Nymphomaniac (2013): I Can’t Feel Anything

Nymphomaniac (2013): I Can’t Feel Anything

Share Button

En arkaik ve en naif biçimiyle masal kendi köklerini göstermeyi sever; masalcı masalın doğuşunu anlatır, ona bir varlık nedeni atfeder. (1) Starobinski’nin melankoli ve ironi üzerine yazmış olduğu makaleden yola çıkarsak sanatçı ya da filozofun yapıtlarını da masalcılara benzetebiliriz. Bir bakıma sanatçı/masalcı anlattığı hikâyelerinin gerekçelerini sürekli olarak ıstıraba ya da melankolik yalnızlığına kapanıp kalmış varlıklara getirdiği tesellide aramaktadır. Kahramanların düşmüş olması anlatıcıyı yücelten bir durumdur -sonuçta onları elemden kurtaracak kişi de kendisidir.- Ancak bu hassas dengeyi korumak, hikâyeye gereğinden fazla müdahil olmamak gerekir. Lars von Trier’in özellikle son filmi Nymphomaniac’ta (İtiraf) kendini konumlandırdığı pozisyon işte bu tehlikeli çizginin ötesindedir. Bu ifade biçimi sınırlarda gezmeyi seven birinin bir süre sonra uzaktan gördüğü mayınlı bölgelerle ilgili ahkâm kesmesi, kendisini tanımlarken masalcı -gizli özne- olduğunu unutup fikirlerini dogmatik olarak empoze etmeye çalışması gibi sonuçlar doğurmaktadır. Trier filmin içine boca ettiği entelektüel birikimini bir ispat çabasına dönüştürmüş olması maalesef ki savlarının birbirleriyle çelişmesine sebep olmaktadır.

Nymphomaniac Joe’nun çocukluktan itibaren cinsel yaşamından kesitler sunarak bir bütünlüğe ulaşmayı hedefliyor. Sokakta yaralı bir şekilde bulduğu Joe’ya yardım eden Saligman karşılığında Joe’nun hikâyesini dinler. Balık tutmanın inceliklerinden, kiliselerin mezheplere ayrılmasına; fibonacci dizisinden Bach’a, polifoniye, oradan tarih, felsefe ve edebiyata uzanan bir yelpazede detaylı bilgi sahibi olan, aseksüel Saligman ile hayatı haz ve onu elde etme pahasına kendinden verdiği tavizlerle geçmiş Joe’nin hikâyesinin ilgi çekici olduğunu söyleyebilirim. Ancak Trier’in ayrıntılarda kaybolması, anlattığı öyküyü detaylandırıp genişledikçe tekrar düşmesine sebep oluyor. Trier’in çok sevdiği epizodik anlatı üzerinden gidersek dozu gittikçe artan şiddet, her an şirazesini kaybedecek eylemler ile izleyici sarsmayı hedefleyen -bir açıdan da başaran- bölümler kendi içerisinde bir tutarlılık gösterse de genel çerçeve için yeterli bütünlük oluşturamıyor. Artık özne olmaktan çıkıp nesne haline gelen bedenin tasvirinin epik bir düzlemde anlatılmış olmasının yine de azımsanmayacak bir başarı olduğunu da yadsımamak gerekiyor.

Chapter 1: Anımsama ve tekrar

Aldous Huxley gönüllü katıldığı mescalin deneyi gözlemlerinde nesneleri algılayıştaki farklılıktan bahseder. Gözün yanıtlamak durumunda olduğu sorular klasik yer ve mesafeden çok zihnin nesneyi nasıl algıladığına ve anlamının derinliğine paralel gittiğini söyler. Huxley’in nesneyi algılayış biçimi ile Joe’nun hikâyesini anlatım şekli arasında paralel bir benzerlik söz konusudur. Joe hikâyesini anlatırken odada bulduğu nesneleri kendi algısına göre dönüşümden geçirir, nesneyi soyut bir düzlemde ele alarak onu kendi hikâyesi için bir çıkış noktası olarak kullanır. Aynı Huxley gibi nesneler bir anlam derinliğine bürünür. Bu anımsama hali bölümler arasında boşluklara sebep olsa da, Joe ile duygusal çatının kurulmasını sağlar. Ancak Trier’in tüm olan bitenleri açıklama çabası hikâyeyi gerçekçi bir düzleme çekmekten çok izleyicinin ilgisini dağıtmaktadır.

Trier’in özellikle birinci bölümde başarıyla kullandığı desensitization yöntemi -aynı örneği/imgeyi defalarca göstererek izleyicinin alışmasını sağlamak- özellikle cinsel organ vs. gibi tabularda izleyicinin “normal” algısıyla oynaması açısından önem arz ediyor. Bu sayede içerdiği ağır pornografik görüntüler yapısal bir düzleme oturmuş oluyor. Dozu artan uyarıcılara, uç örneklere izleyicinin alışması, hikâyesinin hassas noktalarında Joe’ya odaklanmamızı sağlıyor. Pornografik olarak yaftalaması muhtemel bir hikâyeyi insani düzleme çeken bu yapı, diğer taraftan  herkes tarafından yapılan bir eylemi tabu olmaktan çıkarıyor. Üzerinde düşünülmesi gereken konunun cinsellik olmadığını savunan Trier, Joe’nun bedeni üzerinden bir anlamda feminist bir söylem geliştirmeyi başarıyor.

Chapter 2: Terapi ve ikame

Toplum baskılarının, kendi mutsuzluğunun ya da bağlanma ihtiyacının sonucu olarak katıldığı terapi grubu Joe’yu öz yıkıma sürükler. Kendimizi diğerlerinin bizi gördükleri gibi görmek en yararlı armağanlardan biridir. (2) Ama ya bu diğerleri tamamen farklı bir türdense ve tümden yabancı bir evrende yaşıyorlarsa? Filmle paralel düşünürsek nemfomanyak olmanın gerçekten ne anlama geldiğini olmayanlar nasıl bilebilir? Basit ama işlevsel bir önerme ile akıl sağlığı yerinde birinin deliyi anlamaya çalışmasının hiçbir zaman boşluksuz olmayacağını söyleyebiliriz. Başkalarının anlamaya çalışması, çoğu kez kendi çizdikleri sınırlandırılmış alanlarda dolaşması anlamına gelir. Hatta beylik “saygı duyuyorum” tümcesi bu korkak anlatının sloganı olmuştur. Cinsel yönelimler ya da cinsel dışa vurumlarda toplumun baskıcı yapısını yadsımak kolay değildir. Ancak Trier gibi tabuları yıkmayı kendine şiar edinmiş birinin tüm anlatısı içerisinde terapi sonrasında Joe’yu suça bulaştırması ifade ettiği dürüst dışa vurumcu yapı ile çelişir. Joe’nun terapi grubuna attığı tirat anlamını yitirir.

Joe’nun kendini kötü bir insan olarak görmesi, adeta kötülüğünü ispat edercesine günahlarını ifşa etmesinin karşısına Trier Saligman’ı -bir anlamda kendini- yerleştirir. Boğazına kadar iliklediği düğmeleriyle Saligman’ın bir papazı anımsatması, dindar olmasa bile her konudaki engin bilgi ve birikime sahip olması, hatta bakir olmasıyla günahsız imajı çizer. Trier’in filmin sonundaki hamlesinin bu yapıyı ters yüz etmediğini, Joe’yu suça bulaştırıp toplum vicdanını bir noktada rahatlattığını söylemek bile mümkün. Trier’in Saligman vasıtasıyla Joe’yu hizaya çekerken, onun sözde içindeki iyiliği çıkarma çabasını da entelektüel bir tatmin duygusuyla, yukarıda bahsettiğimiz gibi Trier’in gizli özne anlatıcı olmasıyla açıklayabiliriz.

Chapter 3: Joe vs Trier

Trier kadın cinselliğine takıntılı olmasına, hatta Joe’nun ağzından dökülen toplumda kendine ait yer olmadığı söylemine karşılık şu zamana kadar ki en hassas karakterine imza atıyor. Bir anımsamalar halinde hikâyesini dinlediğimiz, acaba odada başka nesneler olsa ne dinleyeceğimizi bilmediğimiz; olabildiğince muğlâk ancak ağzını açtığında çıplak kalan bir karakter Joe. Hoyratça bedenine saldıran, hatta Trier’in üzerine saldığı mahremiyetini yerle yeksan eden, ahlak bekçisi ikiyüzlü hipokrasisinin esaretindeki ile mücadelesinden de alnının akıyla çıkmayı beceren bir karakter. Buna karşılık Trier’in olanca egosunun izdüşümü Saligman insan kötüdür söyleminin arkasında aciz duruma düşüyor. Konvansiyonel sinemanın dinamiklerini iğdiş etmekle birlikte çözemediği seksüel varoluş altında eziliyor. Türlü aşırılıklarına rağmen Trier’in ahlaki düzlemden çıkmaya çalıştıkça aynı kısır döngüye geri dönmesi, tekrarlanan imgelerin anlattıklarından fazla dikkat çekmesi sinemasının göze batan sorunlarından birine hızla dönüşüyor. Biçimsel olarak neredeyse deneysellik seviyesinde işlerine karşılık kendi söylemini fazla önemsemenin karşılığının keyif verici entelektüel ya da teolojik terimlerle örtemeyeceğinin de farkına varması gerekiyor. Trier’in iradi çabasının bir tür meydan okuma olduğunu kabul etmekle birlikte, avangart birçok akımın öfke nöbetleri şeklindeki dışa vurumcu kaygılarının Trier’in elinde meze olmasını manidar buluyorum.

(1)    Jean Starobinski, İroni ve Melankoli, Cogito Kış:2008
(2)    Aldous Huxley, Algı Kapıları, İmge Yayınevi

twitter.com/gok_gkhn

, , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir