şeydi?
Bir dizi yemek bankasına birlikte gittik, büyük çoğunluğuna ise Paul tek başına gitti. Filmde yemek bankasında yaşanan olay Paul’a gerçekten anlatılan bir olaydır. Ah, yemek bankaları berbat; orada insanları çaresizlik içinde görüyorsunuz. Glasgow’da bir yemek bankasındaydık ve bir adam kapıya geldi. İçeri baktı, biraz duraksadı ve yürüyüp gitti. Orada çalışan kadınlardan biri peşinden gitti, belli ki adam ihtiyaç halindeydi ama içeri girip yemek sormanın utancını kaldıramadı. Bence bu sürekli olan bir sey.
Filmi neden Newcastle’da çekmeye karar verdiniz?
Birçok yere gittik -Nuneaton’a, Nottingham’a, Stoke’a ve Newcastle’a. Daha önce Liverpool ve Manchester’da çalıştığımız için Kuzey Batı’yı çok iyi biliyorduk. O nedenle başka bir yer deneyelim dedik. Londra’yı istemedik çünkü orada da çok fazla problem var ama bunlar daha farklı ve başkentin dışında bir yere ışık tutmak daha iyi olur diye düşündük. Newcastle kültürü çok zengin. Tıpkı Liverpool, Glasgow ve sahilde bulunan büyük şehirler gibi. Görsel olarak muhteşemler, sinematografikler. Kültürleri çok etkileyici ve dilleri çok güçlü. Tam bir direniş anlayışı hâkim; nesillere yayılan mücadele güçlü bir politik bilinç geliştirmiş.
Daniel karakterini tarif eder misiniz –kimdir ve çıkmazı nedir?
Dan, eskiden marangoz olarak çalışmış usta bir işçi. İnşaatlarda, küçük müteahhitlerin yanında çalışmış, hep marangozluk yaparak hayatını kazanmış ve halen hobi olarak tahta yontan biri. Karısı hayatını kaybetmiş, kendisi kalp krizi geçirmiş ve neredeyse çalıştığı iskelenin üzerinden düşüyormuş. Doktorlar çalışmaması gerektiğini söylemiş ve hala rehabilitasyon alıyor, yani İstihdam ve Destek Ödeneği alıyor. “Çalışmaya uygun” olarak rapor verildikten sonra yaşamını sürdürmek için verdiği mücadele filmin konusunu oluşturuyor. Metanetli, mizahi ve özel yaşamını korumaya alışkın biri.
Peki, Katie kim?
Katie, iki çocuğu olan bekar bir anne. Yerel otoriteler ona kuzey bölgesinde barınma fonu ile kirasını karşılayacakları -böylece yerel otorite cebinden bir şey çıkarmamış oluyor- bir daire bulunca Londra’da kaldığı oteli terk ediyor. Daire fena değil, ama biraz bakıma ihtiyacı var. Ancak sistemle ters düşünce birdenbire başı belaya giriyor -ailesi, hiçbir desteği veya hiç parası yok. Katie gerçekçi biri. İlk sorumluluğun hayatta kalmak olduğunun farkında.
Hikâyenin büyük kısmı insanları boğan bürokrasi ile ilgili. Bunun dramatik yapısını nasıl kurdunuz?
Hikâyeyi taşıdığını umut ettiğim şey pek çoğumuza tanıdık olan bir konsept. Açıkça saçma, açıkça sizi delirtmeyi amaçlayan bürokrasi ile başa çıkmaya çalışırken ortaya çıkan hayal kırklığı ve kara mizah. Eğer dürüst olursanız ve masanın ya da telefonun diğer ucundaki insanla ilişkinin ardındaki alt metinleri okursanız içindeki mizahı, içindeki acımasızlığı -ve en sonunda, içindeki trajediyi- açığa çıkarırsınız. “Sefaletlerinin günahı yoksulların boynuna.” -bu yönetici sınıfın iktidarını koruyan şey.
Dave Johns ve Hayley Squires’i oyuncu kadrosuna alırken Dan ve Katie’iniz için aradığınız özellikler neydi?
Dan için sıradan bir adamın sıradan özelliklerini aradık. Her gün işe gidiyor, arkadaşları ile yan yana çalışıyor; bunun bir esprisi var, şakalar, günü geçirme biçimi; hasta olana kadar bütün hayatı bu şekilde geçti ve karısının onun desteğine ihtiyacı vardı. Mizah anlayışının yanı sıra oldukça duyarlı ve incelikli birini arıyorsunuz.
Katie içinse yine aynı şekilde o da koşulların gerektirdiği şekilde davranan biri ama bir potansiyeli var; okumaya çalışıyor, okulda başarısız olmuş ama açık öğretimde okumaya devam ediyor. Hassas ama gözü pek ve cesur olan birini arıyorduk. Ve tıpkı Dan gibi, tamamen sahici.
Dave Johns bir oyuncu olduğu kadar bir stand-up komedyeni. Neden Dan olarak onu seçtiniz?
Geleneksel stand-up komedyeni işçi sınıfı katmanlarının deneyimine sahip bir kadın ya da erkektir ki komedi de bu deneyimin kendisinden açığa çıkar. Zorlukların içinden çıkar bu, yani yaşam mücadelesi ile dalga geçmek. Ama komedyenlerle ilgili mesele şu ki iyi bir zamanlama yapmaları gerek -zamanlamaları tamamen kim olduklarına içkindir. Sesleri ve karakterleri bir yerlerden açığa çıkar; işte aradığımız şey buydu. Dave’de bu var. Dave, Byker’li, burası çekim yaptığımız yerlerden biri. Tam bir Tyneside’lı, doğru yaşta ve tam da aradığımız gibi sizi gülümsetmeyi başaran isçi sınıfının içinden bir adam.
Hayley Squires’i Katie olarak nasıl seçtiniz?
Pek çok yönden ilgimizi çeken kadınlarla tanıştık, ama yine, Hayley de işçi sınıfının içinden gelen bir kadın ve muhteşem bir iş çıkardı. Ne zaman yeni bir şey denesek buna yüzde yüz uyum sağladı. Olduğu kişiden ve söylediği sözden taviz vermiyor, gerçekten tam anlamıyla dürüst, tepeden tırnağa.
Çekimler nasıldı?
Öncelikle, Paul’un kalemi her zaman keskindi, yaşam dolu olduğu kadar. Bu da aslında kullanmadığımız bir görüntüyü çektiğimiz çok nadir oldu demek oluyor. Film çekerken kritik olan şey planlamadır. Ön hazırlık, bir şeyleri sıraya koyma; başlamadan önce herkesin rolüne hazır olması, başlamadan önce gidilecek her yerin hazır olması. Bunun için bir ekibe ihtiyacınız var, projeyi tam anlamıyla özümsemiş ve tüm yaratıcılıklarıyla kendini ona adamış bir grup insana. Bizde olan buydu: herkes inanılmaz bir verimlilikle ve harika bir mizah anlayışı ile çalıştı. Başarmanızı sağlayan işte budur, çünkü ancak böyle olduğu zaman emeğiniz üretkendir. İyi arkadaşlarla çalışmak tam bir zevktir ve en önemlisi bizim bir de nereye gitsek peşimizden gelen küçük bir kahve makinemiz vardı. Bu temel unsurlardan biri; güzel bir espresso bizi bütün gün götürüyordu.
Bu filmi öncekilere göre daha farklı şekilde kurguladınız. Bunu nasıl ve niye yaptınız?
Yıllardır film kurgusu yapıyoruz, ama film kurgusu yaptığımız alt yapının kaybolduğunu gördük. En büyük problem ses ve film materyallerinin tekrar tekrar basılmasının maliyetiydi. Bu maliyet benim için makul olanın çok üzerinde olunca biz de Avid kullanarak filmi kestik. Her gün sonunda sahneleri kesmenin pek çok avantajı vardı ama bence asıl önemli olan daha insani bir çalışma şekli olmasıydı. Çünkü günün sonunda ne yaptığını görebiliyorsun. Avid daha hızlı gözükse de toplam zamana vurulduğunda daha az zaman harcanmadı, bence filmin gözle görülür kalitesi bu şekilde artıyor.
Değişime ön ayak olmasını umut ettiğiniz filmler mi yapıyorsunuz, eğer böyleyse BEN, DANIEL BLAKE özelinde bu nasıl olur?
Eski bir deyim vardır, bilirsiniz: “Kışkırt, Eğit, Örgütle.” Bir film ile kitleleri kışkırtabilirsiniz -eğitmeniz pek mümkün olmaz ama soru sordurabilirsiniz- fakat örgütlemeniz mümkün değil. Ancak yine de kışkırtabilirsiniz. Kitlelere propaganda yapmak bence önemli bir amaca hizmet ediyor. Çünkü tahammül sınırını aşan şeyler konusunda kanaatkâr olmak kabul edilebilir bir şey değil. Kendine içkin çelişkileri olan koşulları içinde sıkışıp kalmış karakterler sinemada hayat bulmalı, dramanın özü budur. Sadece evrensel olanların değil aynı zamanda dünyada neler olup bittiğine ilişkin durumların içindeki dramı keşfedebilmek çok daha anlamlı. Bence öfke, doğru şekilde kullanılabilirse, çok yaratıcı bir şey olabilir; izleyiciyi kafasında çözülmemiş soru işaretleriyle bırakan bir öfke, yapacak bir şeylerin, meydan okuyan bir şeylerin olduğu düşüncesi ile…
Bu sene CATHY COME HOME’un 50. yıl dönümü. Yeni film ve bu eski filmin arasındaki benzerlikler nelerdir?
İkisi de içinde bulundukları ekonomik koşullardan dolayı hayatları mahvolmuş insanların hikâyesini anlatıyor. Bu bizim tekrar tekrar üzerinde durduğumuz bir konu oldu, ama özellikle BEN, DANIEL BLAKE’te bu çok daha keskin. Filmin yapılış tarzı ise, tabii ki çok farklı. CATHY’yi yaptığımız zaman el kamerası kullanıyorduk, sahneyi kuruyorduk, çekiyorduk ve bitiyordu. Film üç haftada çekilmişti. Bu film de ise karakterler çok daha kapsamlı olarak ortaya çıkarıldı. Hem Katie’yi hem Dan’i ölüm kalım savaşı verirken izliyoruz. Sonunda, doğal neşeleri ve dirençleri onları kurtarmaya yetmiyor. Kesinlikle politik olarak bu filmin gösterdiği dünya, Cathy’nin dünyasından çok daha acımasız. Piyasa ekonomisi bizi merhametsizce bu felaketin içine sürükledi. Başka türlüsünü de yapamazdı. Bu düzen korunmasız ve sömürülmesi kolay bir isçi sınıfı yaratıyor. Yaşamak için mücadele verenler, yoksulluk ile imtihan ediliyor. Bu ya sistemin hatası ya da insanların hatası olmalı. Sistemi değiştirmek istemedikleri için bunun insanların hatası olduğunu söylemek işlerine geliyor. Geri dönüp bakarsak bu zamana kadar olan şeylere gerekiyor. Geriye tek bir soru kalıyor: Bu konuda ne yapmalı?
